“Bugüne kadar varolan tüm toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir.” Komünist Manifesto’nun  1. bölümü bu ünlü belirlemeyle başlar. Tarihi “fatihler”, “kahramanlar”, “dahiler” değil, birbirine karşı hareket halindeki toplumsal sınıflar yaparlar.
Manifesto’ya göre “sınıf mücadelesi”, toplumun (Engels’in daha sonra ayırdettiği gibi, ilkel komünal toplum sonrasındaki) bütün tarihsel gelişme aşamalarında açık bir biçimde sınıflara bölünmesi ve bu sınıfların da kendi içlerinde alt alta gelen basamaklara ayrılmış olmasının yarattığı karşıtlıkların neden olduğu açık veya örtükmücadelelerin tümünün ortak adıdır. “Eski Roma’da, patrisyenler, şövalyeler, plebler, köleler; ortaçağda, feodal beyler, vasaller, lonca ustası, çıraklar, serfler ve her birinin alt alta konulmuş basamakları” arasındaki bu mücadeleler, kapitalist toplumda basitleşmekte ve toplum birbirine düşman iki büyük sınıfa, burjuvaziye ve proletaryaya ayrışmaktadır. Dolayısıyla toplumun kapitalist evresinde tarihin tekerleğini çeviren, burjuvazi ile proletarya arasındaki çatışma olmalıdır.
Oysa “toplumsal gelişmenin kapitalist evresi” boyunca tarihin tekerleğini çeviren açık ve somut toplumsal savaşımlara baktığımızda, çeşitli burjuva kamplar arasındaki çatışmaların, ezen ve ezilen uluslar arasındaki mücadelelerin, faşist iktidarlara karşı gelişen halk direnişlerinin, emperyalist istilalara karşı gelişen kurtuluş savaşlarının, ırk ayrımcılığına karşı gelişen başkaldırıların, öğrenci ayaklanmalarının, kadın hareketlerinin, ekoloji hareketlerinin ön planda olduklarını görürüz. “Burjuvazi ile proletarya arasındaki çatışma” denildiğinde aklımıza gelen genel grevler, işgaller, endüstriyel ayaklanmaların ana rengini kazandırdığı toplumsal çatışmalar, son 250 yıllık tarihimizde oldukça az sayıda ve istisnai denilebilecek anlarda gündeme gelmiş ve çoğunlukla da kendisini izleyen bir gericilik dalgasıyla yenilgiye uğramıştır.
Öyleyse “sınıf mücadelesinin toplumsal ilerlemenin motoru  olduğu” savı mı yanlıştır; yoksa, kapitalist toplumun gelişmesini belirleyen temel sınıf mücadelesi ekseninin burjuvazi ile proletarya arasında kurulduğu savı mı geçersizdir?
Marks ve Engels’in “sınıf mücadelesi” ile toplumsal tarih arasındaki ilişkiye dair belirlemesini bu “basitlikte” ele almak doğru değil.
“Sınıf” kavramıyla işe başlayalım. Bilindiği gibi “sınıf” kavramını Marx ve Engels icat etmedi. Weydemeyer’e yazdığı 5 Mart 1852 tarihli mektubunda Marx: “Benden çok önce burjuva tarihçileri bu sınıf mücadelesinin tarihsel gelişmesini ve burjuva ekonomistleri sınıfların ekonomik anatomilerini betimlemişlerdi. Benim yeni olarak kanıtladıklarım: 1- Sınıfların, yalnızca üretimin gelişmesinin belirli tarihsel aşamasında ortaya çıktıkları; 2- Sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götüreceği; 3- Bu diktatörlüğün, yalnızca sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişe denk düşeceğidir” diyordu.
Marx, toplumsal sınıfların ekonomik düzlemdeki temelini “insanların, üretim araçlarının mülkiyeti bakımından konumlarında” bulur. Toplumun her bir gelişme aşamasında temel sınıflar, toplumsal üretim araçlarının mülkiyet biçimi ve bu mülkiyet biçimi temelinde ortaya çıkan genelleşmiş emek formu üzerinde şekillenirler. Sınıflı toplumların her bir gelişme aşamasında üretim araçlarının mülkiyetinin genel biçimi ile bu mülkiyet biçiminin empoze ettiği emek formu arasındaki çelişki uzlaşmaz niteliktedir. Birinci ile ikincisinin “toplumsal iyilik ve egemenlik hali” arasında tam ve doğru orantılı bir uzlaşmaz (antagonist) çelişki bulunur.
Bu genel ilke kapitalist toplum için de geçerlidir. Sermaye varlığını ancak genişletilmiş bir yeniden üretim hareketi içinde sürdürebilir. Sermayenin genişletilmiş yeniden üretim döngüsü, sermayeye dayalı üretimi genelleştirirken, nüfusun burjuvazi dışında kalan bütün kesimlerini proleterleşmeye sürükler. Burjuvazinin uzun dönemdeki varlığı ve yaşamsal tatmini, nüfusun geri kalanının emek gücü satışı dışındaki geçim araçlarından arındırılması, varlığı ve yaşamsal tatmini için gereken kullanım değerlerini ancak meta biçimi altında edinebilmesine bağlıdır. Kapitalist toplumun nihai ürünü olan meta fetişizminin genelleşmesi, herşeyin sermayeye, herkesi proletere dönüşmesi demektir. Manifesto’nun “kapitalizmin sınıflar arasındaki çelişkiyi basitleştirdiği” biçimindeki iddiası bu temel işleyiş mekanizmasına dayanmaktadır.
Ancak sermayeye dayalı üretimin bu basit mantığı “mantıksal”dır ve soyuttur. “Sermaye” bir soyutlamadır; kapitalist toplum ise somut ve tarihsel bir toplumsal gerçekliktir. “Herşeyin sermayeleşmesi ve herkesin proleterleşmesi” yönünde işleyen süreç küresel/evrensel bir süreçtir; potansiyel ölçeği, yerkürenin (hatta insanın ulaşabildiği maddi/manevi evrenin) bütünü ve insanlığın bütün bireyleridir. Bu nedenle emek-sermaye çatışmasısoyutlama düzeyinde kapitalist toplumun temel uzlaşmaz çelişkisini oluşturursa da kapitalist toplumun ürettiği toplumsal çatışmaların bütününün emek-sermaye çatışması biçimini ve görünümünü kazanması mutlak olarak ancak toplumsal üretimin bütününün sermayeye dayalı üretimin konusu haline gelmesi, insani gereksinimlerin tümünün toplumsal üretimin konusu haline gelmesi ve tüm insanların proleterleşmesi halinde, Manifesto’nun deyişiyle “sermayenin kendi suretinde bir dünya yaratması” halinde söz konusu olabilir. Tersinden ifade edersek, ancak meta biçiminin insani var oluşun olanaklı tek biçiminin olduğu ve toplumsallaşmanın ancak ve yalnızca sermaye aracılığıyla sağlandığı bir dünyada bütün toplumsal mücadeleler emek-sermaye çatışması biçimini kazanabilecektir.  Bu noktaya gelinceye kadar kapitalizm, meta üretiminin ve proleterleşmenin yeni genelleşme dalgalarıyla tanımlanacak bir gelişme doğrultusunda hareket edecektir. Manifesto’nun burjuvaziye yüklediği “sürekli devrimcilik”, insani varoluşun tamamının meta biçimini kazandığı bir yıkımdan başka bir şey değildir. “Üretimde sürekli dönüşüm, tüm toplumsal kesimlerin aralıksız sarsıntıya uğratılması, sonsuz güvensizlik ve hareket, burjuva döneminin tüm ötekilerden ayırt edici niteliğidir”.
Sermayeye dayalı üretimin genelleşmesi süreci “katı olan herşeyin buharlaşması”dır. Geçimlik ekonominin yıkımı, sömürgecilik, ırkçılık, cinsiyetçilik, oligarşik diktatörlük, faşizm, savaş, ekolojik yıkım “katı olan herşeyi buharlaştırmanın” somut yöntemleri olarak insanlığı boydan boya kuşatan somut uygarlık krizleridir. Bu nedenle kapitalizmin tarihi boyunca, aynı tarihsel varoluşun iki yüzü olan meta fetişizminin genelleşmesi ve insanlığın proleterleştirilmesi sürecinde meydana gelen bu toplumsal, siyasal ve ahlaki krizlerden kaynaklanan toplumsal çatışmalar öne çıkmaktadır. Sermayenin insan varlığına kasteden bu hareketinin sonuçlarına karşı gelişen toplumsal direnişlerin bizzat bu hareketin kendisini durdurmadıkça ancak geçici frenler oluşturacağı, “büyük yıkımı” durduramayacağı açıktır.
İşte tam bu noktada “işçi sınıfının sermaye ile uzlaşmaz karşıtlığı”nın içerdiği mantıksal olanak devreye girmektedir: kapitalist toplumun devrimci sınıfı olarak proletaryaYıkılan insanlığın tamamının içerisine çözündüğü proletarya, her yeni yıkımın acısını etinde hissedebilecek ve yaşanan her yıkımın somut insanlardan koparıp aldığı insan cinsine özgü (cinsil) niteliği insani özgürleşmenin dayanağına dönüştürebilecek tektoplumsal sınıf temelidir. Proletarya ile burjuvazi arasındaki soyut-mantıki uzlaşmaz karşıtlık, kapitalist uygarlığın ürettiği her somut krizde vücut bulur. Ve yine bu nedenledir ki işçi sınıfı hareketinin zihnini temsil eden sosyalistler, günümüz toplumunda gelişen faşizme karşı mücadeleleri de, ulusal kurtuluş hareketlerini de, feminist hareketi de, ekoloji hareketlerini de proletarya hareketlerinin somut tarihsel biçimleri olarak hissettiklerinde yanılmamaktadırlar. Sınıf mücadelesini somut sermayedarlar ile onların istihdam ettikleri proleterler arasındaki gündelik mücadele ve sermaye partisi ile işçi partisi arasındaki gündelik siyasi iktidar mücadelesi olarak görmek istersek bu basitliğe ulaşmak için daha çok bekleyeceğimizi ve o gün gelmeden yer kürenin çoktan “barbarlık içinde çökmüş olacağını” bilmeliyiz.
FERDA KOÇ-SENDİKA.ORG
Daha yeni Daha eski