Çok basit: HDP yüzde onu aşamadığı takdirde, Erdoğan’ın “Barış Süreci”ne ihtiyacı kalmayacak; istediği anayasa değişikliği ve başkanlık sistemini gerçekleştirecek; onu kullanılmış bir mendil gibi fırlatıp atacaktır da ondan.
Nereden mi biliyoruz?
Bunu söyleyen bizzat Erdoğan’dır.
Örneğin Kuveyt seyahatinden dönerken şunları söylemiştir:
“Kürt sorunu, bizzat 'Kürt sorunu vardır' diyenlerden kaynaklanıyor. Ülkemizde artık bir Kürt sorunu yoktur."
Bu sözler 1980’lerin Kürt sorununu inkâr düzeyine geri dönmekten başka bir anlama gelmez.
O zaman sorun, “Kürt sorunu vardır” diyenlerdir ve “Kürt sorunu vardır” diyenlerin tasfiyesi ve yok edilmesi gerekir. Bu da bizzat bu sorun vardır diyen ve kendisinin bu sorunun ürünü olduğunu söyleyen PKK’ya savaşın yeniden başlatılması demektir.

Bu sözler onun seçimlerde “milliyetçi” denen oyları toplamak için yaptığı bir taktik manevra değildir. Gerçek görüşüdür.
Taktik olan şimdiye kadar, sanki “Kürt Sorunu”nu kabul etmiş gibi görünerek “Barış Süreci” dinelen ateşkesi seçimlere kadar sürdürmektir.
Aslında Erdoğan Ateşkesi bitirmiş bulunuyor.
Bugün ateşkes sürüyorsa; şehit cenazeleri gelmiyorsa, PKK çatışmadan kaçındığı içindir. Seçimlerin barış ortamında geçmesini sağlamak için gerillaya “görünmez ol” emri verildiğinden dolayı ateşkes sürüyor bugün.
Bir tarihte birisi insanlar yer çekimi diye bir şey olmadığını düşünseler yere düşmezler diyordu.
Erdoğan’ın Kürt sorununu ele alışı ve çözümü, yerçekimi yok diyenin yüksek bir yerden kendini atmasına benzeyecektir. O olmadığını varsaydığı sorun onu yere çakacaktır.
Keşke sadece onu yere çaksa. O zaman kendi düşen ağlamaz denebilir.
Ama HDP barajı aşamadığı takdirde, bu yere çakılış, eline geçirdiği muazzam devlet aygıtı ve yetkilerle, tıpkı bir zamanların kifayetsiz ve muhteris darbeci Enver Paşa’sı gibi, yüz binlerce, milyonlarca insanın canına, malına, kanına, acılarına mal olacaktır.
Bizleri bekleyen tehlikenin büyüklüğünü anlamak için, sadece Erdoğan’ın sözlerinin gerçek anlamı ve mantıki sonuçları üzerine biraz dikkatlice düşünmek bile yeter.

Erdoğan başlattı niye bitirsin?
Birçok kişi şöyle düşünüyor: ““Barış Süreci”ni Erdoğan başlattı. Niye tekrar savaşı başlatsın ki?”
İlk bakışta mantıki gibi gelen bu cevap olayların derin ve dikkatli bir analizine dayanmamaktadır.
Bunun için “Barış Süreci”nin neden ve hangi koşullarda başladığını iyi görmek gerekir.

DEMİR KÜÇÜKAYDIN
Devletin Stratejik Kararı
Birincisi, “Barış süreci” denen süreç, aslında Türkiye’de devletin verdiği stratejik karara dayanmaktadır. Bu karar şöyle özetlenebilir: Kürtlerle savaşarak bölünmektense; Kürtlerle barışarak büyümek.
Türk devleti de bu karara ve strateji değişikliğine kolay varmadı.
Uğradığı ağır yenilgilerle bu noktaya vardı.

Nereden Nereye?
Önceleri “Kürt ve Kürt sorunu yoktur” deniyordu.
Sonra seksenlerin ikinci yarısında yükselen Kürt mücadeleleri sonucunda, yok demenin çare olmadığı görülünce, Kürtlerin varlığının tanınması noktasına gelindi.
Demirel 1991’de hükümeti kurduktan sonra ilk iş olarak Diyarbakır’a gitti ve Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in yanında “Kürt realitesini tanıyoruz” demişti. Hükümet programının da ek protokolü buna ayrılmıştı.
Ancak “Kürt Realitesi”nin tanınması Türk devletinin tüm organlarınca ve güçlerince kabul edildiği anlamına gelmiyordu.
Önce Kürt realitesini tanıyanların (Eşref Bitlis’ten Turgut Özal’a; Adnan Kahveci’den Albay Çillioğlu’na kadar) kanlı tasfiyeleri yaşandı.
Tanıyanlar ya da tanımak gerektiğini düşünenler temizlendi ve sindirildi.
Kürt Realitesi’nin Türk devletinin tüm organlarına kabul edilmesi Devlet içindeki uzun mücadelelerle oldu.
Türk devleti, başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücüye dönmüştü.
Ve neredeyse bütün doksanlar ve 2000’leri başları Devletin bu cinlerden kurtulma çabalarıyla geçti denebilir.
Uzun ve dolambaçlı operasyonlarla bu dönüşü yapabilmenin koşulları yaratıldı. Susurluktan son Ergenekon tevkifatlarına kadar bir sürü skandallar, tutuklamalar vs. hep devletin kendi içindeki direnci kırmak için yaptığı mücadelelerdi.
PKK ile uzun savaş yıllarında önce Kürt sorunu ile PKK’yı birbirinden ayırama gibi bir ara yol denendi. Ama olaylar böyle bir ara yolun olmadığını gösterdikçe ve PKK’nın yok edilemeyeceği görülünce, bu “savaşla birlikte yaşamak gerektiği” stratejisine geçildi. Yani savaş resmen kabul edilmiş oldu.

Stratejik Değişimlerin Gerçek Nedeni
Ancak, bunun da sürdürülemeyeceği Zap ve Dağlıca gibi ağır askeri hezimetlerden sonra iyice ortaya çıkınca ve bu aradaki bölgedeki dengeler Kürtlerin lehine de değişmeye başlayınca savaşı bitirme stratejisi ve görüşü ağırlık kazandı.
İlker Başbuğ Genelkurmay başkanı olarak yaptığı ilk konuşmada, PKK sorunuyla “Sadece askeri yöntemler kullanarak başa çıkılamadığı” saptamasını yapmak zorunda kalmış ve bundan sonra sivil siyasetin önü açılabilmişti.
Ama bütün bu değişimlerde esas belirleyici olan Kürt hareketinin her aşamada kazandığı başarılar ve Türk devletinin stratejisinin fiili iflaslarıdır
Yani aslında “Barış Süreci”ni başlatan PKK’nın ve Kürt Siyasi Hareketinin başarılarıdır

Stratejik hedef ile on gerçekleştirmenin farkı
Anca devletin stratejik bir hedef belirlemesi ile ona ulaşmak arasında çok karmaşık, gelgitleri olan sert mücadelelerle dolu uzun bir yol vardır.
Bunun ne kadar uzun ve sert mücadeleler gerektirdiği, bizzat 1990’ların başında Demirel’in “Kürt realitesini” tanıyoruz demesi ile bunun gerçekleşmesi arasındaki uzun zaman ve çatışmalarda görülebilir.
PKK’nın askeri olarak yenilemeyeceğinin görülmesi ve kabil edilmesinin yanı sıra, 2007 ve 2011 seçimlerinde Kürt siyasi hareketinin kazandığı başarılar olmasaydı, bugünkü barış süreci de mümkün olmazdı.
Özetle, ne zaman devlet ve hükümet başarısız olmuştur, o zaman bir tanıma, gevşeme, reform çabası, ateşkes veya barış gibi çabalar görülür olmuştur.
Şimdi de aynı durum söz konusudur.
Eğer HDP yüzde onu aşamaz ise, bu şiddet yanlısı, inkârcı görüşlerin ve eğilimlerin güçlenmesine; bu da tekrar savaşa ve cenazelerin gelmesine; cenazelerin gelmesi devletin içindeki yasa dışı ve gizli örgütlerin tekrar etkilerinin artmasına yol açacaktır.

Son Dönemin Gelgitleri
Örneğin, Oslo’da müzakereler başlamış; ama bu sefer bizzat ordunun içindeki darbecilerin temizlenmesinde Polis ve istihbarat içindeki gücünden yararlanılan cemaatçilerin kendileri Kürt sorununda bir barışçıl çözüme karşı olduklarından, süreci KCK tutuklamalarıyla, Oslo görüşmelerinin açıklanmasıyla vs. sabote etmişlerdi. Tekrar savaş başlamıştı.
Eğer HDP 2011 seçimlerinde başarı kazanamasa; PKK’ya karşı askeri başarılar kazanılabilse bugün savaş devam ediyor olacaktı.
Roboski’de Erdoğan’ın askeri başarı uğruna her şeyi göze alarak; devletin işbirliği, teşviki ve göz yummasıyla kaçakçılık yapan yurttaşlarını bile bile bombalarla öldürme emrini verebilmesi; Erdoğan’ın ihtirasları uğruna neler yapabileceğinin en esaslı göstergelerinden biridir.
Ancak Roboski’de, PKK komutanının yok edilmesi başarısının yerini, kendi vatandaşlarını yok etme hezimeti alınca; yani yine bir kesin başarısızlıktan sonra, Erdoğan ile Gülen Cemaati arasındaki çatışma güçlenmiştir.
Bu durumda Erdoğan, başkan olabilmek için, Gülencilerin PKK’yı imha stratejisi ile köprüleri atmış, bu da aralarındaki çatışmanın fitilini ateşlemiştir.
Erdoğan imha stratejisinin Roboski başarısızlığı üzerine, Başkan olabilmek ve siyasi ihtiraslarını gerçekleştirebilmek için, Öcalan’la görüşmeleri ve “barış süreci”ni başlatmak tan başka bir taktik hamlenin önünde bulunmadığını görmüştür.
İşte “Barış Süreci” şimdiye kadar Türk devletinin “Kürtlerle çatışarak bölünmektense, barışarak büyümek” stratejisi ile Erdoğan’ın başkan olabilmek için toplumun çoğunluğunun desteğini alacak ve Başkan olmasını sağlayacak taktiğinin denk düşmesi sayesinde süregelmiştir.
Eğer Erdoğan, Roboski’de kendi vatandaşlarını değil, PKK’lı gerillaları ve komutanları vurabilmiş olsaydı, savaşın getireceği başarılar üzerinden de başkanlığa gitme taktiğini izliyor olacaktı.
Erdoğan’ın Roboski’de bizzat gözünü kırpmadan, siviller olduğunu bile bile bombalayın emrini vermesi; başkanlık ihtiraslarının nasıl gözünü kararttığının en esaslı kanıtıdır.
Yarın eğer HDP barajı aşamaz ise, kendisine başkanlığı getirecek bu başarısından alacağı cesaretle çok daha korkunç maceralara tüm ülkeyi; hatta bölgeyi sürükleyeceği çok açıktır.

Demokrasi ve Erdoğan
Erdoğan bir demokrat değildir.
Erdoğan çoğunluk olmanın kendisine insanların haklarını çiğneme hakkını verdiğin sanan bir tirandır. Bu anlayışın demokrasiyle bir ilgisi yoktur.
Örneğin, bu milletin ezici çoğunluğu Müslüman, devlet niye bütün dinlere eşit davransın diyebilmektedir. "Diyanet İşleri neden her inanca eşit mesafede olacakmış? Bu milletin inancı belli" demektedir.
Yani çoğunluğun diğerleriyle eşit konumda olması diye bir kavrayışı yoktur. Çoğunluğun imtiyazlı olmasından yanadır. İnsanların dini, dili, inancı, soyu, sopu ne olursa olsun; sayıları ne olursa olsun eşit haklara sahip olmaları gerekir gibi bir fikri ya da ideali yoktur.
Öte yandan milyonlarca Alevinin yaşadığı ve O Alevilerin Müslümanların çoğunca bile İslam dışı olarak görüldüğü ve Alevilerin cemilere değil Cem evlerine gittiği bu ülkede, Erdoğan’ın sözleri,  Alevilere açıkça bir savaş ilanından başka bir şey değildir.
Türk milliyetçisi devlet nasıl bir zamanlar Kürt yok onlar dağ Türkü'dür diyordu ise; Erdoğan da Alevi’de aslında dinini bilmeyen Müslüman’dır (“Dağ Türkü” gibi, “Dağ Müslümanı"dır) demeye getirmektedir. Kendilerinin ne olduğuna karar vermelerini Alevilere bırakmıyor; onlar adına kendisi karar veriyor.
Bu politikanın bir zamanlar nasıl Kürtlerin isyanına yol açtığı ortada; yarın Aleviler de isyan edeceklerdir.
Nasıl yaşayacağına ve kaç çocuk yapacağına karar verdiği kadınlar da isyan edecektir.
Gezi bu isyanın ilk uyarı ateşinden başka bir şey değildi.
Erdoğan, Suriye’de Sünnileri ve Müslüman kardeşleri hatta El kaide’yi destekleyerek, zaten Alevileri patlamaya hazır bir bombaya dönüştürmüş bulunuyor.

Çoğunluk ve Egemen Olmanın Körlüğü
Müslümanlar, Erdoğan ile aynı çoğunluk dininden olduklarını, özel bir baskıya uğramayıp imtiyazlarının kendilerini kör etmesiyle, Müslüman olmayan veya kendini öyle tanımlamayanların korku ve uğradıkları baskı ve eşitsizliklere kör kalıp Erdoğan’a oy verebilirler.
Türkler çoğunluk ve devletin dilinden olmanın bahşettiği imtiyazlarının kölesi olarak Kürtlerin acısını ve eşitsizliğini görmezden görerek CHP’ye veya MHP’ye dolayısıyla Erdoğan’a oy verebilirler. Çünkü onların gözünü imtiyazları kör etmiştir.
Ama sen asker ya da askerlik yaşındaki arkadaş,
Eğer bir parça vicdanın kaldı ise;
Bir parça başka insanların ve kendinin canını düşünüyorsan;
Bir parça çocuklar babasız kalmasın diyorsan;
Bunlar olmadıysa kendin için
HDP’ye oy vermelisin.
HDP’ye oy vererek bu kifayetsiz muhteris diktatörün tüm devleti eline geçirmesine izin vermemelisin.

Bu “seçim” seçim değil bir referandumdur
Bu seçimler bir seçim değildir; bir referandumdur.
Erdoğan’ın diktatörlüğüne evet ya da hayır referandumudur.
Dolayısıyla barışa ya da savaşa evet ve hayır referandumudur.
Savaşa ve Diktatörlüğe “hayır” demenin bir tek kesin yolu var: HDP’ye “Evet” demek.
Şunu bir an için bile aklından çıkarma: CHP’ye, AKP’ye veya MHP’ye verilecek oylar sadece bu diktatöre evet anlamına gelecektir.
Onların Erdoğan’ın istediği çoğunluğu almasını engelleyecek güçleri yoktur.
*
Oy verme kabinine girdiğinde, seni kimse görmeyecek. Ama eğer Allah’ın varlığına inanıyorsan, seni Allah’ın gördüğünü unutma.
HDP’ye oy vermediğin, dolayısıyla Erdoğan’a evet dediğin takdirde; ölecek her insanın kanı, yetim kalacak her çocuğun gözyaşı senin ellerine bulaşacaktır.
Bunu unutma.

Demir Küçükaydın - 30 Nisan 2015 Perşembe

(Bu yazı, Demir Küçükaydın'ın Demirden Kapılar (http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/) bloğunda yayınlanmıştır. Yazının DEMOKRATHABER/İDEAHAYAT'ta yayınlanmasında kendisinin onayı vardır)
Daha yeni Daha eski