Demokrasi demek insanların “biçimsel eşitliği” (Lenin) demektir.
Tüm yeryüzündeki insanların biçimsel, yani hukuki hakları bakımından eşit olduğunu kabul etmeden; bunun için mücadele etmeden ve bunu en baş mücadele hedefi olarak koymadan demokrat olunamaz.
Tüm yeryüzündeki insanlar biçimsel bir eşitliğe (yani insanların dili, dini, soyu, sopu, rengi, cinsi, tercihi, siyasi, felsefi vs. görüşü ne olursa olsun eşit haklara sahip olması) ise ancak sınırların ve ulusal devletlerin olmadığı bir dünyada, bir dünya cumhuriyetinin eşit haklı yurttaşları olarak ulaşabilirler.
Bugün yeryüzündeki sistem, insanları değil, ulusları eşit olarak kabul eder. Herhangi bir devletin veya ulusun vatandaşı diğer ulusun ya da devletin topraklarına bile giremez ve oraya bir turist gibi girse bile o devletin veya ulusun vatandaşlarının hiçbir hakkına sahip olamaz.
O halde ulusları ve ulusal devletleri veri ve tarafsız bir ortammış gibi kabul ederek, onların içinde politika yapan; onları yıkmayı ana hedef olarak benimsemeyen herhangi bir örgüt ya da kişinin demokrat olduğu söylenemez.
Demokrat olmanın şartı ulusları ve ulusal devletleri yüzünden ortadan kaldırmak için savaşmak; ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı mücadele etmekten geçer. Ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunanlar milliyetçilerdir ve milliyetçiler demokrat olamaz
Bugün dünyada ve Türkiye’de böyle bir amacı en başa koymuş bir hareket veya örgüt olmadığından dünyada Demokrat bir hareket ve örgüt bulunmadığı gerçeği ortaya çıkar. Bu nedenle bugünkü dünyada Demokrat yok denecek kadar azdır denebilir.
Demokratın olmadığı bir dünyada sosyalistlerin varlığından söz edilemez.
Çünkü sosyalizm demokrasiyi, tüm insanların biçimsel eşitliğini varsayar.
Çünkü bir sosyalist, insanların biçimsel eşitliğinin yetmeyeceği, bunun ancak sosyal eşitlikle birleştiğinde gerçek bir eşitlik olduğunu söyleyen ve savunandır.
Böyle bir amacı olduğunu söyleyenler vardır ama bunun için, yeryüzündeki insanların gerçek bir biçimsel eşitliğe kavuşmasının öncelikli bir görev olduğunu; yani ulusları ve ulusal devletleri yıkmayı baş görev olarak önüne koymuş bir sosyalist hareket veya örgüt yoktur.
O halde bugünkü dünyada henüz sosyalistlerin de bulunmadığını söylemek bir abartma olmaz.
Peki, bir Marksist ile bir sosyalisti ayıran nedir?
Bir Marksist bu eşitliğe ancak mülkiyet münasebetlerinde bir değişiklikle; meta üretiminin kaldırılmasıyla; yani üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ve kar ekonomisinin kaldırılmasıyla ulaşılabileceğini söyleyendir.
Bir sosyalist ise, bu eşitliğe, mülkiyet münasebetlerine ve onun ortaya çıkardığı sınıflara dokunmadan; dağılım ve bölüşüm üzerinden ulaşmaya çalışandır.

DEMİR KÜÇÜKAYDIN
Tarihte Sosyalistler ve demokratlara en iyi örnek Akdeniz – Ortadoğu alanında doğmuş Hıristiyanlık ve İslam gibi tek tanrılı dinlerdir. Putların ve totemlerin egemen olduğu dünyada, Allah’a inanmak, Allah’a inananların biçimsel eşitliği demekti.
Allah insanların biçimsel eşitliğini sağlar. Hâlbuki aşiretlerin ve onların Tanrılarının egemen olduğu bir dünyada, tıpkı bugünkü uluslarla dolu dünyada olduğu gibi insanların bir eşitliği olmaz; olsa olsa aşiretlerin eşitliği olur ki bunu sağlayan sistem; tüm tanrıları bir araya getiren Panteonlar; İslam öncesi Mekke’nin Kâbe’leri olmuştur.
Ancak bir süre sonra o eşitliğin bile sürdürülemediği; bir takım tanrıların (Aşiretlerin, Kentlerin) Mekke’nin Kureyşlileri gibi üste çıktığı görülmüştür.
Kaldı ki, eşitliğin olmadığı yerde, her aşiretin (komünün, topluluğun) farklı bir dini; dolayısıyla tanrısı olduğundan aşiretler arası evlilikler ve geçişler durur; aşiretler (Komünler) içine kapanır ve bir kast sistemi ortaya çıkar. Bunun en iyi örneği bizzat Hinduizm, onun binlerce tanrısı ve Hindistan’daki Kast sistemidir.
Hıristiyanlık ve İslam, insanların biçimsel eşitliğinin yetmeyeceğini görmüşler ve bunu sosyal eşitlikle desteklemeye çalışmışlardır. Ancak bu eşitliğe tüketim ve bölüşüm üzerinden; mülkiyet münasebetlerine dokunmadan ulaşmaya çalıştıkları için başarısız olmuşlardır.
Ama bu hedefleri bakımından aynı zamanda sosyalist olarak tanımlanabilirler.
Totemlerin, putların, aşiretlerin egemen olduğu bir dünyada tek tanrı fikri veya Allah, insanların biçimsel eşitliğini sağlayabilir; ama çok tanrılı (Hinduizm) ya da tek tanrılı (Hıristiyanlık, İslam); tanrılı ya da tanrısız (Budizm, Taoizm, Konfiçyüsçülük) dinlerin farklı uygarlıklarda egemen olduğu; öte yandan bir tek dünya pazarında birleşmiş bir dünyada bu biçimsel eşitliği sağlamanın tek yolu: o dinleri insanların kişisel sorunu (inanç) olarak tanımlamak ve insanların inançları ne olursa olsun eşit olduğunu ilan etmek biçiminde olabilirdi. Aydınlanma insanların inancı, soyu, ne olursa olsun eşittir derken İslam’ın Allah ile yaptığını yapmaya çalışıyordu.
Aydınlanma özünde bu biçimsel eşitliği sağlama hareketinin; bu yeni yeryüzü dininin adıydı. Hazreti Muhammet ben Peygamberlerin sonuncusuyum derken doğru bir öngörüde bulunuyordu; bu yeni din artık peygambersiz doğuyordu.
İşte modern sosyalist akımlar ve Marksizm bu eşitliğin veri olduğu varsayımından yola çıkarlar.
Ancak Aydınlanma’nın başına da tıpkı tek tanrılı dinlerin başına gelen geldi. Ulusçuluk karşı devrimi insanların eşitliği fikri ve idealinin yerine ulusların eşitliğini; devletlerin eşitliğini geçirdi.
Sosyalistler ve Marksistler bu karşı devrimi görüp de buna karşı mücadeleyi en başa koymadıkları için; bırakalım sosyal eşitliği bir yana; insanların biçimsel eşitliği için bile mücadele etmediler; hatta modern toplumsal ilişkilerin ulusçuluk denen karşı devrimci biçimde yayılması ve yerleşmesinin aracı oldular.
Bu nedenle bugün yeryüzünde bir sosyalist ve demokrat hareket ya da örgüt yoktur, bir avuç insan dışında.
Bugün bütün çıkışsızlığın temelinde bu yokluk bulunmaktadır.
Sorun bu yokluğun nasıl aşılacağı; insanların gerçek bir eşitliğe ulaşması için önce biçimsel bir eşitliğe ulaşmaları gerektiğini savunan ve uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleyi en baş görev olarak ortaya koyan bir hareketin ve yeryüzü çapında bir örgütlenmenin nasıl oluşturulacağı noktasında düğümlenmektedir.
Elbette bu biçimsel ve sosyal eşitlik idealinin yayılması için mücadele etmek; bu fikri, bu ideali veya bu programı yaymaya çalışmak (tebliğ) her zaman yapılması gereken bir iştir. Ama bu özel bir görev anlamı taşımaz, soluk almak gibidir; bir varoluş koşuludur.
Bu, verili koşullarda hangi ana halkanın yakalanması gerektiği sorusuna bir cevap oluşturmaz.
O halde soruyu şöyle sormak gerekir: HDP’ye oy vermek ya da istemek, gerek yeryüzündeki insanların biçimsel eşitlik idealiyle (yani demokrasi) gerek sosyal eşitlik idealiyle  (yani sosyalizm) bağdaşır mı? Eğer bağdaşırsa ne ölçüde bağdaşır ve neden bağdaşır?
Onu kendisinin kendisi hakkındaki tanımlamalarıyla değil de sosyolojik tanımlamalarla bakıldığında hemen görüleceği gibi, HDP henüz demokrat bir hareket bile değildir.
Çünkü o ulusları (politik birimleri) yok etmeyi değil; onların eşitliğini savunmaktadır. Politik birimlerin bir dille, dinle vs. tanımlanmasına karşı değildir ve aksine tüm dillerin ve dinlerin politik birimler olarak örgütlenmesini savunmakta ve kendi içinde de bizzat bunu uygulamaktadır.
Ulusların birbirini ezmemesini, eşit konumda bulunmasını savunmak ulusçulukla çelişmez, aksine ulusların ve ulusçuluğun temel ilkesini savunmaktan başka bir anlama gelmez.
Ulusların kaderini tayin hakkı; ulusların eşitliği; ezen bir ulusun özgür olamayacağı ilkeleri demokrasinin değil, ulusçuluğun ilkeleridir.
Bunları savunmanın demokratlık ve bunların varlığının demokrasi olduğunu söyleyenler ulusçulardır. Ama nasıl bir çağ kendi hakkındaki tanımlarla yargılanamazsa ulusçuluk da kendi demokrasi tanımlarıyla tanımlanamaz.
HDP’nin içindeki veya dışındaki, Kürtlerin ayrılma haklarını savunan “Türk sosyalistleri” akıllı Türk milliyetçilerinden başka bir şey değildirler; ayrı bir devlet kurmayalım, Türkiye’de ve Ortadoğu’da demokratik; bütün ulusların eşit olduğu bir düzen kuralım diyen Kürt Özgürlük hareketi de son duruşmada Akıllı Kürt milliyetçileridirler.
Yani sosyolojik olarak HDP, akıllı Türk ve Kürt milliyetçilerinin ulusların eşitliğini reddedenler karşısındaki bir ittifakından başka bir şey de değildir programatik hedefleri itibariyle.
Yani özünde, nesnel olarak programıyla, bırakalım demokrat olmayı; bırakalım ulusları veya politik birimleri bir dille, dinle, soyla, tarihle, kültürle tanımlamayı reddeden nispeten daha demokratik bir milliyetçiliği bir yana; henüz ulusları veya politik birimleri bir dille, dinle, tarihle, kültürle tanımlayan en gerici milliyetçiliği savunmakta ve hatta yaymaya çalışmaktadır HDP.
Böyle bir hareketi ve partiyi desteklemek demokrasi mücadelesiyle çelişmez mi?
Maden Demokrasi ile uluslar ve ulusal devletler; demokratlık ve milliyetçilik bir arada bulunamaz ve bunların bir arada bulunabileceğini savunmak Allah’a şirk koşmaktan farksızdır; o halde bir demokrat veya sosyalistin ulusların dille, dinle, kültürle, tarihle tanımlanmasını reddetmeyen ve böyle tanımlanmış ulusların eşitliğini savunan bir hareketi desteklemesi ve ona oy verilmesini istemesi sosyalizm ve demokrasi idealiyle ne ölçüde bağdaşır?
Bağdaşır çünkü gerçeklik somuttur.
Bağdaşır çünkü geniş yığınlar bizzat girdikleri mücadelelerin içinde öğrenirler.
Türkiye ve Orta Doğu’da egemen olan devletler ve politik güçler her şeyden önce milliyetçiliğin ilkesi olan, ulusların; yani dillerin, dinlerin eşitliğini bile reddetmektedirler.
HDP’nin yapmaya çalıştığı, Hazreti Muhammet’in peygamberlik inmeden önce yapmaya çalıştığıdır denebilir. Bilindiği gibi, Hacer ül Esved’i kim taşıyacak diye birbiriyle kavga eden aşiretlerin kavgasını engellemek için taşı bir bezin ortasına koydurmuş ve hepsinin bir ucundan tutarak taşımalarını sağlamıştır. Ama nasıl Hazreti Muhammet bir süre sonra bu yolun yol olmadığını görüp, aşiret kardeşliği yerine Allah’ın kulluğu; totemler yerine Allah’ı geçirerek ve totemler düzenini yok ederek bu eşitliğin ve barışın sağlanabileceğini görmüşse; aynı şekilde bu hareket de ilerde ulusları dille, dinle vs. tanımlayan en gerici ulusçuluğa ve hatta uluslara karşı bir harekete dönüşebilir. Eşitlik diye bir derdiniz olmazsa, onun nasıl sağlanabileceği üzerine bir düşünceniz ve tecrübeniz de olmaz.
İşte HDP’de politik ifadesini bulan hareket, en azından eşitliği bu reddedişe karşı bir reddediştir. Bir atom savaşıyla canlıların yok olduğu bir dünyada; hayatın yeniden doğuşu gibidir.
En küçük bir işçi hakkının olmadığı; en ataerkil sömürü biçimlerinin uygulandığı bir iş yerinde ilk kez birtakım işçilerin bir araya gelip sendika kurması gibi devasa ve eğitici bir adımdır.
Öte yandan, HDP’nin bir başarısı, Türkiye, Kürdistan ve Orta Doğu’daki güçler dengesini önemli ölçüde değiştireceği; özel savaş yıllarında ortalığı kaplamış zehirli havayı uzaklaştıran taze ve temiz bir hava olacağı için; demokrasi idealinin yayılması ve gündeme gelmesi için çok daha elverişli koşullar anlamına da gelecektir.
HDP’nin başarısızlığı ise, aynı zamanda savaş ve gericiliğin güçlenmesi anlamına geleceğinden, hem bölge ve insanlar için çok daha acılı ve kanlı bir süreç; hem de daha zor koşullarda daha zorlu bir mücadele anlamına gelecektir.
Bütün bu nedenlerle, taktik bir hedef olarak HDP’nin özellikle seçimlerde yüzde on barajını aşması için tüm gücüyle çalışmak; her sosyalistin ve demokratın mücadele etmesi gereken bir hedeftir.
Bu nedenle her sosyalist, her demokrat oyunu HDP’yi vermeli ve HDP’nin başarısı için varını yoğunu ortaya koymalıdır.
15 Mayıs 2015 Cuma - Demir Küçükaydın

(Bu yazı, Demir Küçükaydın'ın Demirden Kapılar (http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/) bloğunda yayınlanmıştır. Yazının DEMOKRATHABER/İDEAHAYAT'ta yayınlanmasında kendisinin onayı vardır)
Daha yeni Daha eski