Abdullah Öcalan’ın ortaya attığı ve Kürt hareketinin benimsediği “Demokratik Özerklik” projesi, yakın zamanlara kadar savunulduğu biçimiyle, Türkiye’de devrimci bir dönüşümün beklenmediği, silahlı Kürt siyasi hareketinin ise kendine özgü bir politik varlık alanı oluşturduğu ve tasfiye edilemediği ancak devletleri parçalama, sınırları değiştirme gücüne sahip olmadığı koşullarda, Kürt hareketinin devlete yaptığı bir “uzlaşma önerisinin” dayandığı temel perspektifdir.
Öcalan, bu modeli bir “paradigma değişikliği” olarak tanımladı ve Kürt hareketinin programını, örgütlenmesini ve mücadele çizgisini bu çözüm modeline ve bu modelin dayandığı paradigmaya göre düzenlemesi gerektiğini savundu. Kürt hareketi Öcalan’ın geliştirdiği bu çözüm modelini “resmen” benimsedi ve pratikleştirmeye girişti. (Kürt hareketinin bu yeni paradigmayı pratikleştirmekte ne kadar başarılı, ne kadar başarısız olduğu elbette tartışılır, ama pratikleştirmek için çok çaba sarfettiği ve Türkiye ve Ortadoğu bağlamında, laik, demokratik ve halkçı bir güç alanı oluşturarak, etkili/etkileyici sonuçlar yarattığını da kabul etmek gerekir.)
Öcalan’a göre ulusal sorunun 20.yy’daki temel çözüm modeli olan Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı (UKTH) “devletçi” ve “hiyerarşik” bir paradigmaya dayanıyordu ve ulusal sorunların çözümünü sağlamakta başarılı olamamıştı. Demokratik Özerklik temelinde geliştirilecek Demokratik Konfederalizm ise, Kürt sorununun, mevcut devletlerin parçalanmasını, yeni devletlerin kurulmasını ve sınırların değiştirilmesini gerektirmeyen bir çözümü olarak formüle edilmişti. Bu çözüm modeli, ulusal sorunun “devletçi ve hiyerarşik olmayan” bir tanımına dayanıyordu. Öcalan ulusun, üyelerinin toplumsal nitelik taşıyan bütün bireysel özgüllüklerini birer “birlik temeli” olarak gören, kabul eden ve bu temeller üzerinde örgütlenen her birliğe varlık ve irade özgürlüğü tanıyan bir “çoğulluklar birliği” olarak örgütlenmesi halinde bugün yaşadığımız ulusal sorunların, devletlere, sınırlara, mülkiyet ilişkilerine dokunulmaksızın temelsizleşeceğini ileri sürüyordu.
Bu görüşden hareket eden Öcalan, Kürt ulusal sorununun çözümü için ilk adımda Kürtlerin bir “demokratik ulus” olarak örgütlenmesini ve üzerinde yaşadıkları tüm coğrafyalarda “Demokratik Ulus dönüşümlerinin” etkin bir öznesi haline gelmesini öneriyordu. 40 yıl önce “Kürdistan devriminin Ortadoğu devriminin anahtarı” olduğunu ileri süren Öcalan, 40 yıl sonra “Kürt sorununun çözümünü Ortadoğu’nun demokratikleşmesine ve barışına götürecek kapsamlı bir reformun anahtarı” olarak tanımlıyordu. Öcalan, “Demokratik Özerklik” ve “Demokratik Konfederalizm”i, Kürt sorununu “devletleri yıkmadan”, “sınırları değiştirmeden”, bölge devletlerinin içerisinde yer aldığı “uluslararası toplum” (emperyalist birlik ve koalisyonlar) ile açık ve doğrudan bir çatışmaya girmeden ve (üretim araçlarının) mülkiyet haklarına dokunmadan çözebilecek bir “açılım” olarak sundu.
Demokratik Özerklik önerisinin “sadece Kürdistan için değil, tüm Türkiye için bir doğrudan ve yerinden yönetim yapısı” biçiminde geliştirilmesi, aslında Kürt sorununu, UKTH’na göre (bağımsız devlet veya bölgesel özerklik gibi) bir statü talep etmeden çözmeyi amaçlıyordu. Dikkat edilirse, özerkliğin içeriğini oluşturmaya yönelik açıklamaların hiçbirinde “ayrılma hakkı”, ya da ayrılma hakkına doğru ilerletilebilecek unsurlar ileri sürülmedi. (Zaten Öcalan’ın kendisi de diyalog sürecinde mesafe alınmaya yakın olunduğunu hissettiği durumlarda “statü talebinin olmadığı”nı söylemiştir.) “Demokratik Özerklik”, Kürt sorununun Türkiye sınırları içerisinde ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesiyle çözülebilmesi için ileri sürülen bir programdır.
Öcalan’ın bu “açılım”ı, Kürt ve Türk liberalleri tarafından “Türkiye’deki Kürt sorununun Avrupa Birliği Özerklik Şartı’ndaki çekincelerin kaldırılmasıyla kapıdan içeri sokulabilecek bir idari reformla çözülebileceği; Kürt sorununun çözümünün Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin neoliberal dönüşümü süreci ile uyumlu ve ilerletici bir modelinin oluşturulabileceği” biçiminde okundu ve alkışlandı. Bunun tam karşısında, Türk “devletçi solcuları” ve Kürt “ilkel milliyetçileri”, (Emperyalizme/Türk devletine) “teslim olduğunu” ileri sürerek Öcalan’a lanetler okudular.
Ama pratik, ne liberallerin ne de milliyetçilerin umduğu gibi ilerledi. Suriye’de ABD-Türkiye güdümlü “İslamcı muhalefet”in kuyruğuna takılması, Türkiye’de AKP iktidarının payandası olması beklenen Kürt hareketi, tam aksi yönde ilerledi. PYD’nin önderliğinde kurulan Suriye Demokratik Güçleri, Suriye iç savaşının seküler ve yerel çözümüne yönelen bir güç merkezi olarak şekilleniyor. HDP’nin parlamentodaki varlığı ve barikata çıkan silahlı Kürt direnişi AKP-Erdoğan’ın fiili başkanlık rejiminin “yıkmadan ayakta kalamayacağı” bir düşmanı oldu. Ortadoğu ölçeğindeki Kürt siyasi sürecinin “Barzani’nin kucağında Ortadoğu’nun ikinci İsraili’ni oluşturmaya gideceği” varsayılırken, KCK sistemi içindeki güçlerin Kürdistan’ın bütün parçalarında yarattığı etkiler, bu hesapları bozdu. Neoliberal yeni sömürgecilik politikalarının AKP eliyle uygulamaya sokulan “İkinci Kuşak Yapısal Dönüşüm” hamlesiyle gündeme gelen “desentrilizasyon” modeli, yerel yönetimlere, Kürtlerin talepleriyle uyumlu bir yetki devri getirmedi; tam tersine eskisinden çok daha baskıcı ve merkeziyetçi bir yönetim modelinin altyapısını oluşturan ve en sonunda AKP-Erdoğan’ın “İslam-Türk Sentezi” faşizmine varan bir “yapı söküm” süreci olarak işledi. AKP’nin neoliberal “ileri demokrasisi”de (ala Turka “Führer”) “Reis”de simgelenen bir faşizm periyodunda tekemmül etti.
Geldiğimiz noktada “Demokratik Özerklik”, müzakere masasının “neredeyse hiçbir şeyi değiştirmeden her şeyi değiştirecek” mucizevi formülü olmaktan çıktı, yoksul Kürt genç kadın ve erkeklerinin kurduğu barikatların arkasına geçti. İslam Devleti-sonrası (Post-IŞİD) Türkiye, Irak ve Suriye’sinin “Demokratik Konfederalizm” ile uyumlu (AB “rüyası” benzeri) bir Ortadoğu “birliği”nin çekirdeğini oluşturmasının olanaksızlığı ise ortada; Ortadoğu’nun tüm halkları arasında serbest ve gönüllü ilişkilerin bölgedeki emperyalist ve yerel egemenlerin gölgesi altında yaşam bulamayacağı açık.
Demokratik özerkliğin “öz savunma” hareketleriyle kaynaşarak geliştiği, neoliberal yeni sömürgeciliğin AKP-Erdoğan faşizmi olarak olgunlaştığı günümüz ortamında, bu çözüm modelini “geri dönülecek akıl yolu” olarak tartışmanın ve görmenin olanaklı olmadığını anlamalıyız.
Olan oldu. Egemenlerin Türk ve Kürt orta sınıf aydınlarına kurdurduğu öforik/paranoid hayallerin sonuna geldik. “Demokratik Özerklik”, artık “Türkiye devletine” yapılan bir öneri değil, Türkiye halkına yapılan bir çözüm önerisine dönüşmüştür. “Türk” ve “Kürt” sol hareketleri artık bu öneriyi, Türkiye ve Kürdistan’daki muhalefet süreçlerinin ortak hedefi olarak programatize edip edemeyeceğini tartışmak zorundadır. Bu açıdan, birbirimizi anlayabileceğimiz kadar deneyimimiz de oldu.
Bu durumda “bizim cephemizden” ilk olarak sosyalistlerin Kürt hareketinin Kürt sorununu çözmek için devlete önerdiği bu “demokratik Türkiye modeli”ne (Öcalan buna “demokratik Türkiye ulusu” diyor) karşı konumunun ne olması gerektiğini tartışmamız gerekiyor.
Öncelikle önerinin UKTH’na göre yapılmamış bir öneri olduğuna dikkat çekmeliyiz. Kürt hareketi “demokratik özerklik” önerisini ayrılmak için değil, “ayrılmamak” için yapıyor. Demokratik özerklik önerisi Kürt sorununu Türkiye devleti sınırları içinde bir “Kürt siyasi entitesi (varlığı)” oluşturarak çözme önerisi de değil; bir “birlikte yaşam” önerisi. Dolayısıyla bu öneri karşısında, “Sosyalistler, UKTH’yı kayıtsız şartsız savunduklarına göre, Kürt hareketinin Kürt halkının çoğunluğunun kabul ettiği ‘Türkiye Kürdistanı’na Türkiye’nin bir özerk bölgesi statüsü verilmesi talebini’ savunmalıdır” biçiminde bir yanıt üretmeleri yeterli olmayacaktır.
Elbette Kürt halkı Türkiye Kürdistanı’nın Türkiye devletinden ayrılması ve ayrı bir devlet olarak örgütlenmesi hakkına da sahiptir, Türkiye devleti sınırları içinde “bir özerk siyasi birim” olarak örgütleme hakkına da sahiptir. Sosyalistlerin ilkesel tutumu, Kürt halkının tercih ettiği somut çözüm biçimini (eleştirme hakkını koruyarak) desteklemektir.
Ancak belirttiğimiz gibi “Demokratik Özerklik” önerisi bir “kendi kaderini ayırma” önerisi değil, bir “birlikte yaşama” önerisidir. Kürt hareketi, demokratik özerkliğin içeriğini tanımladıkları metinlerinde, Kürtlerin Türkiye devleti sınırları içinde kendilerini “eşit ve özgür” hissetmeleri için gerekli olan “asgarileri” sağlayabilecekleri bir haklar ve yetkiler manzumesini sıralamaktadırlar. Türkiye sosyalistleri açısından sorun, Kürt sorununu çözen bu “hak ve yetkiler manzumesi”nin aynı zamanda “Türkiye sosyalistlerinin (Kürt sorunu da içinde olmak üzere) öncelik verdikleri sorununların, sosyalistlerin perspektifine uygun bir çözümü”ne de katkıda bulunup bulunmayacağıdır.
Türkiye devrimci hareketinin siyasi mücadelesinin temel düzlemi “faşizme karşı mücadele”dir. Faşizme karşı mücadele edilmeksizin diğer hiçbir alandaki mücadeleleri ilerletmek, derinleştirmek ve halkçı-sosyalist bir çözüme ulaştırmak mümkün değildir. Kendisine “Sosyalistim” diyen hiçbir siyasi merkez, Kürt sorununun, Türkiye’deki siyasi demokrasi sorununun somut merkezi durumuna geldiğini yadsıyamaz. Dolayısıyla, Türkiye sosyalistlerinin uğrunda mücadele edeceği bir “Türkiye demokrasisi”nin Kürt sorununu çözecek bir “siyasi çözüm asgarisi”ni içermesi de zorunludur.
Bu noktada iki soru sorulmalıdır:
1- Kürt hareketinin “Demokratik Özerklik” olarak ifade ettiği “ademi merkeziyet” modeli Kürt sorununu çözecek bir asgari temeli oluşturuyor mu?
2- Kürt hareketinin önerdiği “ademi merkeziyetçi” model, Türkiye’nin genel demokrasi sorununun, (yani faşizm sorununun) çözümünü kolaylaştıran bir model midir, zorlaştıran bir model midir? (Bu soruyu şöyle de formüle edebiliriz: “Türkiye’de Kürt sorunu olmasaydı, doğrudan demokrasiye dayalı, ademi merkeziyetçi bir sistem sosyalistlerin, faşizme karşı mücadelesinin bir momenti olabilir miydi?)
Birinci soruya duraksamaksızın “evet” yanıtını verebiliriz.
İkinci sorunun yanıtı ise bundan 4-5 sene önce belki tartışılabilirdi. Bizim bu tartışmadaki konumumuzu, faşizme karşı mücadeleye ilişkin özgün (“direniş komiteleri” temelindeki “anti faşist direniş cephesi”) anlayışımız belirliyordu. Ama AKP faşizminin atı alıp Üsküdar’ı geçtiği 2015 Türkiyesi’nde “öz yönetim” ve “öz savunma”nın faşizme karşı mücadelenin vazgeçilmez talep ve yöntemlerini oluşturacağı zaten açıktır.
Dolayısıyla bugünün tartışması, Kürt öz savunması ve “demokatik özerkliğinin” doğru ve geçerli olup olmadığı değil, Kürt öz savunması ve öz yönetiminin Türkiye’deki karşılığının nasıl üretileceği sorunu etrafında şekillenmelidir. FERDA KOÇ - SENDİKA.ORG