Umberto Eco ile tanışma

Üniversite yıllarım. Sanata aşırı ilgili, dersleri boşlamış haylazın tekiyim.  Ankara sokaklarını gezer dururdum. Yanımda benim gibi bir kaç arkadaş.

Taşradan gelmemiştik ama film festivali, tiyatro festivali, kitapçı, sahaf gördük mü dayanamazdık.

Kafamızda esen yellerin sayısı belli değil.  Tam da delikanlılığın içinde. Lodos mübarek.  Bi’ ordan esiyor bi’ burdan.

Aşk en büyük hayalimiz.

Galiba filmlerdeki gibi bir aşk. Kocaman, ölümsüz, kavuşmamış…

Ülke bir karmaşanın içinde.

Hem siyasi gelişmeleri takip ediyoruz. Olan biteni anlamaya çalışıyoruz. Hem de “aşk” meselesi kafamızı karıştırıyor.

Devrimci olup büyük aşka mı tutuşalım, sade aşık olup bi’ kişinin peşinden mi koşalım?

İkisi bir arada olmuyor o yıllarda.

Bilgi mi, aşk mı?

Savaş mı, huzur mu?

Kafamızı rahatsız eden çatışmalar buralardan çıkıyordu. İçimizde kahraman olma isteği. Devrimci abilerden, ablalardan duyduğumuz heyecanlı maceraları yaşama isteği. Duyduğumuz her eyleme koşa koşa gitmeye çalışmalar. Polisten iki cop yiyip böbürlenme, hava atma malzemesi bulmalar. Bariz bir heyecan var belli, ama neye evrilecek belli değil.

İşte bu karmaşanın yaşandığı günlerde  Ankara Peyzaj’dan Fethi ile (oooo, Fethi efsanedir. Bir gün bile okula gitmeden üçüncü sınıfa kadar gelmiş, sıkıntıdan okulu bırakmıştır)  sinemaya gittik.

Fethi sadece Fransız filmi olduğunu söyledi. Amerikan filmlerinin hay huylu, vurdu kırdılı girdabının dışında olan filmleri seviyorduk. Fransız filmleri de favorimiz. O yıllar Fransız aktörlerinin de hastasıyım.

Neyse, gittik oturduk. Film başladı karşımıza Sean Connery çıkmasın mı.

“Allaaaaaahhhhh Amerikan filmi gibi çekmişlerdir bunu arkadaş, boşa geldik”
“he ya yoksa niye holivud starı oynatsın”
O kadar parayı bilete vermişiz çıkamıyoruz. Oturduk yerimize izlemeye başladık filmi.

İlk başta “ne olacak holivud filmi” dediğimiz film kafamızda bir çok soru işareti çaktırttı. Filmin sonunda Adso’nun mahallenin güzelini terk edip bilgiyi seçmesi ruhumuzu çalkaladı da çalkaladı. 


“Peki sen kızı mı seçerdin, bilgiyi mi?”.

Hayatlarımızı bir anda başka yerlere götüren  soru buydu…

Filmin konusu bir kitaptan alınmış. Yazarın adı da Umberto Eco. İlk kez adını duyuyoruz.

“Hımmm bir bakalım kimmiş yazar”
O zamanlar “Gugıl Amca” yok. Öyle aklına bi’ şey geldi tak açarım şak bakarım falan hak getire. Gideceksin Dost Kitabevi’ne teker teker kitapları karıştırıp öğreneceksin.

Umberto Eco adını ilk duymam böyle oldu.

Bilgi Yolu

Hayatlarımızın taaa en özel yerini vuracağını bilemezdik. Bizi “aşk mı, bilgelik mi?” çatışmasına sokmuştu. Hemen “bil ge liiiiiikkkkkkk” seçeneğini işaretlemiştik. Kitabı okumamıştık daha. Çok daha sonra okuyacağım kitapta hiçte öyle bir karşı karşıya geliş yoktu. Yönetmenin seçeneğiydi bu. Ama Eco hayatlarımıza girmişti bir kez. Aşkın dışında da bir şeyler anlatıyordu ki bunları anlamak için biraz zaman geçmesi gerekiyordu.

Eco, hayatımı tamamen değiştiren bir insandı. Hem de hiç adını bilmeden, yüzünü görmeden onun bir anlatısından yapılan filmle devrimciliği seçmiştim. Kendi dogmalarımı da devrimciliğime kattığımı Eco duysa bir yerlerden bana kızardı. Bağnazlıklar, dogmalar onun en büyük düşmanıydı.

Eco’yu sevmek demek her şeyden önce bilgiyi sevmek demekti. Öyle bir bilgi sevmesi ki; bildiğin bütün formüllerin, teorilerin yanlış olabileceğine inanarak sevmekti. Bağnazlığın bütün türlerine karşıydı onun bilgisi. Savaştığı oydu aslında. Sanki Baudolino’nun Frederich’i gibi hiç bıkmadan at üstünde gerçeğin çarpıtılmasına karşı bir savaşa girmiş gibiydi Umberto Eco.

Eco bir tarihçiydi. Tarihçi olmasının yanı sıra romancıydı. Düşünsenize roman yazmaya Gülün Adı’yla başlamış. Yıl 1980, yaş 48. Romanlarında tarihin çarpıtılmasını, romana çerez yapılmasını bulamazsınız. Özellikle postmodern denilen romancı tiplemesinde bu fazlasıyla vardır. Eco bundan nefret etmez belki ama olumlamaz da. Onun romanlarında bunu bulma şansınız yoktur.

Eco’nun anlatmak istediği

Kitaplarını, yazarlığını, akademisyenliğini uzun uzun anlatıp, teknik bir değerlendirme yapmayayım. Benim için de sıkıcı olur. Beni çok etkilemiş bir yazarın bir kaç kitabından bahsederek birazcık ne yapmak istediğini anlatmaya çalışayım. Çünkü Eco yazarken bir şey anlatmak istiyordu. Okuyucusunu sadece eğlendirme derdinde olan bir yazar değildi. Şöhret olmak gibi bir derdi, çok satan az okunan olmak gibi bir derdi yoktu.

Baudolino; sanki bir tarih ders kitabı olarak yazılmıştır. Tarihi sevmeyen çocuklar eğlenerek öğrensin, “aaaa tarih ne şirin şeymiş” desinler diye düşünülmüş gibi gelir okudukça.

Hiç  unutmam; eski mahallemizdeki bakkalımız Ozan, kitap okumayı çok severdi. Dükkanda boş boş oturup gevezelik yapacağıma bir şeyler okuyayım derdi. Ozan’a bir gün Baudolino’yu verdim. Bir hafta sonraki sohbet şöyle:

Deniz abi adam da ne atıyo ya, ne yalancıymış bu Baudolino. Yalnız yazar bu kadar olayı nasıl uydurmuş helal olsun.
Uydurma değil Ozan, tarihte bu olaylar aynen böyle geçiyor.
O an çekirdek yemekte olan Ozan’ın boğazına birden çekirdek parçası kaçtı, öksürmeye başladı. Sırtına vura vura, helal, helal diye diye üstüne bir bardak da su içirerek durdurabildik öksürüğü.

Neeee, olaylar gerçek mi? Yani bu İstanbul’un (Konstantinopolis) Hristiyan yağması da mı?
Aynen Ozan tarih bu.
Aynı dinden insanlar bir birini soyar mı?
En büyük hırsızlar dindarlardan çıkar Ozan, ucunda para olunca din paravan olur. 

Prag Mezarlığı’nda;  anti semitizmin hangi işlere paravan yapıldığını, bütün kirli işlerin hep bir ulvi kisve altında zorla yaratılmış bir “düşman”a karşı geliştirildiğini anlatıyordu. Belge belge karşımıza çıkardığı sahneler sanki hep günümüzü anlatır gibiydi. Onun sözcükleriyle; “… imler ve imlerin imleri, yalnız nesnelerden yoksun olduğumuz zaman kullanılır.” (1) Sanki bir yerden bir “van minüt, van minüt” deniyor peşinden en kapsamlı anlaşmalar imzalanıyordu. Bir gelir kapısıydı düşman yaratmak. Hiç düşmanı olmayan bir devlet harcama yapamaz, harcama olmayınca da yolsuzluk yapılamaz. Yolsuzluk için en uygun zaman kriz dönemleridir. Eğer kriz yoksa “düşman” devreye girer.

Sahici bir yazar

Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi keza Faşizm İtalya’sını değil de günümüz Türkiye’sini anlatıyordu. Çocukluğumda okuduğum çizgi romanlar onun çocukluğunun bir parçasıydı, “Çocuk Kalbi” ikimizi de ağlatıyordu. Hayatımızın hep bir yerine dokunuyordu Eco. Çok kurgucu bir yazardı kuşkusuz. Romanlarındaki kurgular inanılmazdır. Ama sahiciydi. İşin sırrı buradaydı; sahicilik.

Sahte, uydurma bir şey yok. Çevremiz bir bağnazlıkla çevrili ve bütün bunların hepsi “vatan millet Rubicon”(2) denilerek yapılıyor. Yaşadıklarını, öğrendiklerini yavaş yavaş okuyucusuna aktarıyordu Eco. Bütün olay bu idi ve biz kendimizi bulunca seviniyor, daha çok okuyorduk onu. Onun yaptığı olay anlatıcılığı değildi. Osmanlı’da “vaka-î nivis” mi deniyor onlara, onlar gibi değildi işte. Dibine kadar felsefeye ve insanlığa batmıştı onun anlatısı. Çarpıtmadan ve insanca. Bilgiyle ve bilgelikle.

Ve bu bilgeliği sahiciydi. Bilmeden yazmaz, öğrenmeden konuşmazdı. Onun için akademisyenlikten arta kalan zamanlarda yazarlık vardı. Parlak bir akıldı. Aydınlık bir aklın ürünüydü.

Umberto Eco, bağnazlığa karşı sürekli ilerleyen, gelişen bir aklın gülüydü. Ve hep öyle kalacak. Adıyla var bir zamanlar gül olan, salt adlar kalır elimizde.(3)

(1) Gülün Adı romanından alıntı. Sf:43

(2) Rubicon: İtalya’da bir nehir.

(3) Stat rosa pristina nomine, nomina nuda tenemus (Adıyla var bir zamanlar gül olan, salt adlar kalır elimizde) Gülün Adı romanının en sonundaki satırdır. Sf; 564



UTKU DENİZ SİRKECİ - GEZİTE.ORG
Daha yeni Daha eski