İhtida Etmek: Uluslararası Komünist Hareketteki Gözle Görünmeyen Hizipleşme
Kara Panter Partisi 41 yıl önce 15 Ekim’de kuruldu. Bu, Maoist enternasyonalist hareket için önemli bir tarihtir. Eylül ayı içerisinde yayınlanan videosunda Usame Bin Ladin Amerikalıların İslam’a girmesini istiyor.[1] Kısa süre önce Rusya’da Limonof Müslüman oldu. Gazetelerde El-Kaide bağlantılı insanların bugünlerde Malcolm X hakkında konuştuklarından bahsediliyor.[2] Malcolm X Kara Panterler için yerele ait manevi bir ilham kaynağı. Mao ise ideolojik ve bilimsel açıdan ilham veriyor. Bu denemede ihtidâ etme, Müslüman olma ile ilgili düşüncelerimizi aktaracağız.
Denemenin yazarı İslam’ı incelemeye kısa süre önce başlamış bir isimdir. Tespitlerimize göre Müslüman Sultan Galiyef’in çıkarımları, kendisinden bağımsız olarak, emek-değer teorisinin derinlemesine incelenmesini içermektedir. Sultan Galiyef Lenin ve Stalin’den sonra önde gelen liderlerden birisidir.
Stalin ve Sultan Galiyef “eşitsiz” gelişim” tezi konusunda anlaşırlar. Bu tez tarihsel süreç içerisinde kabul etmedikleri hususlara kıyasla daha da önemli hâle gelmiştir. Zira Stalin nihayetinde Sultan Galiyef’i ezmiş, bu sebeple ondan ilham alan komünist hareketin ilgili sektörünü Batılılar görmemiş, bu eğilimi kimse tanımamıştır. Oysa aynı durum Trotsky’nin yolundan gidenler için geçerli değildir.
Sultan Galiyef’le yaşanan ayrışmada suç Stalin’indir. O uzun bir süre Trotsky üzerinden ciddi bir baskıya muhatap olmuştur. Bu baskının ana öznesi Rus işçi aristokrasisidir. Öte yandan Rus yerleşimciler Müslüman topraklarına taşınmaya başlamıştır. Galiyef burjuva milliyetçiliği konusunda aşırıya kaçtığı için suçlu olsa da hatta adı emperyalist olmayan devletlerin yöneticileri ile komplolara karıştığı iddia edilse de ona yönelik ihmalin anlaşılır bir yanı yoktur. Burada sorulması gereken şudur: Üçüncü Dünya burjuvazisine yönelik yapılan hatalar Batılı işçi aristokrasisinin burjuva kanadına yapılan hatalardan daha az mı önemsizdir? Keşke iki hata da yaşanmamış olsaydı. Bu hataların olmaması bireylerin ideolojik zihinleri dışında pek mümkün değildir. Komünist hareketler hiçbir zaman saf olmayacaktır. Bizim gibi Galiyef de asalaklığa vurgu yapan “eşitsiz gelişim” kampına ait bir isimdir.
Biliyoruz, Alman devrimi gerçekleşmedi. Daha da önemlisi Üçüncü Dünya ekonomik gelişme yoluna giren Almanya’nın on ila yirmi yıl gerisindeymişçesine eşitlenip homojenleşmedi. Diyalektikten ve Stalin’den dem vuruyorsak “eşitsiz gelişim”e atıfta bulunuyoruz demektir. Aynı fikrin kimi akademik ifadeleri dâhilinde “azgelişmişlik” veya “merkez-çevre” kavramları gündeme gelmiştir. Samir Amin bu konularla ilgili çokça şey kaleme almıştır. Rus devrimini bir kenara koyacak olursak, devrim güdüsü sadece “çevre”de, Stalin ile Galiyef’in sömürgeler dediği yerlerde varlık imkânı bulmuştur.
Emek-değer teorisi, eşitsiz gelişmenin, emperyalist sömürünün yegâne gerçek izahıdır. Emek-teorisi ile sermaye birikimini, dolayısıyla değişimin kendisini izah etmek mümkündür. Diğer izahatlar genelde Troçkizm dâhil, Batı’nın üstünlüğünü öngören, tarihdışı, kendisini övüp duran ideolojilere aittir. Tüm ülkeler “rezerv işsizler ordusu”na aittir. Bazıları yoğun biçimde sömürülmeyi işsiz olmaya yeğlerler. Emperyalizm Üçüncü Dünya’yı iliğine kadar sömürmektedir. Zenginlik üretme siyaseti bu pratiğe katkı sunar. Troçkist teori, emperyalist küresel genişlemenin Üçüncü Dünya’yı ilerleteceğini, sömürgelerin birbirleriyle “eşitleneceğini” öngörür. Troçkizmdeki dinamik unsur Batı’daki işçi sınıfının örgütlenmeyle teknik beceri açısından ilerlemesi ve üretici güçlerdeki büyümedir. Aksine MEH ve Galiyef Batı’daki sermaye birikiminin genişleyerek işçileri burjuvalaştırdığı üzerinde durmaktadır.
Enternasyonal komünist hareket içerisindeki ilk ayrışma enternasyonalist olmayan sosyal demokratları emperyalizmin kucağına itti. Troçkistler enternasyonalist olduklarına iddia etseler de sosyal demokratların başına gelen onların da başına geldi. Troçkizm menşevizmin tutarlı ve belâgatli bir versiyonu idi.
Batı’da Stalin ve Trotsky takipçileri arasında komünizm dâhilinde bir diyalog yaşanıyor. Maoist enternasyonalist hareket ise bu diyalogdan hoşnut değil. Tarihsel ayrışma Trotsky’ye hak ettiğinden fazla bilimsellik bahşedilmesi ile son buluyor. Trotsky kendiliğinden liberal, muhalif ve devrimci bir imaja sahip olmayı biliyor. Diğer yandan Sultan Galiyef takipçileri ise bilimsel komünizm akımının dışında tutuluyorlar. Bu, aydınların sömürülenlerle uygunsuz bir ilişki içerisine girdiğinin bir kanıtı olarak ele alınmalı.
Oysa Sultan Galiyef aydınların sömürülenlerle ilişkisini düzelttiği için bilimsel bir önemi haiz. Bizleri okuyanlar Galiyef’in ana ekonomik gelişme tezine vakıftırlar. Biz Galiyef’i tanımazdan önce mazlum milletler proletaryasının ortak diktatörlüğü görüşüne ulaşmıştık. Bizim yazdıklarımıza bakıp komünist pozu kesen Batılı şovenistlerin gözüne hiç ilişmeyen Galiyefçilere itibarları verildiği takdirde, Trotsky’nin kusurları daha net görülecektir.
Emperyalistlerin ve onların sahte Marksist savunucularının bizde bıraktığı izlenim şudur: Müslüman milliyetçiler tümüyle akıldışıdırlar. Mevcut uluslararası durum dâhilinde zalimin yanlış algısı karşısında şu söylenmelidir: İslam’a bağlı halkın pozitif ve negatif kimi yönleri mevcuttur.
Zalimler arasında, esasen önemsiz olan şeklî meseleler[3] saldırıya daha çok sebebiyet vermektedir. İşçi aristokrasisi ve cinsiyet aristokrasisi doğaları gereği doğruda durmaktadırlar. Öte yandan milyonlarca insanı ölüme gönderen Hitler durmaktadır. Almanya onun yolunu devam ettirmiştir. Eğer Türkiye, Pakistan ve Endonezya’da maoist devrim olur ise ABD emperyalizmi bu zorbalığına belki son verebilir. O günden önce Amerikalıların bu işleri bırakacağını beklemek gerçekdışıdır. Diğer emperyalistleri Filistin’de iki devletli çözümü kabul etmeye, Suudi Arabistan’dan ve Irak’tan çıkmaya ikna etmeye çalışmak nafiledir.
CIA analizcisi Michael Scheuer’e göre, Usame Bin Ladin pratik bir insandır ve asla akıldışılığa eğilimli değildir. Ona göre Ladin Amerikalı politik liderlere kıyasla daha gerçekçidir. Çok sayıda CIA analizcisinin Ortadoğu’daki görevlerinden istifa etmesinin bir sebebi de budur: “Korkarım El-Kaide dünyayı bizden daha net görüyor.”[4] Michael Scheuer ABD’nin ya daha yoğun ve gerçekçi bir savaşın içine sürükleneceğini ya da pes edeceğini söylemektedir.[5]
Medyadaki niteliksizlik ortada olduğuna göre, bizim El-Kaide hakkında pek bir şey bilmediğimiz de açık olmalıdır. Eğer Scheuer’in bu örgütle ilgili tasviri doğru ise El-Kaide dünyadaki en önemli anti-emperyalist örgüttür. O Afrika, Ortadoğu ve Asya’da silâhlı mücadele yürütmektedir. Öte yandan Batı’da ise bize silâhlı mücadeleyle hiç bağlantısı olmayan kitaplar ya da mazlum-sömürülen kitleler kalmaktadır. Bugünlerde silâhlı mücadele sayesinde El-Kaide Pakistan’ı yönetme iddiasını dillendirebilmektedir. Bu gerçeği Butto’nun arkadaşları da öğrenmiştir.[6]
Troçkizmin ve diğer menşevizm türlerinin şovenist baskıları karşısında enternasyonalist komünist hareket Hamas, Hizbullah ve El-Kaide’nin yaptıklarına bakmalıdır. Bizce mesele şudur: “Bizi Allah kurtaracak” cümlesi “bizi Batılı işçi kurtaracak” cümlesinden daha fazla gerçeklik barındırmaktadır. Bugün Müslümanlar zulme uğramakta ve sömürülmektedirler. Bir Taliban üyesi Avrupalı ve Amerikalı işçilerin sömürüldüğünü, her an ayaklanabileceğini söyleyen sahte komüniste kıyasla daha az ütopiktir. Taliban emperyalizme karşı savaşmayı somut olarak bilmektedir. Batı’da o hep bahsedilen “işçi sınıfı” ise sadece kanepesini tanımaktadır.
Afganistan’daki özgürlük savaşçıları Sovyet sosyal-emperyalizmini yenmenin keyfini iyi biliyorlar. Şimdi onlar ABD emperyalizmi ile savaşıyorlar. Maalesef Troçkistler Lenin’in ölümünden beri tek bir devrim yapmadan seksen yıldan fazla bir süredir palavralarını hararetle dile getirmeyi iyi biliyorlar. Demek ki her şey altüst olmuş: bilim insanı olduklarını iddia eden Troçkistlerin gerçekle bağları yok ama dindar olduğunu söyleyen Taliban emperyalizmin askerî birliklerine karşı mücadele eden savaşçıları bir araya getiriyor. Bu, Marx’ın bizim için hazırladığı ama böyle sonuçlara yol açacağını ummadığı bir tür girdap diyalektiği. Marx’ın döneminde Avrupa’nın mücadelenin merkezi olacağı düşünülüyordu. Stalin ise Marx’ın hatalı olduğunu, devrimin “en zayıf halka”da gerçekleşeceğini söyledi. Afganistan ve Somali Stalin’in tezinin kanıtı.
İslam’da komünistlerin troçkizmde buldukları dünya anlayışına kıyasla bin kat daha önemli görülmesi gereken bir yan mevcuttur. İslam, kutsal kitabı Kur’an’ın da ifade ettiği üzere, her daim enternasyonalisttir ve ırkçılık karşıtıdır. Haçlılara karşı mücadele etmiş olan Selahaddin Eyyübi burjuva sosyal devrimini savunma cihadı kavramıyla takdim eden isimdir. İncil komünizme dair kimi emarelere sahip olsa da Selahaddin’in Haçlılara karşı verdiği mücadele ve onun üzerinden yükselen efsane bugün sosyal devrim için sağlam bir İslamî tarihsel temel olarak önümüzde durmaktadır.
Bir de buna Sultan Galiyef’i eklemek gerek. O öncü parti ihtiyacı üzerinde durmuş, ekonomik gelişme teorisi geliştirmiş, yerleşimci güçlerin politik ekonomisini eleştirmiştir. Yaygın kanaatin aksine o İslam’daki feminizmin öncüsü, kadınların eşitliğinden yana saf duran bir isimdir.
Umarız emperyalist ülkelerde Galiyef’in fikirlerini kabul eden yeni hücreler kurulur. Batı’da ve İslam içerisinde bizim çizgimizde bir mücadele ortaya koymanın en zor yanı, kadın meselesidir. Sömürgecilik ve emperyalizmle ilgili onca yıldır süren çalışmanın anlamlı bir biçim kazanması bu bağlamda zordur. Gene de emperyalist ülkeler için uygun bir cinsiyet teorisi ancak buradan neşet edebilir. Eğer gençlere gidip bizim çizgimiz dâhilinde kabul edilir bir cinsiyet teorisi sunarsak sağlam, yeni hücreler kurabiliriz.
Bugün Galiyef çizgisini takip eden muhtelif örgütler mevcuttur. Bunların bazıları onun eserine sadıkken, diğerlerinde bu sadakat daha düşüktür. Hamas, Hizbullah ve El-Kaide’nin atalarına baktığımızda kendimizi buluruz. Böylelikle emperyalistlerin “İslamokomünizm” ile ilgili alaycı yaklaşımları karşısında ufak da olsa somut bir gerçeklik bulmuş olunur. Batılı aydınlar sırf Stalin Galiyef’i idam etti dedikodusundan ötürü bu gerçeği bilmemektedirler. Bu dedikodu sebebiyle Galiyef’in eserleri İngilizceye ve Rusça dışında diğer Avrupa dillerine çevrilmemiştir. Bugün Rusça ve Türkçe bilen insanlar Galiyef’i daha fazla tanımaktadır.
Kur’an’ın kökeninde Arapça durur. İslam’ın Araplar arasında ulusal açıdan önemli görülmesinin sebebi budur. Burada sadece dinî bir önem söz konusu değildir. Kur’an’ın amacı Arapların karşısına tektanrıcılığın somut bir ifadesini çıkartmaktır. Kur’an’ın Arapça dışında başka bir dile çevrilmesine pek sıcak bakılmamaktadır.[7] bu da Mao’nun “somut olmayan bir Marksizm yoktur” sözüne benzer. Kim İl Sung (Juche) da evrensel olana sıçrama konusunda kimi endişelere sahip bir kişidir. Kur’an konusunda esas olarak çeviri esnasında ortaya çıkacak metne şeytanın sızacağından endişe edilmektedir.
İslam’ın ulusal ve kültürel bir ifade olarak anlaşılması bizim neden sekter olmadığımızı da izah eder. İşçi aristokrasisine takık ve sadece ona odaklanmış partiler bizim Devrimci Enternasyonalist Hareket’ten nasıl koptuğumuzu anlamamaktadırlar. Sonrasında Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’ndan da ayrıldık. Hatta Rusya Maoist Partisi’ndeki yoldaşlarımızla da tartıştık. Her ayrışmada söz konusu sınıfa koştuk, milyarlarca insanın derdiyle hemhal olduk. Geride bıraktığımız birey veya örgütlerin sahip olduğu en ufak endişe ve derde sahip değiliz. Gene de bugün hareketimiz tarihsel planda en yoğun nüfuza sahip olduğu bir konumda.
Diğer örgütler bize oy vermeyi ve liderleri seçmeyi sorgulamamızı isteyip duruyorlar. Bizim kibirli olduğumuzu söylüyorlar. Oysa milyarlarca insan söz konusu olduğunda Batılı işçi aristokrasisi ya vardır ya da yoktur. Bu aristokrasi ya İslam’a saldırıyordur ya da saldırmıyordur. Bu kişisel bir çatışma değildir. Bizim politik gerçekliğimizde duran az insan vardır, ama bu bizim hatalı olduğumuzun bir kanıtı olarak gösterilemez. Bu şekilde düşünenler bilimsel her türden örgütten kovulmalıdırlar. Bunların emperyalizmden bağımsız bir şekilde meselenin özüne odaklanmaları mümkün değildir.
İşe koyulmanın en doğru yolu pragmatizmden, sekterlikten ve niceliksel büyüklük düşkünlüğünden kopmaktır. Sınıfsal ve ulusal yapı önce gelir, strateji ve taktikse sonra. Bu gerçeği anlamayanlar öncü partilerden birer oportünist olmaları sebebiyle atılmalıdır. Rasyonel bilgi, rolünü gereğince oynamalıdır. Emperyalist ülkelerde yaşayanlar olarak bizlerin çok sayıda insanı harekete geçirmek için elinden geleni yapanlara sunabileceğimiz bir şey yoktur. Aksini düşünen gerici bir oportünisttir.
Bizim bilimsel bir üretim yöntemimiz mevcuttur. Bugün uluslararası komünist hareket içerisinde gözle görünmeyen bir hizipleşmeyi ifşa ediyor ve kafanın gövdeden ayrılmasına yönelik olarak gereken tedaviden bahsediyoruz. Usame Bin Ladin’e göre İslam âlimleri içerisinde reformcular ve devrimciler hapse girmişlerdir. “Olağan koşullarda Müslüman âlimler, fakihler ve din adamları cihadın başında olmalı, eylemi yönetmeli ve yürüyüşe yön vermelidir.”[8] Diğer aydınlarsa Arap krallıklarının emziğini ellerine almıştır. Bu nedenle baş ve gövde arasındaki ayrım daha da kötü bir hâl almıştır. Batı’da bu ayrım uzun süredir vardır ve orada baş kendi gövdesini tanımamaktadır.
Uluslararası planda ortaya çıkan sonuç şekilde özetlenebilir:
Bugün Maoist Enternasyonalist Hareket’in sağındakiler sömürücüleri proleter olarak etiketlemektedirler. Bugün insanlar yüzde onu bulan düşmanın dünyanın neresinde olduğunu netleştirememektedirler. Bunlara göre, düşmanın oranı yüzde 0,1 hatta sıfırdır. Bu kesim Marksizm maskesi takan liberaller, anarşistler ve New Age fikirlere sahip isimlerden oluşmaktadır. Pratikte bu şovenistler İslam ülkelerinin düşman olduğuna, öte yandan da Avrupalı-Amerikalı kadınların taklit edilmesi gereken birer kusursuzluk abidesi olduğuna inanmaktadırlar. Biz bu tip fikirleri çöpe atmış bulunuyoruz.
Bunlar daha çok emperyalist ülkelerde yoğunlaşıyorlar, üçüncü dünyadaki örgütler de bu kişilerin peşlerine takılıyorlar. Bunlar aslında geleneksel manada birer sosyal demokrat ve Menşevik. Dünyada birçok örgüt kendisini Mao’nun takipçisi olarak niteliyor. Bizse bunların Marksizmi tümüyle terk etmelerini ve yarı-feodalizme karşı hâlihazırda devrim gerçekleştiren ülkelerle dayanışma içerisinde olan Jakoben enternasyonalizmi veya sosyal demokrat enternasyonalizmi benimsemelerini diliyoruz.
Somut konuşmak gerekirse; bugün dünyanın yüzde onunu düşman olarak tanımlayan hiçbir örgüt bulunmamaktadır. Bunu sadece biz yapıyoruz. Beyazlara ait çöp partiler düşmanı net olarak tanımlayamıyorlar. Aşırı sol da sadece kendisini “Marksist” olarak tanımlamakla yetiniyor.
Bize göre bazı ulusların proleterleri sömürücüdür. Bazılarının küçük sömürücüleri de emperyalisttir. Scheuer’e göre, İslamcılar bazen “emperyalist” ile “misyonerlik” sözcüğünü birbiriyle yer değiştirilebilecek biçimde kullanmaktadırlar. Aşırı sola doğru gittikçe biz bedeni, sağımıza gittikçe düşünsel materyalizmi buluyoruz. Biz bedenimizi aşırı solda, fikrimizi materyalizmde buluyoruz. Bazı bireylerin ve örgütlerin sağımızda hizalanmaları artık pek mümkün değil. Yirmi yıldan fazla bir süredir mücadele eden insanlarsa bizim çalışmamıza mani olmaya çalışan bir karşı istihbarat unsuruna dönüşmüş durumda. Ana tehlike, düşünsel materyalizm, sağ oportünizm. Emperyalistlerin bedeni satın alması imkânsız, ama emperyalist ülkelerde bizim sağımızdaki örgütlerin tamamı satın alınmış durumda. İslam bilgisinden yoksun olmak sağcılara özgü sapmalara veya hatalara açık olmak demek. Bizim içinden çıktığımız keşmekeşten daha fazla çürümemiz artık mümkün değil.
Aşırı sol eleştirimiz dâhilinde, proletarya arasında güdülen anti-militarist stratejilerin bazen etkisizmiş gibi göründüğünü söylüyoruz. Etnisitelerin şovenist olduğu, bunların bulunduğu ülkeler emperyalist olmadığı koşullarda bile bu stratejilere bağlı kalmak zorundayız. Milliyetler arasında birçok sorun mevcut. Bunların gerçek manada komünist bir sovyetin veya hilafetin merkeze çeken gücü olmaksızın çözülmesi mümkün değil. Proleter milletler arasındaki çelişkileri büyük bir sovyet sistemi kurulana, insanlara eski endişe ve nefretlerini unutturana dek çelişkileri askıya almalıyız. Mesleklerin bir millet içindeki akışkanlığı, seyahat hakkı, iş yapma imkânları dünyada proleterler içi kavgayı önemli ölçüde geçersiz kılmıştır. Birbirinden nefret eden etnisiteler arasında devrim öncesinde yaşanan kavga devrimin ilerlemesiyle azalacaktır.
Liberalizm ve Troçkizm üçüncü dünyaya mensup İslam ülkelerindeki aydınlara da cazip gelmektedir. Bu sebeple CIA liberallerinden ayrıştırılması mümkün olmayan Maoistlere rastlanmaktadır. Bu sorunlar aydınlarla sömürülenler arasında doğru ilişki kurulamamasından kaynaklanmaktadır. İkisi arasında belirli bir fay hattı mevcuttur. Doğru fay hattını tanımlamak mümkündür. Lenin’in işçi sınıfı içerisinde belirlediği uluslararası ayrışma kültürel bir biçim kazanmıştır, zira aydınlar bu ayrışmaya imkân sağlamışlardır. Gerçeği pasif ve yansıtmacı bir şekilde ele almak bilim kisvesine büründürülmüş, Marx düşünsel materyalizme mahkûm edilmiştir. Bunun en iyi örneği Troçkizmdir. Bu düşünsel materyalistler Stalin ve Mao’yu takip ettiklerini söyleyenlere hâkim olmaya başlamıştır. Sonuçta beden, yani sömürülen, silâhlı mücadelenin İslamî biçimlerini benimsemiştir, sömürülenler gerçek Marksizm-Leninizm-Maoizmi bilmemekte, hatta ona düşmanca yaklaşmaktadır. Bilhassa Ortadoğu’da beden batıda kendisine komünist hareket diyenlerdeki Troçkist kafadan daha fazla bilimsel bilgiye sahiptir. Taliban Spartakist Birliği’ne kıyasla daha bilimseldir. Biz Batıdakiler düşlerimizi suyun yüzünde tutan, kendi içinde tutarlı ideolojilerle arzı endam etmekte mahiriz ama Taliban kadar gerçeğe bağlı kalma ve bir şeyler yapma hususunda pek becerikli değiliz. Bu üzücü durum Lenin’in bahsini ettiği uluslararası işçi sınıfı içerisindeki ayrışmanın ve eşitsiz gelişmenin ürünüdür.
George Bush Irak’ı Müslüman devrimciler için uygun bir savaş alanı hâline getirmiştir. Böylelikle Iraklı isyancılar bugün Kore, Vietnam ve Çin’deki yaşlı gaziler hariç, kendisine “Maoist” diyen herkese kıyasla emperyalizmle mücadeleyi daha fazla tecrübe etmektedirler. Bu gerçeği “terörizm” diyerek kenara atmak mümkün değildir. Maoist askerî öğreti açısından hem Afganistan hem de Irak’ta mesele “terörizm”in ötesine geçmiştir. Mao’nun ifadesine atıfla, ancak baş düşmanlar bu meseleyi bu şekilde ele alabilirler. Bunların amacı da zaten mazlumların Mao silâhını bilimsel askerî deneyimleri dâhilinde kuşanmalarına mani olmaktır. Mao “terörizm” edebiyatı etrafında dönüp duran Batılı eleştirmenlerin değil, mazlum Müslüman halkların malıdır. Biz Müslümanlara Mao’nun zalimlerin değil, kendilerinin malı olduğunu söylüyoruz. 11 Eylül sonrasında çıkan bir haberde El-Kaide’nin 180 savaşçısı olduğu iddia edilmiştir.[1] 2007’de ise ABD ordusunun Irak’ta bir ay içinde 1.500 El-Kaide savaşçısı öldürdüğünü söylediğini işittik.[2]
Bu yazıyı yazan ne İncil’i ne de Kur’an’ı anlamaktadır. Anlamak için çalışmak gerekmektedir. Gene de bizler “Maoist” olduğunu iddia edenlere, uluslararası işçi sınıfı içerisinde meydana gelen ayrışmanın gerçek formunu kabul etmelerini ve kendilerinin, ayrıca örgütlerinin cahil bir akımın, işçi aristokrasisi akımının birer temsilcisi olduğunu görmelerini söylüyoruz. Gerçek proletarya ile Batılı işçi aristokrasisi arasında yaşanan ayrışmanın yol açtığı mutlak kaos kafa ile beden arasında yanlış bir ilişkinin kurulmasına sebep olmuştur. Bunun sonucunda zengin ülkelerde aydınlar fildişi kulelerine çekilmiş, yanlışlıkla proletarya olarak tanımlanan küçük burjuvazi ile etkileşime girmeyi tercih etmişlerdir. Bu nedenle Batılı aydınlar, Taliban’ın ikna ettiği insanlara kıyasla, gerçeği kavrama konusunda çifte engele sahiptir; ilki fildişi kulesi, diğeri de “dış dünya”daki işçi aristokrasisidir.
Lenin’in bahsini ettiği uluslararası işçi sınıfı içi ayrışma, Batı’daki öncülük edecek sömürülen kitlelerden mahrum küçük örgütlerle Trotsky ya da Brejnev geleneğine mensup Batılı diğer küçük örgütler, ayrıca onlarla müttefik olan Üçüncü Dünya partileri arasında cereyan etmemektedir. Bu, bir beyaz yalandır. Söz konusu ayrışma kendisini daha çok El-Kaide, Hamas ve Hizbullah Maoist partiler yerine neden ortaya çıkıyor sorusunda ifade etmektedir. Bugün kendisine “Maoist” diyen örgütlerin ekseriyetinin bu gerçeği gördüklerinde politik durumun nasıl böylesi bir sonuç verdiğini anlamaları da kolay olacaktır. “Marksizm” mazlumların ve sömürülenlerin zihinlerinde sömürü ve liberalizm için kullanılan başka bir sözcük hâline gelmektedir. İşçi aristokrasisinin yaydığı pis koku kesif bir hâl almıştır. Şu sözler Usame Bin Ladin’e aittir:
“Amerikalılar hükümetlerinin politikalarına karşı çıkma becerisine ve tercihine sahiptirler, oysa anketler bu halkın hükümetin politikalarına destek verdiğini ortaya koymaktadır. […] İşte tam da bu sebeple Amerikan halkı masum değildir. O işlenen tüm bu suçların aktif bir parçasıdır.”[3]
Eylül 2007’de yayınladığı bir videoda Ladin İslam’ın iki kaidesinden bahsetmiştir. En önemlisi tehviddir. Onun tespitiyle Yahudilik ve Hristiyanlık İslam’a içerilmiş tektanrılı dinlerdir. Bu ikisinin Tanrı’sı aynıdır. Ladin sonrasında zekâttan, gelirinin en az yüzde 2,5’ini bağışlamaktan, ayrıca tefecilikten bahsetmiştir. İslam’da zekâta dair yorumlar net değildir. İpotek ve diğer tefecilik biçimleri de söz konusudur. Genelde zekât gelirin kırkta birini teşkil eder. Andrew Rippin’e göre, kimi radikal İslamcılar bu konuda sadece tevhid ilkesi üzerinde durmaktadırlar.[4]
Radikal İslam’ın tevhide odaklanması her şeyi kuşatan, her şeye kadir bir Tanrı algısına sahip olma konusunda akli melekelerin gelişimini ifade eder. Buna soyutlama gücü ve evrensellik denebilir. Kavram Hinduizmin ve Budizmin çoktanrıcılığına, tektanrıcılık öncesi dinlerin anlayışına karşıdır. Kimileri Hinduizmin liberalizmi daha kolay destekleyeceğini, zira onun çok sayıda tanrının düzenli bir biçimde rol oynadığı, hoşgörülü bir din olduğunu söylemektedir. Burada günümüzde Hindistan’da tanık olduğumuz üzere, dinî pratiklerin harmanlanması üzerinde durulmaktadır. Kıyaslandığında İslam daha basittir. Bu dinin kökünde rahiplik yoktur. Sultan Galiyef de bir Müslüman olarak faaliyet yürütürken bu hususlar üzerinde durmuştur.
Sultan Galiyefçiler Allah’a alan açtıkları için onların diğer komünistlere nazaran yanılgıya daha fazla meyilli olabilecekleri söylenmektedir. Oysa bu tespit, pratikte gözlemlenen bir gerçekliğe dayanıyor olmalıdır. Esasında Batılı aydınlar ve sözde komünistler arasında gözlemlenen şey bir tür dinî olmayan idealizmdir. Pratikte diyalektik materyalizmin seküler veya dindar insanlarda daha iyi sonuç verdiğine dair elde bir kanıt bulunmamaktadır. Bu noktada komünist hareketin Sultan Galiyefçi kanadının fiiliyatta ateist kanattan daha az idealist olup olmadığının anlaşılması gerekir. Sultan Galiyefçiliğin idealist hatalara daha az meyyal olmasının sebebi, onun kavga ateşine daha açık kitleler arasında pratik imkânı bulabilmesidir. Bu kitleler teori-pratik arasında daha iyi ve daha sağlıklı bir ilişki kurabilmekte, eylemi daha sağlam bir zemin üzerinden icra edebilmektedirler. Bu, belki de coğrafî bir şanstır.
O altı şarta iman etmesi, savunma cihadı, imana tanıklık ve tektanrıcılıkla Müslümanlar belki de muhtelif Troçkist, neo-Troçkist ve kripto-Troçkist akımlardan daha devrimci bir potansiyele sahiptirler. Uluslararası düzlemde yoldaşlarımız bu soruna bu açıdan yaklaşmalıdırlar.
Marksist felsefî açıdan belki de her yoldaşımızda idealizm mevcuttur ve bu idealizm hatalara yol açmaktadır. Ancak bizim bir miktar idealizme izin vermemenin maliyetine bakmamız gerekmektedir. Arap coğrafyasında Stalin’in anladığı şekliyle millet meselesini Kur’an’sız ele almamızın bir yolu yoktur. Dil tarihsel düzlemde farklı bir yere sahip olmuştur. Arap yarımadasında petrolden önce en önde gelen iş hac ile bağlantılı işlerdir. Ayrıca Mao’nun diyalektik anlayışını devreye sokmak mümkündür. Oysa bu da epey zaman alacak bir iştir. Zira Müslümanlar Selahaddin efsanesinden beri dış koşullar ve toplumsal devrimle ilgili bir fikre zaten sahiptirler. Görünüşe göre, en uygun yaklaşım Mao’yu Müslümanların zaten kendi kültürlerinden bildikleri şeyleri pekiştirmek ve savunma cihadını evrensel bir düzeye taşımak için kullanabiliriz. Mesele “somut olmayan bir Marksizmin olmamasıdır.” Mao’yu katı bir biçimde Mao’nun kitaplarından öğretmek bir şeydir, idraki güvence altına almaksa başka bir şeydir. Çin’de Kültür Devrimi üzerinden eğitilmiş insanlar arasında bile Das Kapital’in idrak edilmesi su götürür bir meseledir. Asıl üzerinde durulması gereken, hâlihazırda insanlar arasında hangi kavramların mevcut olduğu, idrak noktasında hangi referans noktalarının belirlendiğidir. Sebebi ne olursa olsun Mao “Peking Review”i Arapça dilinde yayınlamamıştır. Eğer Mao’nun bu yayını gerçekleştirmeme konusunda bir sebebi varsa, bizim de Sultan Galiyefçiliği desteklememizin de geçerli kimi sebepleri mevcuttur.
Hristiyan ve Yahudi Arapların da olduğu su götürmez bir gerçeklik. En geniş kitleye ulaşma meselesi gerçekte bir dil meselesidir. Bugün emperyalist bir ülkeden gelen Rus yerleşimciler ve Çinliler Amerikan uşakları gibi görünmektedirler. Bu nedenle evrensel ilkelere dair tartışma noktalarının aktarılması ırkçı veya şovenist şüphesi ile karşılanmaktadır. İslam ırkçılığa ve şovenizme asla izin vermez. Bugün tartışmamız gereken ana mesele, Batı, İsrail, Rusya veya Çin değil, Sultan Galiyef ve Usame Bin Ladin’dir.
Batılı profesörlerin Marksizmi politik doğruculuğa dayalı bir orta sınıf entegrasyonculuk programından başka bir şey değildir. Bu programın öncüsü olan söz konusu profesörler ortalama bir Taliban üyesine kıyasla daha ütopiktir.
Batılı aydının vizyonunu karartan bir dogma da sahte feminist beyaz milliyetçiliğidir. Sahte feminizmden bir dirençle karşılaşılmadığı için beyaz üstünlükçü örtüyü yırtıp atma ihtiyacı da duyulmamaktadır. Batıda işçi aristokrasisini gerçek manada sarsmaya başlanıldığında kadın profesör hemen şunu düşünecektir: “Ah sıra bana geliyor, ne yapacağım? İşçi aristokrasisini kabul edip cinsiyet aristokrasisini red mi edeceğim? Yoksa her ikisini birden mi reddedeceğim? Ya da Ipod’uma mı kulak vereceğim?”
Temel çelişki bugün küresel manada mazlum milletlerle emperyalizm arasındadır. 8 Mart 2006’daki yürüyüş konusunda birileri çıkıp temel çelişki temel çelişkidir demektedir. Ama bu kesim zalim kadınlarla ilgili fantezilerden de vazgeçmeyi telkin etmektedir. İranlı kadınların zalim kadınlar gibi olmaları gerektiği üzerinde durulmazsa, bu sözde komünistler bindikleri tekneden inmekte ve o dillerine sakız ettikleri temel çelişkiyi hemen fırlatıp atmaktadırlar. Dolayısıyla sahte feminizm temel çelişkiyi terk etmenin bir bahanesidir ve “temel çelişki”nin tanımına karşıdır. Birçok kez karşımıza işçi aristokrasisi çıkmakta, bu hep en ön safta durmaktadır. Bu cepheyi yarıp geçtiğimizde bu sefer de karşımıza beyaz milliyetçiliğin cinsiyet aristokrasisi hattı çıkmaktadır. Bu hatta ise beyaz kadınlar, İranlı Amerikalılar ve onlara hayran olanlar çıkmakta, bu kesim cinsiyetle ilgili imtiyazları liberal formlar dâhilinde talep etmektedirler. Zira zalimler her daim liberalizmi tercih ederler. Liberalizmin meselesi ise bireyleri ayırmasıdır.
Liberal sahte feminizmin benimsediği beyaz milliyetçilik formunun işçi aristokrasisini eleştirmesinde bir sorun yoktur, sorun kadınlara karşı mücadeleye asla izin verilmemesidir. Kadınlar küçük burjuvalaştırılmakta, sırf kadın oldukları için her iki yönden her şeye sahip olmak istemektedirler. Beyaz milliyetçiliğin savunma hattı burasıdır. Bu, küçük burjuvazinin sarsak, sallantılı hâliyle ilgilidir. “Orospu” ve” fahişe” gibi kelimelerden ürkenler uzaklaştırılmalıdır.[1] Oysa böylesi bir mücadele ortaya konduğunda ütopik profesörler sizi kovmaktadır. Üzerine beyaz bir çarşaf geçirmek beyaz milliyetçiliğin tuhaf hâliyle ilgilidir. Birkaç nesildir bu milliyetçilik ana tür olmamıştır. Biz hem mücadeleyi hem de feminizmi öne alan bir felsefeye sahibiz. Yani kadınlar mücadele edebilir ama aynı zamanda düşman da olabilir. Emperyalist ülkelerdeki kadınlar genel manada düşmandırlar.
Batılı emperyalist ülkelerdeki beyaz milliyetçiliğin bulaştığı tek bir isyan bile yoktur. Hadi diyelim ki sarhoşlara veya bir çetedeki lümpenlere has bir ayaklanma oldu, buna ilkin beyaz milliyetçilerin karşı saldırı gerçekleştireceğine şüphe yoktur. Onların gerçek gündemi politik doğruculuktur. Tek stratejisi mazlumlarla sömürülenleri emperyalistlerle bütünleştirmektir. Mazlumla zalimi birleştirmenin bir yolu da mazlumun zulmü unutmasını sağlamaktır.
Batıda sözde bilim insanları kimin sömürülüp kimin sömürülmediğini tanımlama becerisinden uzaklaştıkça proletaryanın bilime meyyal üyeleri İslam’ı benimsemektedir. Bu çelişkili bir ifadeymiş gibi gelebilir ama değildir. Bu, daha dolambaçsız yollardan konuşabileceğimiz bu dünyanın insanı mesut etmeyen, tuhaf bir hakikatidir. Batı burjuvazisi Batılı aydınları ve yozlaşmış Marksizmi tepeden tırnağa satın almıştır. Oysa bu, Karl Marx’ın hak ettiği bir kader değildir. Emek-değer teorisi ile diyalektik materyalizm yerine konulabilecek bir şey yoktur ama bunları bildiğini iddia eden Batılı insanlardan bir şeyler öğrenilmesi de mümkün değildir. Bu, gerçekliğe dair belirli bir anlayışı bulunan insanların İslam’ı benimsediği, birçok ütopik insanınsa Marksizmle ilgilendiği koşullarda kaçınılmaz bir sonuçtur.
Buraya kadar uluslararası komünist hareket içerisindeki ayrışmayı tam olarak tanımladığımız söylenemez. Fay hattının nerede olduğuna dair bilimsel, ekonomik bir tartışmayı kışkırtmayı tercih ettik. Sosyolojik ve politik hakikati dillendirme konusunda çekinceli hareket ettiğimiz söylenebilir. Bu çekince, önceden görmeyip şimdi gördükleri fırsatlarla karşılaştıklarında oportünistlerin, İslam’ın diliyle, kâfirlerin bayrağımız altına toplanması ihtimali ile alakalıdır. Kelle saymayı öne alan bir yaklaşımı siyasete dayatmak pragmatist oportünizmdir, nicel büyüklüklere tapmaktır.
Süslü sözlere meylimiz bulunmamaktadır. Kruşçef “toprağın tuzu” olduğunu, köylülükten geldiğini iddia eden biridir, oysa o bir şaklabandır. Onun Mao veya Zhou Enlai’ye karşı gelme nedeninin yetiştirilme tarzı olduğunu söylemesi tam bir şaka malzemesidir. Bu sebeple bizim meselemiz sömürülenlere ait bir kimlik siyaseti üretmek değildir. Biz Müslüman isyancıların aralarında kendilerine “Marksistim” diyenlerin de olduğu Batılı aydınlara kıyasla daha az ütopik olduğu gerçeği üzerinde duruyoruz. Bunun ana nedeni eşitsiz gelişimin uluslararası planda işçi sınıfı içerisinde bir ayrışmaya sebebiyet vermesidir. Daha fazla boş zamana sahip olanlar orantısız bir biçimde Batı’da bulunmaktadır. Batı’da bu insanlar işbölümü dâhilinde fikir işleri kısmında ve cinsiyet aristokrasisinde iş bulmaktadırlar. En entelektüel unsurları ile birlikte sömürülenlerse İslam dünyasındadır. Bu da Marksistler olarak bizim sırtımıza diyalektik bir yol dâhilinde daha güç bir işi yüklemektedir. Komünist hareketin şifa bulması için gerekli ilk adım, gözle görünmeyen bu hizipleşmeyi tanımak, onun varlığını kabul etmektir.
Maoist Enternasyonalist Hareket – Kaynak - 23 Ekim 2007