Son dönemdeki faşist tırmanışı ve rejimdeki savrulmayı,
sadece Tayyip Erdoğan’ın hırsları ve hezeyanlarıyla açıklamak yaygın bir
anlayış halini almış görünüyor. Bu tür bir “anlayış’, realitenin bütünün
kavramak için yeterli olmaz. Zira, şeyler, toplumsal olgular ve süreçler hiç
bir zaman sadece “görünürlüklerinden” ibaret değildir. Bu günkü durumu
anlayabilmek için, geride kalan yaklaşık 15 yılda olup-bitenleri kısaca
hatırlamak gerekiyor. Sadece hatırlamak da değil, her bir “kritik” anın veya
“dönemecin” sonrakilerle bağını kurmak da gerekiyor.
O halde sadede gelebiliriz. Ortaya çıkan bu yeni durumun
aktörleri, failleri, “stratejistleri” neyi amaçlıyorlar? Neyi neden ve nasıl
yapmak istiyorlar? AKP’nin ve bizzat onun lideri olan Tayyip Erdoğan’ın
izlediği rotayı nasıl okumak gerekiyor?
AKP bir “Ilımlı İslam” modeli olarak dizayn edildi. Tabii
ABD ve şürekası ve Türkiye’nin mülk sahibi sınıflarının ortak yapımı olarak…
Müslüman-Arap dünyasında (Büyük Ortadoğu diyorlardı) pro-Amerikan,
pro-emperyalist otokratik rejimlerin miyadını doldurduğu bir dönemde, onların
yerini alacak “yenilerini” iktidara taşıma zamanı gelip çatmıştı. Bölgede yeni bir
emperyalist status quo’ yu dayatma arayışı içindeydiler. Dolayısıyla, ‘AKP
projesi’ sadece Türkiye’yi ilgilendirmiyordu. Bölgede Türkiye’yi model alan ve
ne demekse, “Ilımlı İslamcı” rejimler iktidara taşınacaktı. AKP’nin iktidara
taşınması, bölgede başkalarının da iktidara taşınması için gerekli bir ön aşama
olarak görülüyordu. ABD (emperyalist blok) böyle bir projenin realize
olmasıyla, bölgedeki hegemonyasını istikrara kavuşturmayı umuyordu…
Fakat, Türkiye’deki rejimin diğerlerine örnek olabilmesi
için, onlara “ağabeylik” yapabilmesi, yol gösterici bir “model” olabilmesi
için, sadece hükümet olması değil, aynı zamanda iktidar olması da gerekiyordu.
Ve öyle bir şeyin önünde Kemalist ordu bir engel olarak görülüyordu. Zaten
orduda bir “operasyon” yapmak da iyice kolaylaşmıştı. Zira, 1970’li yılların
sonundaki “sıkı yönetim” uygulamaları, 1980 askeri cuntası ve 1984 sonrası Kürt
savaşı dönemlerinde ordu nerdeyse her şeyi belirler duruma gelmişti. Her şeye
karışıyordu, her konuda fikir beyan ediyordu, kimseye hesap vermeye
yanaşmıyordu. Üstelik kirli ve karanlık işlerle birlikte anılır da olmuştu.
Velhasıl, “geleneksel belirleyiciliğinin” de çok ötesine geçmişti. Başına
buyruk işler yapar hale gelmişti. Ordu üst kademelerinde NATO’ya mesafeli durma
yanlısı unsurlar da ‘belirmişti’. Bu durum orduda bir operasyonu
kolaylaştırmıştı. Operasyon da asla AKP’nin marifeti değildi. AKP belki öyle
bir şeyi hayal edebilirdi ama asla kotaramazdı. Orduya yönelik operasyon tam
bir ABD yapımıydı… İşte Balyoz, Ergenekon gibi davalar, orduyu “bulunması
gereken zemine çekme” operasyonuydu.
Bu tür operasyonlar AKP’nin manevra alanını genişletti,
özgüvenini büyüttü. Orduda yapılan operasyon, AKP’nin ‘demokrasi şampiyonu’
olarak sunulmasını da kolaylaştırdı. Liberaller ve bir kısım ‘sol’ da öyle bir
şeye inanmış görünüyordu. Oysa “politik İslamcı” AKP ile demokrasi kavramını
yan yana getirmek eşyanın tabiatına aykırıdır. Zira, politik İslam demek, iflah
olmaz, özgürlük, demokrasi, sosyal eşitlik, sekülerlik, sosyalizm ve komünizm düşmanlığıdır.
Ne demek istediğimi merak edenler bir yıllık Mursi iktidarında neler
yapıldığına bakabilirler… Ama pek uzağa gitmeye de gerek yok. 2013 yılından bu
yana AKP’nin yaptıklarına bakmak yeter de artar bile…
Az-çok eş zamanlı olarak Tunus ve Mısırda halk devrimlerinin
patlaması, ABD’nin “Ilımlı İslamcı” projesini hayata geçirmeyi ve bu
beklenmedik durumu bir fırsata dönüştürmeyi kolaylaştırmış görünüyordu. Tunus
ve Mısırda parlayan ateşin alevleri tüm bölge ülkelerini ısıtma istidadı
taşıyordu. Ortaya çıkan bu yeni durumda ABD iki şey yapacaktı: 1. Devrimi
rotasından saptırmak, doğal seyrinde ilerlemesini engellemek; 2. “Ilımlı
İslamcı” dediği Müslüman Kardeşleri (İhvan-ı Müslimin) iktidara taşımak. Zaten
bölgede örgütlü yegane güç onlardı. Demokratik güçler örgütsüz ve dağınıktı.
Muhalefetin örgütlenip, etkinlik sağlamasını engellemek amacıyla da hem
Mısır’da ve hem de Tunus’ta ‘baskın seçimleri’ dayattılar. [Seçimlerin her
zaman demokratikleşmenin önünü kesme işlevi gördüğü ekseri gözden kaçar…]. Netice
itibariyle her iki ülkede de Müslüman Kardeşler iktidara taşındı. Diğer
ülkelerde, Libya, Suriye, vb. fanatik dinci örgütler devreye sokularak, halk
tepkisi dejenere edildi ve ‘muhalefet’ bir devlet çökertme, “rejim değiştirme”
aracına dönüştürüldü.
Fakat hem ABD ve hem de AKP açısından iki sorun vardı:
Birincisi, ABD’nin ümit bağladığı Müslüman Kardeşler’in bir toplum projesi
yoktu ve olması da mümkün değildir. Dolayısıyla ‘farklı bir şey” yapma ve
yönetme kabiliyeti de yok. Başka türlü söylersek, kitleleri aldatma, oyalama
‘yeteneği’ yok. Bu yüzden Müslüman Kardeşler iktidarı bir yıl bile dayanamadı,
bir halk devrimiyle iktidardan düşürüldü. Sonunda ordu müdahale etti ama
ordunun yaptığı, halk isyanını manipüle etmekten ibaretti. Halkın örgütsüz oluşu,
bir perspektif ve programdan yoksun oluşu, kalkışmanın kendi rotasında yol
almasını engelledi. Gerçi halk devrimi “şimdilik” başarısız oldu ama ABD’nin ve
bir bütün olarak NATO’cu cephenin Fas’tan Endonezya’ya uzanan bir Sünnî İslam
devletleri kuşağı oluşturma, ılımlı İslamcı rejimleri iktidara taşıma planı da
başarısız oldu… Tabii XXI. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya etme
hezeyanlarıyla yanıp-tutuşan, oluşturulacak Sünnî İslamcı devletler dünyasının
hamisi ve “ağabeyi” olma beklentisi içindeki AKP ve onun liderinin hayalleri de
suya düştü…
Gezi direnişi ve 17-25 Aralık yolsuzluk skandalı AKP’yi
fazlasıyla korkuttu. Mısırda Mursi’nin başına gelenin kendi başlarına
gelebileceği korkusu zihinlerini esir aldı… Gezi direnişi (2013) ve 7 Haziran
seçimlerinde (2015) HDP’nin seçim barajını aşıp, 80 milletvekiliyle Meclise
girmeyi başarması, benim “asıl devlet partisi” dediğim odağı, “memleketin
sahipleri” cenahını da korkuttu. Zira, bu ülkenin tarihinde ilk defa
demokratik, sosyalist muhalefetle Kürt hareketinin bütünleşmesi potansiyel bir
olasılık haline gelme istidadı taşıyordu. Böyle potansiyelin realize olması
demek, ilk defa rejimi sarsabilecek bir durumun ortaya çıkması demekti ve söz
konusu iki kesimi ittifaka zorladı. Ergenekon ve balyoz davalarının ani bir
kararla sonlandırılması ve AKP’nin Ergenekoncularla barışması “devletin
bekasının” bir gereği olarak görüldü.
İşte, geride kalan yaklaşık 7-8 ayda, ordunun, AKP’nin,
milliyetçilerin, ‘ulusalcıların” AKP dışındaki dinci unsurların, faşistlerin,
vb. 1 Kasım seçimlerine giden dönemde bir “ortak cephede” birleşmeleri, AKP’nin
seçim başarısı ve o tarihten sonra devlet baskının dozunun görülmemiş
düzeylerde seyretmesinin, gerisindeki asıl neden bu. Buna pekâlâ “kutsal devlet
refleksi” diyebilirsiniz. Dolayısıyla yukarda kısaca özetmeye çalıştığım geri
planı dikkate almadan yapılacak değerlendirmeler güdük kalmaya mahkûmdur…
Kürtlere yönelik amansız saldırı ve kırımla, “Kutsal devlet”
cephesini tahkim etmek, her zaman yaptıkları gibi ‘safları sıklaştırmak’
istiyorlar… Medya’ya, gazetecilere, barış için akademisyenler bildirisini
imzalayanlara, her türden eleştiriye gösterilen abartılı tepkinin asıl nedeni,
demokratik bir açılım ihtimalinden duyulan korkudur… Durum böyle ama gülünç
şeyler de olmuyor değil. Tüm hakları ve özgürlükleri askıya alan bu iktidar bir
de “yeni anayasadan” söz ediyor ve Meclisteki “muhalefet” cephesi de o oyuna
ortak olmakta bir beis görmüyor. İyi de ‘kiminle çuvala girdiklerini’
sanıyorlar? Elbette bir zamandır belirli çevrelerde dillerden düşmeyen, artık
“ordu vesayeti” bitti söyleminin de hiç bir karşılığı yok. Bu devlet var
oldukça ordu vesayeti bitmez. Siz bu devleti ne sanıyorsunuz?
Dincilerle ordu arasında bir çatışma olduğu söyleminin hiç
bir karşılığı yok ve olması mümkün değildir. Zira her ikisi için de devlet
kutsaldır… Bu iki kesim karşılıklı olarak birbirlerini yeniden üretmeden var
olamazlar. “Türk-İslam sentezinin arkasında ordu yok muydu? Aynı şekilde bu
ülkede dincilerle milliyetçiler arasında da bir fark yoktur. Zira her ikisinin
de ortak paydasında din ve milliyetçilik var. Biri “milliyetçi-dinci”, diğeri
“dinci milliyetçi”… Dolayısıyla bu gün ortaya çıkan durum, Recep Tayyip
Erdoğan’ın şahsında cisimleşen, “kutsal devlet refleksinden” başka bir şey
değil. Nitekim, Cizre’de, Silopi’de, Diyarbakır’ın merkez Sur ilçesinde,
Nusaybin’de, vb. yapılanlar, neyin nasıl
yapılmak istendiği hakkında fikir veriyor…FİKRET BAŞKAYA