Hopalı Metin Lokumcu’nun 31 Mayıs 2011′de biber gazı
yüzünden yaşamını yitirmesi üzerinden 2 yıl geçti. Bu zaman zarfında olaya
ilişkin hiçbir suçlu bulunamazken, devlet kurumları Lokumcu’nun kendi akciğer
rahatsızlıkları sebebiyle öldüğünü savundular. Metin Lokumcu’nun oğlu Ulaş
Lokumcu, 31 Mayıs’ı, olaylar sonrasındaki devlet terörünü, adli tıp
mücadelesini ve yargı süreçlerini Türkiye’den Şiddet Hikayeleri’ne anlattı.
Röportaj: Doğu Eroğlu
Hopa insanının doğayla olan ilişkisi nasıldır?
Hopa insanı çayla uğraştığı için kışları çarşıda, yazlarıysa
çay toplamak için köyde yaşar. Çarşıda kaldığı dönemde hazır satın aldığı
sütün, peynirin tatsız olduğunu bilir, köyüne ve doğasına değer verirler.
Büyükşehirlerde yaşayanlar da her fırsatta köylerine gelirler. Babam da 22 yıl
Rize’de öğretmenlik yaptıktan sonra emekli oldu ve hemen Kemalpaşa’nın Dereiçi
Köyü’nde bulunan eve yerleşti. Doğayla iç içe bir yaşam sürüyordu; köpekleriyle
uğraşıyordu, amatör çiftçilik yapıyordu ve hayvanlarına bakıyordu.
Metin Lokumcu’nun ekoloji mücadelesi ne zaman başladı?
Babam köy yaşamına döner dönmez ekoloji sorunlarıyla da
yüzleşmek durumunda kaldı. 2000’li yıllarda babam da, biz de, ÇED raporu nedir,
HES nedir bilmiyorduk. O dönemlerde İkizdere ve İyidere’deki HES’leri bilir ve
görürdük ancak bize onların yararlı yapılar oldukları söylenirdi. Küçücük
derelere de kurulmaya başlanmasıyla beraber HES’in doğayı tahrip etmekten başka
bir şey yapmadığını anladık. Bizim köyün deresine de ölçüm cihazları kurulmaya
başlayınca iş ciddileşti. Köydeki gençlerinin ölçüm cihazlarını bozması
üzerine, “Metin Hoca köyün gençlerini örgütleyip HES’e zarar vermelerini
sağlıyor” diye babamı jandarmaya şikâyet ettiler. Jandarmaya derdimizi
anlatmaya çalıştık ama onlar HES’i yapan şirketin, “Bizim HES kurmak gibi bir
niyetimiz yok, suyun içilip içilmediğini anlamak için debi cihazı kuruyoruz”
açıklamasına inandılar. Cihazların gerçekte HES için gereken ölçümleri yaptığı
anlaşıldı tabii. 2009’dan sonra Güneysu’daki derelerin HES’ler yüzünden
kuruduğunu gördük ve hem Hopa, hem de Doğu Karadeniz’in tamamı bu işe karşı
çıkmaya başladı. HES’çi şirketin adamları her seferinde köye jandarma
korumasıyla geliyor, kırılan cihazlarını tamir ediyorlardı. Bir saat sonra
gençler cihazları tekrar kırıyorlardı. En sonunda şirketlerden biri mala zarar
gerekçesiyle babamdan şikâyetçi oldu ve iş yargıya intikal etti. Ama daha
soruşturma netleşmemişken babam 31 Mayıs’ta yaşamını yitirdi. Canımızı
kaybettiğimiz için onlar da bir daha gelmediler…
HES’ler ve diğer ekoloji meseleleri Hopa’daki polis
varlığını artırdı mı?
Daha önce polisle ciddi bir temasımız olmamıştı. Hopa’da
herkes doğasına sahip çıkar ve kendi imkânlarıyla korumaya çalışır. Biz de
2010’da köydeki dereden zıpkınla balık avlayan kişilerle ufak bir sürtüşme
yaşamıştık. Daha sonra bu kişilerin polis olduğu anlaşılmış, köyün muhtarı olan
amcamı çeşitli defalar rahatsız etmişlerdi. Geçmişte yaşananlar yüzünden, Hopa
ve Kemalpaşa halkının polisle arası kötüdür ancak 31 Mayıs 2011’den sonra bu
ilişki hepten bozuldu. Hopa eskiden beri muhalif bir yerdir ama ilk defa o gün
taşıma polis ve TOMA geldiğini gördük.
Tayyip Erdoğan’ın seçim öncesi gezi programında, 31 Mayıs
2011 tarihinde Hopa için planlanmış bir miting bulunmuyordu. Erdoğan’ın Hopa’ya
geleceği nasıl öğrenildi?
31 Mayıs’ın birkaç gün öncesine haberimiz oldu. Erdoğan’ın
gelebileceği konuşulurken, babam çarşıya indiğinde etrafta çok sayıda sivil
polis olduğunu, bazılarının kendisini takip ettiğini görmüş ve mitingin
yapılacağını anlamış. Babamı Hopa’da “Hoca” lakabıyla bilirlerdi; bir şey oldu
mu babama sorulur, çözüm bulması istenirdi. Hem iyi bir eğitimci hem de
demokrat bir kişi olarak tanınırdı. Sivil polislerin özellikle babamı takip
etmelerini, ilçedeki tanınırlığına bağlıyorum. Buna ek olarak, Hopa’nın önde
gelen kişilerinin cep telefonlarına bilinmeyen bir numaradan, Erdoğan’ın
geleceği 31 Mayıs günü yaklaşık 40 kişinin tedbir amaçlı olarak gözaltına
alınabileceğini belirten mesajlar gönderilmiş.
Erdoğan’ın son dakikada miting programına Hopa’yı dâhil
etmesini neye bağlıyorsunuz?
1979’da Hopa’ya gelen Necmettin Erbakan, halkın tepkisi
üzerine konuşmasını yapamadan geri dönmek zorunda kalmış. Bu gezide Erbakan’ın
yanında Erdoğan’ın da olduğu söyleniyor [1979’da Erdoğan, Erbakan’ın
başkanlığını yaptığı Milli Selamet Partisi’nin İstanbul İl Gençlik Kolları
Başkanı’ydı]. Erdoğan bu yaşadığının etkisinde kalıp Hopa’ya özellikle girmek
istemiş olabilir. O dönemde Gürcistan’a açılan Sarp Sınır Kapısı’ndan geçişin 1
liraya düşürülmesi sebebiyle bir tören yapılacaktı. 31 Mayıs’ta Batum’daki
törene katılan Erdoğan önce Sarp’a, sonra da Kemalpaşa’ya gitmiş. Aynı zamanda
akrabamız olan Kemalpaşa Belediye Başkanı Yalçın Emiralioğlu, “Başbakanım,
tatsızlık çıkabilir. Sıkı önlemler alınmış ama size karşı ciddi bir tepki var.
Hopa’ya gitmeseniz daha iyi olur” demiş. Erdoğan’ın o günkü programında aslında
Rize ve Trabzon’da yapılacak mitingler bulunuyor ama uyarılara kulak asmayıp,
Hopa’da konuşmak için Rize’deki mitingi iptal etmiş.
Babanızın mitingin olduğu gün yapılacak protestolara
katılacağını biliyor muydunuz?
Babam Erdoğan’ın mitinginin haberini alınca, olay
çıkabileceğini düşünerek köydeki gençlere, “Protestolara katılmayın, bu adam
kanla besleniyor” demiş. 31 Mayıs sabahıysa köyün sözü geçen yaşlılarına, “Olay
çıkarsa gençleri biz durduralım, her ihtimale karşı orada olalım” deyip iki
arkadaşıyla beraber alana gitmiş. 31 Mayıs günü İzmir’deydim ancak o sabah
telefonla konuştuğumuzda bana da aynı şeyleri anlattı. Saat 10.00 gibi İlk konuştuğumuzda
çarşıya gidiyordu; etrafta çok polis olduğunu, olay çıkmaması için elinden
geleni yapacağını söyledi. Saat 11.00’de konuştuğumuzdaysa ortalığın savaş
alanına döndüğünü, etrafın biber gazından geçilmediğini anlattı. Babam çok
sağlıklı ve kuvvetli bir adamdı; hem toprakla ve doğayla içli dışlı yaşardı,
hem de çok iyi beslenirdi. Üstelik daha önce Ankara’da birlikte katıldığımız
eylemlerden polis şiddetine ve biber gazına aşinaydı. Yine de endişelendim ve
kendine dikkat etmesini söyledim. “Oğlum, biz burada olmayalım da gençlere mi
bir şey olsun? Ben kendi başımın çaresine bakarım” diye yanıt verdi.
Bazı olaylar anaakım medyanın süzgecinden geçmiyor ve
kamuoyunun bilgisi dışında kalıyor. Bazı olaylarsa iktidar ve basının
yönlendirmeleri yüzünden tam olarak anlaşılamıyor. Hopa’da o gün gerçekte neler
yaşandı?
Erdoğan’ın mitingi için platform kurulmuş ve müzik çalınmaya
başlamış. O sırada çarşıda da “Hopa halkı deresine suyuna sahip çıkacaktır”
gibi ifadeler bulunan pankartlar açılmış ve çoğu gençlerden oluşan yaklaşık 100
kişilik bir grup horon oynamaya başlamış. Bu iki alanın arasının oldukça uzak
olduğunu, aralarından üç şeritli sahil yolunun da geçtiğini eklemeliyim. Grup
kısa bir basın açıklaması yapıp horon oynamaya devam ederken Hopa dışından gelmiş
olan polisler müdahalede bulunmuş. Yasadışı bir eylem yapıldığını söyleyip
kalabalığı uyarmışlar. Yaşlılarla polisler arasında bir anlaşmazlık olmuş ama
babam tartışanları ayırmış. Polise de grubu sakinleştireceğini söylemiş. Grup
sakinleşip horona devam ettiği sırada polis, “Dağılın, dağılmazsanız
saldıracağız” deyip hiç beklemeksizin biber gazıyla grubu dağıtmaya başlamış.
Bu karmaşa beş dakika kadar sürmüş ve sonra grup slogan atmaya başlamış.
Tüm bunlar olurken Metin Lokumcu polislerle konuşmaya devam
etmiş mi?
Elbette, babam polis amirlere gidip defalarca, “Yapmayın,
buranın halkı farklıdır. Biz halledeceğiz, siz durun” demiş. Ama telsizden
gelen emirlerle polis saldırmaya devam etmiş. O sırada Erdoğan’ı protesto etmek
için orada bulunan 100 kişiye karşılık, 500 kadar polis varmış. Polis
saldırısının dozu artınca kalabalık da büyümüş; bu defa polis kendisi için
korkmaya başlamış. Babam o sırada hala olayları yatıştırmaya, biber gazından
etkilenen gençleri sakinleştirmeye çalışıyormuş.
Görüntü kayıtların Metin Lokumcu’nun polis şiddetine isyan
ettiği, üst üste “Yeter!” diye bağırdığı görülüyor. Lokumcu hangi olay üzerine
sakinliğini yitirmiş?
Polisin saldırısı bir türlü sona ermemiş; kalabalık her
sakinleştiğinde yeniden biber gazı atıyorlarmış. O sırada genç bir kız babama
gelip, polislerin kendilerine küfrettiğini söylemiş. Babam polis amirleri ve
kaymakam da oradayken, bu konudan şikâyet etmiş ve bir polis çok yakın
mesafeden elindeki spreyle babamın yüzüne biber gazı sıkmış. Kendi arkadaşı
olan kaymakam oradayken bu yaşanınca babam çok sinirlenmiş ve polislere, “Ben
ne için uğraşıyorum, siz ne yapıyorsunuz!” diye kızıp kendini kaybetmiş. O günü
yaşayanlar, “O andan sonra babanı tanıyamadık, çok sinirlendi” diye
anlatıyorlar.
Metin Lokumcu ne zaman yaşamını yitirdi?
Bu anlattıklarım saat 11.15 ila 11.45 arasında gerçekleşmiş
ve babam da saat 11.50’de hayatını kaybetmiş. Babamın polislere çok
sinirlenmesi üzerine alandan uzaklaştırıp sakinleştirmeye çalışmışlar. O da,
“Çok kötüyüm, beni hastaneye götürün” demiş. Gelen ambulansa kendisi yürüyerek
binmiş. Tam ambulansın kapısını çektiğinde ambulansın altında biber gazı
bombası patlamış. Bu defa da ambulansın içinde gaza maruz kalmış yani.
Hastaneye vardığında bilinci hala yerindeymiş ama nefes almakta zorlanıyormuş.
Kayıt masasına gidip alaycı bir şekilde, “Beni polis darp etti, biber gazı
sıktı. Tedavimi yapın da gidip hesabını sorayım!” demiş. Hastanedekiler de
babamın iyi görünmesine aldanıp bir sedyeye oturtmuşlar. O sırada yanına
hatırını sormak için yanına giden yeğenine, “Kızım, ben nefes alamıyorum.
Ölüyorum” demiş ve sözünü bitiremeden kusmaya başlamış. Bir daha da yaşama
dönemedi. Babamın hastanedeki görüntülerine ise ulaşamadık, sildirdiler…
Metin Lokumcu ölünce olaylar hangi yönde gelişti?
“Metin Hoca polis tarafından öldürüldü” diye çarşıdaki
hoparlörlerden anons geçilmiş ve bunun üzerine kalabalık 2 bin kişiyi bulmuş.
Saat 12.30’da Erdoğan Hopa’ya gelmiş ama uzun süre konuşamamış. Halk savaş
durumuna geçmiş ve artık öfkeden biber gazı kimseye tesir etmiyormuş. O sırada
Erdoğan’ı dinleyenlerin önemli bir kısmı da taşıma, Erzurum ve Artvin’den
getirilmiş bir kalabalıkmış.
Erdoğan Hopa’ya girişinden itibaren konvoyunun saldırıya
uğradığını söylüyor; seçim otobüsünün üzerindeki koruma polisininse atılan
taşlar yüzünden otobüsten düşüp yaralandığını ima ediyor. Bu iddiaların
gerçeklik payı nedir?
Erdoğan belki doğru bilgilendirilmediğinden, belki de
öfkesinden, babamın onun konvoyuna taş attığını ileri sürüyor. Hâlbuki Erdoğan
12.30’da Hopa’ya girmiş, babamsa 11.50’de yaşamını yitirmişti. Babam öldüğünde
Erdoğan daha ilçe sınırları içerisinde bile değildi yani. Otobüsten düşüp
yaralanan polis ise dengesini kendi kendine kaybetmiş. Düşüş anına tanıklık eden
Hopalılar var, ayrıca görüntülerde de taş atılmadığı açıkça görülüyor. Erdoğan
o polisin atılan taşlarla düştüğünü doğrudan söylemiyor ama hep ima ediyor.
Yaralanan polisse, “Dengemi kaybettim, düştüm” diyor. Neyse ki ona bir şey
olmadı; o da ölseydi Hopa hepten ayvayı yemişti…
Bu andan itibaren Metin Lokumcu’nun ölüm sebebi hakkındaki
tartışmalar başladı. Hekimlerden ve yetkililerden ilk işittikleriniz neydi?
Hopa’daki hastane, babamın ölüm sebebinin biber gazı
olduğunu söyledi. Babamın basında belirtilenlerin aksine ne astım, ne de kalp
rahatsızlığı vardı ve oradakiler de bunu biliyorlardı. Babamın sağlık
raporlarına bakıldığında, mide rahatsızlıkları için tek tük aldıkları dışında
hayatında ilaç bile kullanmadığı görülüyor zaten. Babamın cenazesi daha sonra
saat 15.00 civarında Trabzon Adli Tıp Kurumu’na götürüldü. O gün otopsi
işlemlerini yapacaklarını zannediyorduk ama savcı son anda kararını değiştirip,
“Yukarıdan talimat geldi, bugün alamayız” demiş. Yaklaşık 20 gün sonra otopsi
raporu elime ulaştığında, raporda ölüm saatinin 15.00 olarak belirtildiğini
gördüm. Hâlbuki babam 11.50’de yaşamını yitirmişti.
Ölüm saatinin geç kaydedilmesinin özel bir sebebi var mıydı?
Ölüm saatini bu şekilde kaydederek Erdoğan’ın açıklamalarını
doğrulamaya çalıştılar. Erdoğan, babamın kendisine taş attığını iddia ediyordu,
NTV’de katıldığı bir programda bunu açıkça ifade etti. Ancak Erdoğan Hopa’ya
vardığında babam hayatını kaybetmişti bile.
Adli Tıp Kurumu’nun tespit ettiği ölüm sebebi neydi?
Trabzon’daki adli tıp babamın ölümünü, mevcut akciğer ve
kalp rahatsızlıklarına bağladı. Babamın herhangi bir sağlık sorunu olmadığını,
bulguların detaylıca belirtilmediğini, ölüm saatinin yanlış yazıldığını
söyleyerek itiraz ettik. İkinci raporu İstanbul Adli Tıp Kurumu düzenledi.
Oradan çıkan raporda da kalp rahatsızlığının ölüme sebep olduğu belirtildi.
Durumu Türk Tabipler Birliği’ne ilettik ve hazırladıkları raporda, babamın
ciğerlerinin biber gazından etkilendiği, biber gazı yüzünden ciğerlerinin
genişlediğini, babamın kalp veya akciğer rahatsızlığı bulunmadığını belirttiler
ve “Ölüm ile kimyasal gaza maruz kalma arasında nedensellik ilişkisi olduğu”
not düştüler. Adli tıbba yaptığımız üçüncü itirazdan sonra onlar da olay anında
harcanan efor ve stres ile biber gazının ölüme sebebiyet vermiş olabileceğini,
kararın hâkime düştüğünü söylemek zorunda kaldılar. Fakat hâkim hekim değil ki,
nasıl karar verebilir ki? Adli Tıp’tan gelen son rapor ile TTB’nin raporunu
savcılığa gönderdik ve “Tıpta bir tane doğru olur; bunların hangisi doğru?”
dedik. Savcı da, “Benim için önemli olan devlet kurumunun verdiği rapordur”
yanıtını verdi.
31 Mayıs’taki olayların ardından Hopa’da bir devlet terörü
başladı. O anlara tanıklık ettiniz mi?
Olay günü ailemle ilk konuştuğumda, babamın yaşamını
yitirdiğini bana söylemediler. İzmir’den Trabzon’a gitmek üzere uçağa binerken
sivil polislerin beni takip ettiğini fark ettim ve bir şeyler olduğunu anladım.
Babamın hayatını kaybettiğini de havaalanındaki televizyonlardan öğrendim.
Trabzon’a indiğimizdeyse ortam sanki askeri darbe olmuş gibiydi. Trabzon Adli
Tıp Kurumu’ndan Hopa’daki köye gidene dek tam 5 defa aracımız durduruldu. Ondan
sonraki gün de kimliğinde nüfusu Hopa’ya kayıtlı olmayan kimseyi Hopa’ya
sokmadılar. Hopa’yı tüm dünyadan izole ettiler yani. 31 Mayıs akşamında aceleyle
insanları gözaltına almaya başladılar. Gece yarısı savcılık, yaşamını yitirmiş
olmasına karşın babamın da aralarında olduğu 35 kadar kişinin gözaltına
alınmasına karar verdi. Kaçanlar oldu ve o 35 kişiyi yakalamaları haftalar
sürdü. O gün Hopa’da olmayan kişilerin hakkında bile gözaltı kararı vardı.
Gözaltına alınanları Erzurum’a götürdüler ve olayı terör davası olarak
değerlendirip özel yetkili bir savcı atadılar. Yasadışı eylem yapmak, terör
örgütüne üye olmak, kamu malına zarar vermek ve polise mukavemet iddialarıyla
açılan dava hâlâ sürüyor ama sanıklar tutuksuz yargılanıyorlar.
Aynı gün tüm Türkiye’de çok ciddi olaylar oldu. Metin
Lokumcu’nun yaşamını yitirmesi üzerine yapılan protestolar, gözaltılara,
işkencelere ve tutukluluklara dönüştü. O günlerde başlayan ve 9 Aralık’ta
Ankara Hopa Davası’nın ilk duruşması öncesi yükselen toplumsal muhalefet
dalgasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
12 Haziran 2011’deki genel seçimlere kadar biraz umudum
vardı. Babam her zaman, “Bu memleketi bir kıvılcım değiştirecek” derdi. Babam
hayatını kaybetmişti, içten içe çok farklı hislere sahiptim ama o günlerde
etrafıma, ülkeye baktığımda toplumun bir şeyleri fark ettiğini düşünmüştüm. Bu
elem olaya tepki olarak bir birleşme olabileceğini düşünüyordum çünkü yıllar
sonra ilk defa tüm kentlerde insanların sokağa indiğine şahit olmuştum.
Seçimlerden sonra bu umudum yeniden azaldı. Ankara Hopa Davası’nın ilk
duruşması öncesinde düzenlenen kampanyalar tüm muhalif kesimleri birleştirdi.
Ama 9 Aralık’ta tutuklular tahliye olunca herkes yine kendi yoluna gitti.
Bugüne kadarki yargı süreçlerinde hangi sonuçlar alındı?
Artvin Valisi, Hopa Kaymakamı ve Hopa Emniyet Müdürü ile
İçişleri Bakanlığı’na dava açmıştık. Yapılan soruşturmalarda, dava açtığımız
kişilerin görevlerini yaptıkları söylendi ve hepsi aklandı. Hiçbir suçlu
bulunamadı yani. Geriye yalnızca Ankara 4. İdare Mahkemesi’nde görüşülen
tazminat davası kaldı. Davanın ilk duruşması 21 Mayıs’ta görüldü ve önümüzdeki
aylarda da karar çıkması bekleniyor.
İlk duruşmada neler yaşandı?
341 müdahil avukatımızın 15’i savunma yapmak üzere duruşmadaydı.
45 dakika boyunca derdimizi anlattık ve mahkemeye delilleri sunduk.
Avukatlarımızın ardından ben de müşteki sıfatıyla kendi duygularımı ifade
ettim. Babamın Hopa’da nasıl tanındığını anlattım. Erdoğan’ın, “İsmini bile
anmak istemiyorum” dediği adamın, Başbakan’ın memleketi Rize’de 22 sene
öğretmenlik yaptığını, binlerce kişiyi yetiştirdiğini söyledim. Konuşmamın
sonunda hâkime, “Ben de size bir saat boyunca devamlı saldırsam, siz de
‘yeter!’ dersiniz” dedim. İçişleri Bakanlığı’nın avukatları ise 11 sayfalık
yazılı savunmalarını mahkemeye verdiklerini söylemekle yetindiler. Bu kadar içi
boş bir savunmayla karşımıza çıkmalarını beklemiyorduk. Babamı, ölmüş bir
insanı, olayların tek suçlusu ilan ettiler ve bizden tazminat talep ettiler.
Devletin mağdur edildiğini, mahkeme masraflarının da bizim tarafımızdan
karşılanması gerektiğini söylediler.
O savunmada aslında, “Eyleme gitmiş kişi, polisten gördüğü
zarardan ötürü devleti sorumlu tutamaz” deniyor. İçişleri Bakanlığı bu
savunmasıyla yargısız infazı, Metin Lokumcu’nun polis şiddeti yüzünden öldüğünü
kabul etmiş olmuyor mu?
Devlet orada can güvenliğini sağlamakla, orantılı güç
kullanmakla sorumludur. İçişleri Bakanlığı savunmasında, bu ölümün kamu düzenin
sağlanması sırasında gerçekleştiğini, eyleme gelen kişinin uğradığı zarardan
devletin sorumlu tutulamayacağını söylüyor. Bir yandan şiddeti kabul ediyorlar,
bir yandan da babamın kendi sağlık sorunlarından ötürü öldüğünü ileri
sürüyorlar. Bu noktada da bizim savunmamızdaki biber gazı nedensellik ilkesi
devreye giriyor. Hâkimler sunduğumuz kanıtları nasıl değerlendirecekler
bilmiyorum ama adaletten hala umutluyum.
Bu davadan çıkacak bir sonuç polis yöntemlerini ve biber
gazı kullanımını etkileyecek mi?
Metin Lokumcu biber gazından hayatını kaybeden ne ilk, ne de
son kişi. 1 Mayıs olaylarıyla birlikte biber gazı tartışması da yeniden gündeme
geldi. Geçen sene 30 Mayıs’ta Çayan Birben biber gazı yüzünden hayatını
kaybetti. Üstelik yine bir kavgayı ayırmaya çalışırken ve polis memurlarına
astım hastası olduğunu söylemiş olmasına rağmen… O dava da hala sürüyor,
dolayısıyla bizim davamız gelecekteki davalara emsal teşkil etmesi bağlamında
daha da önem kazanıyor.
Dünyadaki pek çok hükümet bu silahın kullanımını
kısıtlarken, bizim hükümetimiz kullandığı kimyasal silahları gittikçe
zenginleştiriyor. Emniyet’in artık portakal gazı kullandığı da biliniyor.
“Bunlar bizim gibi düşünmüyor, bize benzemiyorlar. Ne kadar zarar verirsek
kârdır” diye fikir yürütüyorlar. İnsanlar ölmeye devam ediyor ve birileri hala
utanmadan çıkıp, “Biber gazı öldürmez” diyebiliyor. İki ay önce mecliste biber
gazı sıkıldı, vekillerin hiçbiri odada bile duramadı. Biber gazı maruz
kalanları bugün etkilemese bile, 10 yıl sonra etkileyecektir. Babamın öldüğü
gün giydiği mavi gömlek hala biber gazı kokuyor. Bu madde insanın ciğerine
işlese kim bilir neler yapar!
Yaşananlar devlet-vatandaş ilişkisine bakışınızda nasıl bir
değişiklik yarattı?
Bu devlet ilk kurulduğu günden beri sadece sözde
kucaklayıcıdır. Erdoğan ve hükümetinin samimiyetine inanmıyorum, hiçbir zaman
da inanmadım. Özgürlüklerden bahsediyorlar ama aslında, “Benden olmayan
yaşayamaz; ya tutuklarım, ya öldürürüm, ya da sürerim” diyorlar. Mevcut hükümet
kanla besleniyor. Reyhanlı’da olanlar ve arkasından gelen yayın yasağı, babamın
başına gelenlerden çok daha üzücü. Babam doğasına sahip çıkan insanların
yanında yer aldı, bir sembol haline geldi ve güzel şeylere vesile oldu. Ama Reyhanlı’daki
insanların hiçbir suçu yoktu.
Hopa’daki güncel siyasi atmosfer nasıl?
Babamın ölümüyle birlikte iktidara olan tepki arttı ama bir
yandan da toplumsal muhalefet parçalara ayrıldı. Eskiden ÖDP, ilçedeki tüm
siyasi bileşenlerin desteğini alarak seçim kazanırdı. Hopa, Türkiye sol
hareketinin birlikte hareket edip seçim kazandığı tek yerdi. Karadeniz’de Terzi
Fikri’den bu yana benzer bir durum yaşanmamıştı. Ancak şu sıralar tekrar
ayrışmaya başladık. Üstelik AKP’nin de ciddi seçim çalışmaları var. Nasıl CHP
İzmir’i namusu olarak görüyorsa, bu olaylardan dolayı Hopa da artık solun
namusudur. Tekrar birleşmeyi öğrenirsek yine kazanacağız.
http://www.siddethikayeleri.com/babami-oldurenler-yalanlarina-devam-ediyorlar/