"Sadece R. Tayyip’e ve A. Davutoğlu’na fatura edilmeye çalışılan Suriye ve Ortadoğu politikası da aslında, Türkiye’nin geleneksel ve Kürt düşmanlığı ekseninde belirlenen politikasıdır. Elbette AKP ve İslami kesim kendine göre özel hesaplar yapmış, tatlı hayaller kurmuştur ama esas olarak geleneksel politika değişmemiştir."
2015 yılı Aralık ayında, Türkiye’nin de içinde bulunduğu 34
İslam ülkesi, “Teröre Karşı İslam İttifakı” adıyla bir birlik kurdular. Merkezi
Suudi Arabistan’da olan bu ittifak ABD tarafından da desteklendi. İran, Irak ve
Suriye bu ittifakın dışındaydı. İttifakla birlikte bir de “İslam ordusu” kurma
tartışmaları başladı. Ardından
Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, 30 Ocak-1 Şubat 2016 tarihleri arasında Suudi
Arabistan’ı ziyaret etti. Akar, Suudi kralı ve askeri yetkililerle görüşmeler
yaptı. Ziyaretin ardından bir yetkilinin basına verdiği bilgiler arasında
şunlar da vardı:
”Karşılıklı ziyaretler sonunda Suudi Arabistan ile askeri
işbirliğinin boyutlarının arttırılması hedefleniyor. Buradaki ortak hedef, iki
ülke silahlı kuvvetlerinin bölgesel sorunlara müdahale konusunda ortak tavır
sergilemesidir. Bu kapsamda ikili ortak tatbikatların yapılması gündemde.
Askeri işbirliği ‘eğitim’ alanında da gelişecek.”[1]
Atatürkçü, resmi laikliğin bir numaralı koruyucusu ordu,
dini ve siyasi gericiliğin dünyada bir numaralı ismi olan Suudi yönetimiyle,
askeri güçleri birleştirip, İslam dünyasına ve Orta Doğu’ya din adına birlikte
müdahale etmenin yollarını arıyor. Bu duruma bakıp; “nereden nereye” diyenler
çıkabilir. Fakat geçmiş sürece biraz dikkatlice bakıldığında, ordunun dini
gericilikle ve Suudlarla ilişkileri konusunda nitel bir değişiklik olmadığı
görülür.
Ordunun dine karşı tavrında 12 Eylül’den sonra ve AKP
iktidarları ile birlikte bazı değişmeler olduğu açıktır. Bu değişimler
hakkında, dışa yansıdığı kadarıyla şu örnekleri verebiliriz:
12 Eylül darbesiyle birlikte askeri okullara da din dersleri
konuldu. AKP döneminde ise, seçmeli din dersleri de askeri okulların
müfredatına eklendi.
Ergenekon, Balyoz gibi operasyonlarla ordu içinde, ılımlı
İslam politikasına soğuk bakan, 2002’de kurulan AKP-Gülen iktidarına tepki
duyan resmi laikçi kesim tasfiye edildi. Artık Yüksek Askeri Şura, irticai
nedenlerle ordudan eleman atamıyor. Çıkarılan kanuna göre, ordudan atılmalara
artık her kuvvet komutanlığının (Kara Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri, Hava
Kuvvetleri komutanlıkları) kendi bünyesinde oluşturulan Yüksek Disiplin
Kurulları karar veriyor.
Bütün bunlar, siyasi yapının, toplumsal yaşamın
dincileştirilmesine paralel olarak ordunun da aynı doğrultuda bir değişim
içinde olduğunu göstermektedir. Bu değişimi sadece AKP’nin ya da T. Erdoğan’ın
bir marifeti olarak görmemek gerekir. Ordu, resmi İslam yani emperyalizmin ve
işbirlikçi sermayenin uygun bulduğu İslami anlayış doğrultusunda
dincileşebilir. Bu anlayış şu dönem için ılımlı İslam’dır. AKP-Gülen ittifakı
bu anlayış için kurulmuştu. Fakat gelinen noktada artık AKP ve T. Erdoğan bu
anlayışı, ılımlı İslamı temsil etmemektedir. AKP klasik cemaatçi anlayışın
partisine dönüşmüştür. NATO ve egemen sınıflar cemaatlerin ordu içinde
örgütlenmesine, çalışma yapmasına izin veremezler. Çünkü böyle bir şey ordu
içinde emir komuta zincirinin bozulmasına neden olacaktır. Komutanlarına değil
de cemaat liderine, dini lidere kulak veren askerler, egemen kesimler için hiç
de istenilen bir durum olmasa gerek. Bu nedenle ordunun resmi İslam
doğrultusunda dincileşmesi beklenmelidir.
Türkiye’deki dini cemaatlerle ve Suudi gericiliğiyle
devletin, ordunun işbirliği yeni bir olgu değildir. 27 Mayıs 1960 darbesinden
sonraki süreci bu açıdan kısaca hatırlatmaya çalışalım.
1960 darbecilerinin en önemli işlerinden biri Diyanet İşleri
Başkanlığını (DİB) ve resmi İslam’ı güçlendirmek oldu. 1965 yılında DİB kanunu
değiştirildi. Amaç dini eğitim ve din adamı yetiştirme işlerinde cemaatlerin
gücünü kırmak, bu alanı devlet tekeline almaktı. 1960’lı yıllarda hızla büyümeye başlayan
cemaat örgütlenmeleri kontrol altına alınmak isteniyordu ama tek amaç bu
değildi. Devlet gelişen antiemperyalist, sosyalist harekete ve toplumsal
muhalefete karşı dini cemaatlere ve İslami ideolojiye daha çok ihtiyaç duymaya
başlamıştı.
Resmi ideoloji olan Atatürkçülük, toplumun belli bir
kesimine, (örneğin aydınlara, Alevilere, solun bir kesimine) hitap
edilebiliyordu. Kürtler, köylüler ve geniş bir küçük, orta esnaf kesimi
Atatürkçülüğe, resmi dini politikalara tepki duyuyordu. Ayrıca İslami cemaatler
ve din komünizme, sola, Kürt ulusal hareketine karşı ihmal edilemeyecek büyük
bir ideolojik ve kitlesel güçtü. Bu nedenle generaller bir yandan devleti daha
çok dincileştirirken, diğer yandan da cemaatlerle, dini yapılarla işbirliğine
gittiler. Komünizme karşı mücadele dernekleri İslami kesimle işbirliği içinde
kuruldu. Antiemperyalist hareketin karşısına ilk çıkartılanlar, solcu gençleri
katledenler milliyetçi-dini örgütlenmelerdi. MNP, MSP yani ilk cemaat partileri
gene generallerin onayı hatta zorlamasıyla kuruldu. 12 Mart generalleri
Erbakan’ı kaçtığı İsviçre’den getirip partiyi kurdurdular. Bu işbirliği
cemaatlerin de işine geldi. Öyle ki cemaatler, resmi laikliğin bekçisi, 1960 ve
1971 darbelerini yapmış olan orduyu; “Peygamber ocağı” diyerek kutsuyorlardı.
İşbirliği sadece ülke içindeki dini hareketle sınırlı
değildi. 1962 yılında ünlü Rabıta ve İslam Kongresi örgütleri kuruldu. Suudiler
başroldeydi. Türkiye bu örgütlerin kuruluşuna gayrı resmi olarak katıldı. Nurcu
Salih Özcan ve Fethi Tevetoğlu gibi antikomünistler bu örgütlenmelerde
Türkiye’yi temsil ettiler. Türkiye 12 Eylül ile birlikte İslam Konferansı’na
başbakan düzeyinde katılmaya başladı. Bu örgüt sonradan İslam İşbirliği
Teşkilatı adını aldı ve başkanı Ekmeleddin İhsanoğlu CHP ile MHP’nin cumhurbaşkanı
adayı oldu.
Suudiler 1960’lı yıllarda Türkiye’deki bütün cemaatlerle
ilişkiler geliştirdiler ve bunları yayın faaliyetleri başta olmak üzere finanse
ettiler. Generallar de bu duruma seslerini çıkarmadılar. Rabıta ile ilişkiler
12 Eylül cuntasından sonra, yurt dışında Diyanete bağlı imamların maaşlarının
bu örgüt tarafından ödenmesine kadar vardı. Yani askerlerin Suudlarla işbirliği
yeni bir durum değil.
12 Eylül sonrasında gelişen Kürt hareketine karşı mücadele,
generallerin din istismarını ve dini gericilikle işbirliğini daha üst boyutlara
taşıdı. Kürt köylülerine havadan Kur’an ayetleri atılıyordu. Dini cemaatler de
cuntacılarla birlikte çalışmaya zorlanıyorlardı. 1990’lı yıllarda Kürtlere
karşı, IŞİD’e parmak ısırtacak vahşetler yapan Hizbullah’ın, generaller
tarafından örgütlendiği de genel kabul gören bir olgudur. Şeriata karşı sözde
mücadelenin ve laikliğin başörtü yasağına kadar indirgenmesi, Atatürkçü resmi
laik anlayışın ne kadar sığ olduğunu, samimi olmadığını bir kere daha gösterdi.
Sadece R. Tayyip’e ve A. Davutoğlu’na fatura edilmeye
çalışılan Suriye ve Ortadoğu politikası da aslında, Türkiye’nin geleneksel ve
Kürt düşmanlığı ekseninde belirlenen politikasıdır. Elbette AKP ve İslami kesim
kendine göre özel hesaplar yapmış, tatlı hayaller kurmuştur ama esas olarak
geleneksel politika değişmemiştir.
Orta Doğu’da bir Kürt oluşumuna izin verilmemesi, bunun için
herkesle her türlü işbirliğine hazır olunması Türk egemen sınıflarının, ordunun
ve düzen partilerinin, Türkiye Cumhuriyeti kurulalı beri değişmeyen bir
tavrıdır. Sınırda mülteci kampları adıyla eğitim kamplarının kurulması, Tüm
Kürt bölgelerinden açıkça militan devşirilmesi, İslami militanlar için
sınırların kaldırılması, orduya ait silahların Suriye ve Irak’taki İslami
gruplara gönderilmesi ve bunlara benzer birçok uygulama ordudan habersiz,
ordunun onayı olmadan yapılamazdı.
Sonuç olarak Türkiye’nin İslam ittifakı içinde yer alması,
Türk ordusunun Suudi gericiliği ile askeri işbirliğine soyunması, geçmiş tarihi süreçten bir sapma değildir.
Tersine bu sürecin ileri bir aşamasıdır.
Osman Tiftikci - 4 Haziran 2016 - ÖZGÜR ÜNİVERSİTE.ORG
[1] http://www.pusulatr.com/mobil/haber_4869_rusya-ve-irana-karsi-turk-arap-tatbikati.html