"Yargı başkanları, Erdoğan çay toplarken arkasında
unutulmuş eski bir terlik gibi!"
Yaşadığım topluma baktığımda, Dostoyevski’nin bir
kahramanını anlatırken, “delirdiğini fark etmedikleri için terbiyesizleştiğini
sanıyorlardı” demesi geliyor aklıma.
Bu toplum yavaş yavaş ortak bir deliliğin içine akıyor.
Biz bunu lumpenleşme, kabalaşma, terbiyesizleşme,
çirkinleşme sanıyoruz ama bugün yaşadığımız, notaları tersten yazılmış bir
delilik senfonisi.
İnsanlığın geri kalanından uzaklaşıyoruz.
Akılla, zekayla, mantıkla, hukukla bağlarımızı koparıyoruz.
Geçen gün, Fenerbahçe Kulübünün başkanının, “2000 yılında
Galatarasaray’ın Fethullah Gülen’in dualarıyla şampiyon olduğunu söylüyorlar.
Bizde yok öyle şeyler,” dediğini kulaklarımla duydum.
Fenerbahçe Kulübü, bu ülkenin en köklü, en büyük
takımlarından biri, taraftar sayısı sanırım en kabadayı siyasi partinin
seçmeninden daha kalabalıktır… Onun başkanı, “şikeden” söz ederken “bir adamın
duasıyla bir futbol takımının şampiyon olduğuna” dair iddialar olduğunu
söyleyebiliyor.
Ve, bu laf öyle söylenip geçti… Toplum şaşırmadı….
Fenerbahçeliler ayağa kalkmadı… Kimse istifasını istemedi.
Bu küçük gibi görünen olay, bugün toplumun ne hale
geldiğinin bir işareti olarak anlatılacak herhalde ilerde.
Siyasetteki büyük çöküş, bir yalan bataklığının üstüne
kurulan siyasi iktidarın her gün daha büyük yalanlar söylemesi, bu yalanların
fare sürüleri gibi çoğalarak halkın içine yayılması, toplumun akılla bağlarını
tel tel kopartıyor sanki.
Her şeyin söylenebileceği, her şeyin yapılabileceği bir
noktaya ulaştık.
Cumhurbaşkanı, “bakanlar kurulunun FETÖ’nün terör örgütü
olduğunu tescilleyeceğini, yargının da ona göre karar vereceğini” söyledi.
Erdoğan, “bakanlar kurulunun” yargının yerini alacağını
söylüyor açıkça… Ne anayasa, ne yasalar umurunda.
Bugün “Fethullahçılar” için “terör örgütü” kararı veren
bakanlar kurulu yarın CHP için aynı kararı verirse ne yapacaksınız?
Hiçbir şey.
Bugün “cemaatin” bakanlar kurulunda terörist ilan edilmesine
karşı çıkmayanın yarın CHP aynı uygulamayla karşılaşınca söz söylemesi mümkün
olmayacak.
Bakanlar kurulunun “yargının” yerini alamayacağını
söyleyemeyen bir toplum, hem hukukla hem akılla bağını kopartmış demektir.
Yargıtay, Sayıştay, Danıştay başkanları, “anayasaya
uymayacağını” açıklayan, “fiilen başkan olduğunu” söyleyen bir cumhurbaşkanı
çay toplarken onun arkasında tarlada unutulmuş eski terlik gibi duruyorlar.
Bunu bir de “normal” buluyorlar… Hatta “başkanın” yanında
olmaktan memnunlar… Kim olduklarını unutmuşlar… “Partili” cumhurbaşkanının
yanında “partili” yargıçlar olarak görünmelerini umursamıyorlar.
Üstüne üstlük bir de kendilerini eleştirenleri mahkemeye
vereceklerini söylüyorlar…
Bunlar, bir toplumda aklın ve adaletin temel direği olan
yargının en tepesindeki insanlar…
O direk çoktan kırılmış, çadır çoktan çökmüş başımıza.
Başbakan yardımcısı da kalkıyor, “cumhurbaşkanı yargının
başıdır” diyor… Anayasanın hangi maddesine göre öyle? Hiçbir maddesine göre…
Başbakan yardımcısı, başbakan yardımcısı olabilmek için
anayasayla, yasayla, mantıkla, hukukla bağlarını koparmayı belli ki baştan
taahhüt etmiş…
Akılla bağını kopartmamış bir toplumda başbakan yardımcısı
bunu yapabilir mi? Böylesine saçma sapan sözler söyleyebilir mi?
Bir yasa çıkardılar, MİT’in “silah kaçakçılığı”
yapabileceğini, bunun kimse tarafından soruşturulamayacağını yasalara
yerleştirdiler.
Yarın, “adam öldürmesini” de yasalaştırılarsa ne
yapacaksınız?
“Devlet çıkarı için MİT görevlilerinin şüphelendikleri
vatandaşlara karşı silah kullanmasının sonucunda oluşacak neticeler yargı
denetiminin dışında kalacaktır” türünden bir maddeyi parlamentodan geçirirlerse
ne diyeceksiniz?
Bugün bir şey demediğinize göre o zaman da bir şey
demeyeceksiniz.
“Suçun” yasallaşması, bir toplumun delirdiğinin işaretidir.
Suçu yasallaştırıyorlar.
Epeydir cumhurbaşkanının üniversite diploması olup olmadığı
tartışılıyor… Diploması yoksa cumhurbaşkanı olamaz biliyorsunuz…
Böyle bir tartışmada ne yapılır? Çıkarılır diploma
gösterilir.
Türkiye’de ne yapılıyor?
Cumhurbaşkanının mezun olduğu söylenen üniversitenin
“diploma arşivine” erişim “mahkeme kararıyla” yasaklanıyor.
Siz hiç diploma arşivine “erişimin” mahkeme kararıyla
yasaklandığı bir ülke duydunuz mu?
Aklını kaybetmemiş bir toplumda bu olabilir mi?
STV yöneticisi Hidayet Karaca “tutuklu” olarak yargılanıyor.
Suçu ne?
Yönettiği kanalda oynanan bir televizyon dizisinin
senaryosuyla “suç işlenmesi” emri vermiş.
Niye tutuklu peki?
Herhalde yeni senaryo yazmasın diye.
Bir ülkede böyle bir “suç” olduğu kabul ediliyorsa, o ülkede
akıldan söz edilebilir mi?
Cumhuriyet Gazetesi’nin yazarları Hikmet Çetinkaya ve Ceyda
Karan için iki yıl hapis cezası veren mahkeme, kararının gerekçesini açıkladı.
Kemal Göktaş, bu gerekçenin haberini yazdı Cumhuriyet’te.
Yargıç, “unutulmamalıdır ki hakimler sadece hukuka ve
vicdana uygun kararlar vermezler” diyor gerekçesinde.
“Yargıçların sadece hukuka uygun kararlar vermeyeceğini”
söyleyen bir yargıç var bu toplumda.
Devam ediyor:
“Mahkememiz, içinde yaşanılan toplumda büyük kesimi
oluşturan İslami dinsel topluluğun inançlarına, doğrularına saygı duymakla
yükümlü olup, bu realiteyi de görebilecek yeterliliktedir.”
Şimdi net olarak söyleyeyim.
Bu hakim uyduruyor.
Kelimenin tam anlamıyla uyduruyor.
Bizim hukukumuzda, “sadece hukuka ve vicdana uygun karar
verilmez” diye yasa yok, “mahkemelerin İslam inançlarına saygı duymakla yükümlü
olduğunu” söyleyen bir madde de yok.
Olmayan “yasaları” gerekçe gösteren bir yargıç insanları
mahkum ediyor, bunu açıklıyor ve hala o kürsüde oturuyor.
Toplumun buna da bir itirazı olmuyor.
Türkiye’nin yasalara uymayan, yasaları inkar eden, yasaların
yerine hukukla hiç ilgisi olmayan “kriterler “koyup insanları mahkum eden
yargıçları var…
Bu, sadece hukukun değil aklın da kaybolduğunun işaretidir
işte.
Bu “delirme” hali katman katman dağılıyor toplumun içine.
Bir yolcu otobüsünde uyuyan bir yolcunun başında
mastürbasyon yapan adamı patronu, “bunlar paralelcilerin işi” diye savunuyor.
Bu laf öyle geçip gidiyor.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, “Aile Sosyal Destek
Programı” için personel alacak, adaylar mülakatla seçiliyor.
Sordukları soru şu:
“Sakal okutma nedir?”
Bir ülkede “aile sosyal destek programı” için “sakal
okutmayı” bilen personel aranıyorsa, orada akıldan söz edilebilir mi?
Hukukla ve akılla bağını koparan bir toplumun yarın ne
yapacağını artık kimse bilemez, sadece kendimiz için değil dünya için de bir
tehlike oluşturur hale geldik.
Ve dünya ağırdan ağırdan Türkiye’yi yönetenleri enterne
etmeye yöneliyor… Bu deliliğin dünya arenasına yayılmasının kabul
edilemeyeceğini çeşitli biçimlerde gösteriyor.
Amerika’da bir savcı, “Türkiye’de siyasetçilerin
yozlaştığını”, “yargının rüşvetle yeniden şekillendirildiğini” dava dosyasına
koydu.
Burada “darbe” denilen “17-25 aralık” iddianamesini de aynen
ekledi dosyaya… Böylece, hazırlayanların Türkiye’de hapse atıldığı iddianame,
“Amerikan hukukunun” dolayısıyla da uluslararası hukukun bir parçası haline
geldi.
Daha sonra kaldırsalar da Amerikan askerleri, Türkiye’nin
“terörist” ilan ettiği Suriyeli Kürt savaşçılarla birlikte IŞİD’e karşı ortak
operasyona giderken, üniformalarına Kürt birliklerinin kokartlarını taktılar.
Suriye’de artık “NATO üyesi” Türkiye değil, Türkiye’nin
“terörist” dediği YPG Amerika’nın müttefiki.
Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı ise ikide birde AB’yi
tehdit eden Erdoğan’a cevap verirken, “diplomaside tehdit en iyi yöntem
değildir, zaten bir işe de yaramaz” dedi.
Alman yöneticiler de sırayla, “Erdoğan’a pabuç
bırakılmayacağını” açıkladılar.
“Senin tehditlerin
beş para etmez” türünden bir cevap normalde hiçbir ülkenin cumhurbaşkanına
verilmez, bir ülkenin cumhurbaşkanının böyle sözlere muhatap olması için o
toplumun akılla ve hukukla bağını kopartması gerekir.
Bir adam “fiilen başkanlığını” ilan edip sarayında kimsenin
bilmediği kadar paralar harcayarak yaşayacak, bir hanedan oluşturma hayalleri
kuracak diye Türkiye aklını kaybediyor.
Toplumlar bazen böyle akıllarını kaybederler.
Almanya gibi Goethe’yi, Beethoven’ı yetiştirmiş bir bir ülke
bile daha yakın zamanda aklını kaybedip bir meczubun peşinden giderek tarihin
en büyük felaketlerinden birine yol açmış, kendisi de perişan olmuştu.
Türkiye, aynı çıldırma yolundan yürüyor.
Yaşadıklarımızın mantıkla açıklanacak hali kalmadı.
Bu, delilik.
Böyle bir deliliğe ancak hukukla ve akılla set
çekebilirsiniz.
Ama ana muhalefet partisi, Kürt milletvekillerin
hapsedilmesine yol açabilecek “dokunulmazlık” yasasına “evet” oyu vererek bu “deliliğin”
parçası olmayı tercih ettiğini ortaya koydu.
Burada yapabileceğimiz iki şey var…
Ya Ömer Seyfettin’in bir Çin masalından esinlendiği
hikayesindeki gibi kendi isteğimizle “bu delilik şerbetinden” içip delilerin
arasına katılır, bir faciaya kahkalar atarak gider, sevdiklerimizin korkunç
çatışmalarda paramparça edildiğini görerek akıllanırız….
Ya da Kemalist, Kürt, cemaatçi, milliyetçi, muhafazakar,
demokrat, solcu, sağcı, hukukla ve akılla bağını korumayı beceren herkes elele
verir bu deliliğin daha da yayılmasının önüne bir set çekeriz.
Artık mesele siyasetten çıktı.
Akılla deliliğin çatışmasına döndü çünkü. (AHMET ALTAN – HABERDAR / T24)