HIDE

GAZETE DEMOKRAT / EKONOMİ

GRID_STYLE

SON HAVADİS

SHOW_BLOG

Darbe için ne dediler?

İstanbul’da ve Ankara’da Tankların sokaklara çıktığı,ülkenin dört bir tarafında camilerden ezan ve selalar okunarak Recep Tayyip Erdogan’ ın...

İstanbul’da ve Ankara’da Tankların sokaklara çıktığı,ülkenin dört bir tarafında camilerden ezan ve selalar okunarak Recep Tayyip Erdogan’ ın çağrısıyla insanların  sokağa dökülüp, tekbir sesleriyle yürüdüğü, katliamların, linçlerin, idam ve cihat çağrılarının yapıldığı günleri yaşadık. İçinde yasadığımız dönemi ve olayları anlamlandırmak çabasıyla Kürd siyasetçilerine, bilim adamlarına, yazar vb  kişi ve çevrelere güncel durumla ilgili tek bir soru sorduk.


Soru: 15 Temmuz 2016 akşamı içinde çok sayıda general ve bürokratın da bulunduğu bir darbe girişimi oldu. Bu askeri kalkışmayı nasıl tanımlayabiliriz? Darbe girişiminin arkasında hangi güçler olabilir? Darbenin bir AKP kurgusu olduğu yönünde iddiaların doğruluk payı ne olabilir? Bu aşamadan sonra Türkiye’yi nasıl günler bekliyor? Kürtler bu olayı nasıl algılıyor, nasıl bir tutum takınmalıdırlar?

İsmail Beşikçi

Darbe girişimi emir-komuta içinde gerçekleşen bir süreç değil. Bu yönden 12 Mart (1971) ve 12 Eylül (1980) darbelerinden ayrılıyor. 27 Mayıs’a (1960) benziyor diyebiliriz. Ama başarısız olmuştur. Türkiye’de askeri darbe deyince hep ABD akla gelir. Bu  darbe girişiminde ABD’nin rol aldığı kanısında değilim. ABD hep emir-komuta zinciri içinde bir darbe planlar. Genelkurmay’ın, kuvvet komutanlarının, Jandarma Genel Komutanı’nın  birinci planda olduğu, emir-komuta içinde gerçekleşen bir darbe… ABD, Genelkurmay’ı bu şekilde yönlendirme olanaklarına da sahiptir. Darbe girişiminin AKP’nin kurgusu olduğu görüşüne katılmıyorum. Kanlı bir girişim olmuştur. 300’den fazla kayıp olduğu vurgulanıyor. Böyle bir kurguyu kim olursa olsun göze alamaz.

Darbe girişiminde, ulusalcıların, Kemalistlerin daha ön planda olduğu kanısındayım. FETÖCÜ denenlerin, orduda, poliste, yargı organlarında, istihbaratta adamları olabilir. Onlar da darbe girişiminde rol almış olabilir, ama ulusalcıların, Ergenekon’un, daha ön planda olduğu kanısındayım. Darbe girişiminde rol alan yargı bürokrasisi mensuplarının ulusalcılar olduğunu düşünüyorum. Ulusalcıların, Cemaat’le, Ergenekon’la ilişki içinde olduğu söylenebilir.

Darbe girişiminin hazırlıksız yapıldığı anlaşılıyor. Belki de hükümet, darbeden haberdar oldu. Hazırlıkların tamamlanmasına fırsat vermeden gerçekleşmesini sağladı. Darbe girişimcilerinin kitle iletişim araçlarını verimli bir şekilde kullanamadıkları açıktır. Sabaha karşı değil, akşam gerçekleşmesi askeri darbe sürecine aykırı bir durumdur. Darbeciler, Cumhurbaşkanlığı’na, Başbakanlığa, Meclis’e, milletvekillerine yönelecekleri yerde, köprülerin başını tutmaları, havaalanlarını kontrol etmeye çalışmaları şaşırtıcıdır.

Darbeci askerlere karşı, azgınlaşmış kalabalıkların yer aldığı bir süreç yaşandı. Bunların önemli bir kısmı Hürriyet gazetesine, hükümeti eleştiren gazetecilere saldırı yapan gruplardan oluşuyordu. Bu azgınlaşmış grupların hiçbir insani değer taşımadığı, hiçbir insani kural tanımadıkları söylenebilir. Bu manzara Türkiye’nin geleceğinin bir kaos olduğunu da gösteriyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu darbe girişiminde ders alıp daha ılımlı bir siyasal ortamın yaratılması için çaba gösterir mi, sorusu akla gelebilir. Bu azgınlaşmış gruplar bu düşüncenin oluşmasını engelliyor.

Askeri darbe elbette kötüdür. Karşı çıkmak gerekir. En kötü bir sivil yönetim en iyi askeri darbe yönetiminden daha iyidir. Bu elbette böyledir. Ama muhalefeti bastırmak için hiçbir insani değere sahip olmayan kalabalıkları sistematik bir şekilde kullanan bir yönetim, daha iyi bir yönetim değildir. Darbe engellenmiştir ama bu, demokrasi doğuran, özgürlükleri geliştiren bir yapıda değildir. Kürtler kendi işlerine bakmalıdır. “Darbeye karşıyız, hükümetin yanındayız” diyerek, Kürdistan’da Türk bayrağı sallamak doğru değildir.

Kendi kendini yönetim konusunda çaba sarf etmek, Kürt dilini kamuda, toplum hayatında yaşanır hale getirmek, çocukların Kürt diliyle eğitimi konusunda kararlı olmak önemlidir. Güney Kürdistan’daki referandum, bağımsızlık sürecini desteklemek vazgeçilmez olmalıdır. Referandum, bağımsızlık sürecini seslendiren Mesut Barzani’nin ayağını çelmelemek aymazlıktır.

İsmail Beşikçi kimdir?

7 Ocak 1939’da Çorum’un İskilip ilçesinde doğdu. 1958 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydını yaptırdı. 1962 yılında mezun oldu. 1964 yılı sonlarında Erzurum’daki Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak göreve başladı. 1965’te doktora tezini “Doğuda Değişim ve Yapısal Sorunlar/Göçebe Alikan Aşireti” üzerine hazırladı. Tez kabul edilerek doktor unvanını aldı. 20 Temmuz 1970’de Atatürk Üniversitesi’ndeki görevine son verildi. 19 Haziran 1971’de Diyarbakır’da tutuklandı. Böylece İsmail Beşikci’nin yıllarca sürecek hapis ve yargılama süreçleri başlamış oldu. Beşikci, toplam 17 yıl iki ay sıkıyönetim tutukevlerinde ve farklı cezaevlerinde kaldı.

İbrahim Kaboğlu

Bu bir başarılı olamayan bir askeri darbedir; bir cunta hareketidir. Askeri hiyerarşik yapıyı kapsamasa da, bundan tümüyle kopuk olmayan ve (şimdilik belirsiz) farklı bağlantı ağlarının varlığından söz edilebilir. “FETÖ Terör Örgütü” olarak adlandırılan Gülen Cemaati yanlısı subayların yaptığı üzerine genel bir mutabakat var. Balyoz ve Ergenekon davasında tasfiye edilen generaller yerine göreve gelen subaylar öne çıkıyor. Bununla birlikte, TSK’nın hiyerarşik yapısında yaratılan veya ortaya çıkan zaafın da payı var. Böyle bir zaafın ortaya çıkmasında AK Parti hükümetlerinin oynadıkları belirleyici rol, gözardı edilemez, şu genel eğilimi nedeniyle:

Liyakat  ilkesi yerine, siyasal yandaşlık anlayışının baskın olması.
Görev+yetki+sorumluluk  zincirinde, “sorumluluk” mekanizmasının  işletilmemesi.
Hukukun, -kamu yararı gereği olarak değil-  ayak bağı olarak görülmesi.
AKP’nin kurgusu olup olmadığına üç aşamalı yanıt verilebilir:

1) AKP iktidarının on yılı, F. Gülen Cemaati ile ittifakla geçti. Bu ittifak, Anayasa’nın iki önemli hükmünün askıya alınması eşliğinde kotarıldı: Md.24/son: Dini politikaya alet etme yasağı ve Md.70: Kamu hizmetinde liyakat ilkesi. 17-25 Aralık sürecinde, zamanın başbakanı, Gülen Cemaati mensuplarına kırgınlığını ifade ederken; “Ne istediler de vermedik?” sorusu, adı geçen ittifakın, anayasal çerçeve dışında cereyan ettiğinin teyidi olarak görülebilir. Şu halde, bütün kamu kurumlarında olduğu gibi orduda Cemaat’in kök salması, “AKP eliyle” sağlandı. Ergenekon ve Balyoz davaları yoluyla ordudan tasfiye de, Cemaatin palazlanmasını sağladı.

2) 17-25 Aralık sürecide ise, AKP’nin Cemaat’e karşı hukuku askıya alarak verdiği mücadelede, Cemaat saflarının devlet içinde genel olarak pekişmesi sonucunu doğurdu. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından, “anayasasızlaştırma ilanı” anlamına gelen söylem ve eylemlerini yoğunlaştırdı. Bu süreç, Anayasa ve hukuk dışı bir kültürün yaygınlaşması ve meşrulaşmasına yol açtı…

3) 15 Temmuz gece yarısı sonrası; başta cumhurbaşkanı olmak üzere AKP’liler, darbe girişiminin hayırlı bir olay olduğunu dillendirmeye başladılar. Cemaat’e karşı  mücadele için kitleler meydanlara seferber edilirken, adeta “cihat” ilan edildi. Aynı saatlerde, Diyanet İşleri Başkanı emriyle, camiler gece yarısında hizmete sokuldu, ezan ve sala sesleri eşlinde… Bir yandan; Cemaat ile hesaplaştığı ya da hesaplaşıyor görüntüsü verdiği halde, kendisi de, mezhep temelinde dinsel alanı sürekli tahkim etmiş olan AKP için  darbe teşebbüsü, bir kaldıracın ötesinde sıçrama eşiği  işlevini gördü. Erdoğan ve hükümetin, askeri darbenin bastırılmasını izleyen dört günde kamu kurumlarında giriştiği büyük tasfiye harekatı, adeta, AKP’nin böyle bir fırsatı beklediğini açıkça gösterdi. Kısacası, askeri darbe önlenmiş olsa da, bir sivil darbe süreci başladı…

Türkiye’yi, daha az demokrasi ve daha az hukuk, daha sınırlı özgürlük; tam tersine, daha çok otoriterizm, daha çok dinselleşme  ve  hatta “dinsel totalitarizm”  eğiliminin ivme kazanacağı bir dönem bekliyor. Haliyle, demokrat, laik, sol ve sosyalist çevrelerin işi çok daha zorlu bir sürece girdi.

Kürtler  şimdilik beklemede görünüyor… Takınmaları gereken tavra gelince; Kürtler, bugüne kadar talep ettikleri yurttaşlık, adem-i merkeziyet ve anadilde eğitim hakları yanı sıra, Türkiye bütünündeki hukuk ve demokrasi mücadelesine de eklemlenmek durumundalar. Şu da öne sürülebilir: Kürtlerin, Türkiye’nin anayasal devlet ve demokrasi mücadelesine öncelik vermeleri, Kürt sorunun çözümünü kolaylaştıracak bir zemin oluşturabilir. Bu nedenle, Kürt-Türk ayrımı yerine, Türkiye(li) demokrat ve insan hakları savunucularının ortak cepheler oluşturmaları, -kişisel iktidarın Anayasa yoluyla temellenmemesi için- takınmaları gereken en rasyonel  tutum.

İbrahim Kaboğlu kimdir?

1950’de Artvin Borçka’da doğdu. Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekan Vekilliği’ni yürüttü. Halen Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Başkanı’dır.

Fuat Önen

15 Temmuz olayları, birçok özelliği ile öncekilerden farklı olsa da, Türk ordu geleneğinde içkin olan bir askeri darbe girişimidir. Başarısız olmasının en önemli nedeni askeri darbenin başarılması için gerekli iç ve dış koşulların olgunlaşmadığı bir dönemde yapılmasıdır. Türkiye’de gerçekleşen askeri darbelerde başarıyı sağlayan üç koşuldan söz etmek mümkündür:

Derinleşen siyasi-iktisadi kriz sırasında siyasetin itibarsızlaştırılıp, ordunun yüceltilmesi
Darbe programının ordu dışından hazırlanılması (İş dünyası, bürokrasi, dış çevreler vs.). Darbeciler hazırlanan bu programı yaşama geçirecek aktörlerdir.
Darbe yapacak ordu NATO ordusu olduğu için, NATO patronlarının onayı.
15 Temmuz Türkiye’sinde siyasi-iktisadi krizin varlığına diğer üç koşul eşlik etmediği için kısa vadede başarılı bir askeri darbe ihtimali zayıftır. Bu böylesi girişimlerin varlığına engel değildir.

Türk egemenlik sistemi derin bir siyasi kriz içindedir. Bu krizin 25 yıldır aşılamadığını söylemek mümkündür. SSCB’nin çözülmesi yalnızca reel-sosyalizmin çözülmesi değil aynı zamanda dünya düzeninin de çözülmesi, çökmesidir. İkinci Dünya Savaşı sonunda Birleşmiş Milletler üzerinden kurulan dünya düzeninin temel bileşenlerinden biri SSCB olduğu için dünya düzeni de çökmüştür. Bundan sonraki yıllarda Batı dünyası bu dünya düzensizliğine uyum sağlamak için restorasyon sürecine girmiştir. Almanya, batısı ve doğusu ile birleşerek, Çekoslovakya, Çekya ve Slovakya olarak ayrılarak, Batılı bazı devletler Gladyolarını çözerek benzeri restorasyon süreçlerinden geçmişlerdir.

Türkiye Turgut Özal’dan başlayarak bir restorasyon sürecine girmiş ve fakat bu restorasyonu gerçekleştirememiştir. Türk ordusu ve klasik devlet aklı restorasyonu özellikle Kürdistan meselesi üzerinden rejim için tehlikeli bulmuş ve direnmiştir. Turgut Özal, Necmettin Erbakan, Mesut Yılmaz dönemlerinde görülen ordu müdahalelerinin bir nedeni de bu idi. Başta ABD ve Batı destekli kurulan Cemaat-AKP iktidar blokunun ilk dönemlerinde (2002-2008) ordunun darbe hazırlıkları dahil açık müdahaleleri akıldadır. ABD ve Batı desteği ile püskürtülen bu müdahalelerden sonra oluşan geçici istikrar dönemi (2009-2013) Cemaat-AKP iktidar blokunun çatlaması ve AKP’nin Suriye politikasının çökmesi ile son bulmuştur.

AKP iktidar blokunun çökmesinden sonra karşı karşıya kaldığı tehditleri, klasik devlet güçleri ile yeni bir iktidar bloku oluşturarak savuşturmaya çalışmıştır. Ağırlaştırılmış müebbet cezası ile mahkum ettiği askerleri bir hukuk darbesi ile beraat ettirmesi bunun göstergesidir. Cemaat’le ittifak halinde ve Batı’nın desteği ile ordunun özellikle Avrasyacı olarak bilinen kanadını tasfiye etmeye çalışan AKP bu kez tersini yapmaya yönelmiş ve ordunun Kemalist olarak bilinen kanadı ile ittifak halinde Cemaat’i tasfiyeye yönelmiştir.

Bu yeni iktidar blokunun sürdürdüğü sert tasfiye girişimi karşıtını da yaratmıştır. Bu darbe girişiminin içinde Cemaat, ordu içindeki küçük bir Kemalist kanat ve AKP’nin sert tasfiye girişiminden zarar gören subaylar olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. Darbe girişiminin arkasında diğer darbelerde görüldüğü şekliyle bir egemen sınıf desteği ve açık bir ABD-Batı desteğinden söz etmek zordur. Yine de özellikle ABD’nin bu darbe girişimini maniple etme, girişime yol verme ihtimali gözden uzak tutulmamalıdır.

Darbenin bir AKP kurgusu olduğu yönündeki iddiaları doğru bulmuyorum. Böyle bir iddianın öne sürülebilmesinin ana nedeni, AKP zihniyeti ile Cemaat zihniyetinin oldukça benzer olmasıdır. Gerek kullandıkları ideolojik-dini motiflerin benzerliği, gerekse ABD-Batı patronajında sürdürdükleri 10 yıllık iktidar bloku, böyle iddialara kaynaklık etmektedir. AKP’nin darbeyi sezinledikten sonra onu maniple etmeye çalışması ve darbeyi püskürttükten sonra onu kendi iktidarını sağlamlaştırmak için kullandığını söylemek mümkün olsa da, darbenin onun tarafından kurgulandığını söylemek devlet içinde yaşanan çatışmanın ciddiyetinin farkında olmamaktır.

Türkiye’yi zor günler beklemektedir. Yakındoğu ve Ortadoğu, Üçüncü Dünya Savaşı’nın önemli cephesidir. Bu bölgeler yeniden dizayn edilmeye çalışılmakta. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında yine Batılılar tarafından kurulan düzen ve siyasi haritalar değiştirilmeye çalışılmaktadır. Bölge yeniden dizayn edilirken, Bölgenin en önemli iki devleti Türkiye ve İran’ın eskisi gibi kalması mümkün değildir. Bölgede alt-emperyal hevesleri de olan bu iki devleti bekleyen gelecek, bölünüp parçalanmak ve küçülmek olacaktır. Her iki devletin var güçleriyle Kürdistan’a yüklenmelerinin nedeni de bu korkularıdır. Son iki yıldır klasik Türk devlet aklının yönlendirdiği AKP iktidarının yeniden dört işgalci devletin bölgede birlikte çalışmasını sağlamaya çalışmasının nedeni de budur. Darbe girişimi sonrası parlamentodaki 4 siyasi partinin gösterdiği birlik, dayanışma görüntüsü yanıltıcı ve geçicidir. Türkiye siyasi-iktisadi istikrarsızlığın arttığı, devletin tüm kurumlarında ve güç odakları arasında sert bir mücadelenin yaşanacağı bir dönemece girmiştir.

Türkiye’deki tüm darbelerde Kürdistan meselesi ve Kürdistan özgürlük mücadelesi önemli bir etken olmuştur. 1960 darbesinde Irak ve Orta-Güney Kürdistan’daki gelişmeler (Melle Mustafa Barzani’nin SSCB’den dönüşü), 1971 darbesinde Orta-Güney Kürdistan’da otonomi antlaşması, 1980 darbesinde Doğu Kürdistan’daki gelişmeler, 28 Şubat, Balyoz, Ay Işığı benzeri darbe hazırlıklarında Orta-Güney, Kuzey-Batı Kürdistan’daki gelişmeler darbecilerin ajandasında önemli bir yer tutmuştur. Son darbe girişiminde de Kürdistan’ın her dört parçasındaki gelişmeler ve Kuzey-Batı Kürdistan’da sürdürülen askeri sefer önemli bir etkendir. Her darbeden sonra darbecilerin ilk işi bütün şiddetiyle Kürdistan’a yüklenmek olmuştur. Bu nedenle Kürdistani siyaset Türkiye’deki tüm darbelere karşı olmuştur. Bu son darbe girişiminde bütün taraflar bir tür darbecidirler. Süren çatışmanın tüm tarafları (AKP, Cemaat, Kemalistler) son bir yıldır hep beraber Kürdistan seferini sürdürmüşler ve bir milyon Kürdistanlının yurtlarından göçertilmesine, binlerce Kürdistanlının öldürülmesine, 12 yerleşim biriminin harabeye çevrilmesine yol açmışlardır. Bu durumda Kürdistani siyaset, işgalci devletin bu iç çatışmalarında taraf olmamalı, gücü yeterse devletin içine düştüğü krizi derinleştirmeye çalışmalıdır. Kürdistani siyaset ezan-bayrak gölgesinde sürdürülen “demokrasi” oyununa itibar etmemeli, kendi bayrağı ile alanları tutmanın yollarını aramalıdır. İşgalci siyasi birliğe karşı kendi ulusal demokratik birliğini sağlamaya çalışmalıdır.

* Siyasetçi-yazar

Haluk Gerger

15 Temmuz darbe girişiminin, içerideki ve dışarıdaki yaygın “Erdoğan nefreti”nin başarı için yeterli olacağı varsayımına dayandığı anlaşılıyor. Çakılacak kıvılcımın, komuta kademesindeki kilit isimleri, “sol ulusalcı” kesimleri ve elbette “ABD-NATO-AB” odaklarını da planın peşine takacağı, bu desteğin de başarı için yeterli olacağı düşünülmüş gibi. Aslında, söz konusu çevrelere ilişkin bu beklenti çok da yanlış sayılmamalı. Bu konuda açık bir hissiyat içeride zaten görülmekteydi ve dışarıdan da “ince” mesajların, ölçülü cesaretlendirmelerin rahatlatıcı rol oynadığını düşünebiliriz.

Ne var ki, aleyhte faktörler ağır bastı. Birincisi, ekonomik kriz olgusunu yönetme/erteleme anlamında iktidarın rezerv güçleri var ve bunlar işlemekte. Çoğunluğu oluşturan ve sokağa çağrılan belirli kesimlerin, ideolojik/politik manipülasyona açıklıkları kadar, iktidardan/düzenden kaynaklı reel çıkarları ve beklentileri de henüz tüketilmiş değildir. Toplumun yaşadığı politik/sosyal bunalımlarsa, AKP’nin denetimi altında tutulmakta ve yönlendirilebilmektedir. Güvenilir bir muhalefet boşluğunu da bu tabloya eklemek gerekir. AKP’nin onbeş yıllık iktidarı boyunca hem polis ve MİT gibi kilit devlet kurumlarında, hem ideolojik düzlemde, hem de toplumsal örgütlenme alanında sistematik biçimde almış olduğu önlemlerin etkin biçimde işlemesi de hesaba katılmalı. Dolayısıyla, bugünün koşullarında bir darbenin toplumsal karşılığı yoktu. Darbe girişiminin yeni bir “darbe içinde darbe” dinamiğine yol açtığını görmekteyiz. Bu biraz da “kırk katır mı, kırk satır mı” cinsinden bir ikilem içinde toplumu kıstırmak anlamına gelmektedir.

Türkiye düzeni, şimdi artık sokakları da işgal altına alan “sivil” vurucu güçlerin yarattığı büyük gözaltı, baskı ve şiddet ortamında, camiden kışlaya, çarşıdan üniversiteye, ilköğretimden medyaya, gündelik hayatın her alan ve boyutunda, “ordu millet”ten “polis millet”e bir evrilme yaşamaktadır. Günü geldiğinde bu ikisi meczedilecektir. Aynı zamanda Halife’den Padişah’a, Ebedi Şaf’ten Milli Şef’e uzanan gelenek taze kanla canlandırılıp yeni süper “tek adam” ile taçlandırıldığında ve anayasal/yasal altyapısı olupbittilerle döşendiğinde, “Yeni Türkiye” faşizmi de eskisinden bu manada kopmadan ve geleneği sürdürerek kemale ermiş olacaktır. Kaynaşma (meczetme) “lider”in şahsında ve otoritesi altında gerçekleşmiş olacaktır.

Başarısız darbeler, karşı tarafın başarılı darbelerine zemin hazırlarlar. Partilerini, düzeni ve devleti korumak için Gorbaçov’a karşı darbe yapıp başarısız olan parti bürokratları, “halk”la beraber sokağa ve tanklara çıkan Yeltsin’e darbe imkanı verdiler ve korumak istedikleri her şey elden çıktı, Sovyetler Birliği tarihten silindi. Darbe döndü kendilerini vurdu. Darbe diyalektiğinin bumerang etkisi bu olsa gerek.

Bizlere kendi fıtratlarında “kölelik” dayatan çeşitli faşizmler arasından birini seçiyor ya da seçme zorunda bırakılıyor toplum. Meclis’e bomba atılmasını bir “Reichstag yangını“na çevirmek isteyenler iş başında. Artık AKP’nin ve Erdoğan’ın elinin hem içeride, hem dışarıda oldukça güçlendiği kesindir. “ABD-NATO-AB” cephesi bakımından, attıkları “güç testi” oltasıyla, işler vuzuha kavuşmuştur. Artık önlerini daha iyi görmektedirler ve kısa-orta vadede kanıtlanmış güç dengeleri hesabıyla bir türlü yerli yerine oturtamadıkları “Erdoğan-AKP realitesi”ne farklı yaklaşacak, “Sisi değil Mursi” dönemini kritik konulardaki tavizlerle bir süre içlerine sindireceklerdir. Uzun vadede hesabı nasıl kesmenin hesabını da ayrıca yapmaya başlamışlardır kuşkusuz.

İçerdeyse, artık “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışıyla çeşitli faşizmlerin unsurlarıyla “eski Türkiye”yi referans alan “demokrasi cephe”leri ve başka zalimlerle “ortak muhalefet” oluşturmanın, Ak Saray’a karşı Beyaz Saray’a umut bağlayarak beklemenin, İsrail’den Rusya’dan medet ummanın zamanı geçmiştir.

Yeni bir demokratik muhalefet cephesi, ama kendisi gerçekten demokrat olan, dayatmacılığı reddeden, biat kültürünü yeniden üretmeyen, kişiye nefreti sistemin dostluğuna çevirmeyen, salt anticilikle malul olmayan, demokratlığı sahici ve dolayısıyla inandırıcı olan bir geniş cephe inşa etmek gerekiyor. Neredeyse her yaptıklarıyla, aynen darbeciler gibi, Erdoğan’ın elini güçlendirmekte yarışanlardan böylesi bir muhalefet çıkar mı, onu bilemem…Bu arada herkese, gelişmiş ülkeyle az gelişmiş ülke faşizmleri arasındaki  yapısal farkları gözden kaçırmadan, 1930’lar Almanya’sının tarihini okumayı öneririm.

Haluk Gerger kimdir?

1948 Ankara doğumlu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Uluslararası İlişkiler öğretim üyesiyken YÖK’le beraber görevine son verildi. İHD kurucu üyesidir.

Ahmet Özer

Her darbe demokrasiye vurulmuş bir hançerdir. Benim kuşağımdan olanlar, (hele hele solcu ve devrimciler) darbelerden çok çekti. Vuruldular, asıldılar, sürüldüler, hapislere atıldılar, kimi yurt dışına kaçmak zorunda kaldı, vatandaşlıktan çıkarıldı, kimi işinden gücünden oldu, aileleri dağıldı, büyük acılar çektiler. Sadece bizler mi? Hayır, bir bütün olarak ülke kaybetti. Her seferinde Türkiye darbe mekaniğinde geriye gitti, darbeyle kaybedilen insani ve demokratik değerlerin telafisi çok zaman aldı. Bugün bile sağlıklı bir demokrasiye sahip olamamamızın nedenlerinden en büyüğü bu darbelerdir.

Bizler, yaşamımız boyunca darbelerle mücadele ettik, darbelere karşı çıktık ve daha önemlisi gerçekleri  gören insanlar olarak darbeler arasında hiçbir zaman ayrım yapmadık, bazılarına kötü derken birileri gibi bazılarını olumlayıp yüceltmedik. Tipi, biçimi, amacı meşrebi ne olursa olsun, nereden gelirse gelsin topyekun darbeleri reddettik ve lanetledik, bu darbeyi de reddediyor ve lanetliyoruz. Her zaman en kötü demokrasinin darbelerden bin kat daha iyi olduğunu söyledik söylemeye devam ediyoruz.

Ordudaki darbe psikolojisinin tarihsel arka planı, İttihat Terakki’ye kadar gider. Gerek Harp Okulları’nda verilen eğitim, tarihsel kurucu olmanın verdiği psikoloji, yetiştirilme biçimi askeri, bu ülkenin sınırlarının koruyucusu olmanın ötesinde asıl sahibi şeklinde biçimlendiriyor. Yapılanları beğenmediği zaman ülkenin bilinen yegane sahibi, el koyma hakkını kendinde gören ve ülkenin kendisine savaşta kullanmak için verdiği zor kullanma gücünü ve mekaniğini kullanarak darbe yapıyor. Başardığı anda her şeyi kendine göre biçimlendiriyor ve hakkın, haklının  kuvvetli olması evrensel ilkesini tersine çevirerek kuvvetlinin haklı olduğu bir mekanizmayı devreye sokarak işletiyor. 15 Temmuz’u değerlendirirken, Gülen’e, Cemaat’e vurgu yaparken, işin bu tarafını  da gözden ırak tutmamak lazım.

Bir de şimdilerde radyolarda ve televizyonlarda şöyle bir retorik işletiliyor: Bunlar asker değil, bunlar Türk ordusu değil falan. Peki Kenan Evren asker değil miydi? Onca darbeyi bu güne kadar uzaylılar mı yaptı? Bugün bu darbeyi yapanlar düne kadar bu orduda üst rütbelere nasıl geldiler o zaman? Roboski’nin emrini nasıl verdiler, katliamlara imza atanlar bunlar değil miydi? Bunlar bir günde mi orgeneral, korgeneral, tümgeneral, tuğgeneral oldu? Üstelik de birkaç kişiden bahsedilmiyor, yüzlerce generalden bahsediliyor ve daha şimdiden 70 general gözaltında. O halde bu mekanizmaya kim vesile oldu, buna kim neden ses çıkarmadı, onların hiç mi kabahati yok? O yüzden şunu belirtiyorum, öncelikle darbe mekaniği ve zihniyeti ortadan kaldırılmalı, asıl olması gereken bu. Sonra günceli değerlendirebiliriz?

15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden zaman geçtikçe daha net anlaşılacak ve daha objektif değerlendirilecektir kuşkusuz. Buna ihtiyaç da var. Nitekim bu darbe girişimi, yapılışı, başlaması ve bitişi ile diğerlerine benzemeyen bazı özellikler gösteriyor. Akşam yemeği sonrası başlayan bir darbe  girişimi; televizyonlar, radyolar ele geçirilmeden köprüler tutularak sağa sola saldırılarla duyulan ya da duyurulan bir kalkışma. Saldırılara rağmen siyasi liderlere yönelik bir girişim yok; bir tarafta darbecilerin yaptıkları yayınlar sürerken öte yandan karşı yayınlar tüm hızıyla devam ediyor ve başbakanın bunun bir darbeden ziyade ordu içinde örgütlenmiş bir kliğin kalkışması olduğu ve emir komuta zinciri içinde yapılmadığını dile getiren açıklaması… Bütün bu işler, peş peşe gelen açıklamalar kafaları karıştırdı, ya bunun gerçek bir darbe olmadığı ya iyi planlanmadığı ya da bunu yapanların bir zamanlama meselesi yüzünden (YAŞ öncesi ve görevden alınan ya da alınması beklenen üst düzey Cemaatçi komutanlar nedeniyle) “Ya herro ya merro” deyip başlamış bir girişim olduğu yolunda yapılan tartışmalar… Cemaat’in dışında bu darbeye teşne olmuş destek vermiş kimse yok mu? Varsa bu da ortaya çıkarılmalı ve açıklanmalıdır.

Ayrıca darbenin bilinmemesi, hem MİT’ten hem de askeri istihbaratın bu kadar büyük organizeyi önceden haber almaması bir istihbarat zafiyetinin ötesinde manidar bir duruma işaret etmiyor mu? Darbeye polis gücüyle anında karşılık verilmesi sanki zamanı tam bilinmese bile iktidar kanadından böyle bir beklenti ve hazırlık olduğu imajını oluşturdu (Örneğin Jandarma Genel Komutanlığı’nın ele geçirmesiyle beraber  anında polisin karşı hareket başlatması bunu göstermektedir). Bunlar işin askeri ve polisiye yanı. Nitekim darbe girişimi akamete uğratıldı, püskürtüldü darbeciler yakalanarak gözaltına alındı.

Bir kere bu darbenin halkın desteğiyle bastırılmış olması demokrasi geleneğinin oluşması ve sürdürülmesi anlamında tarihe düşülen önemli bir nottur. Ayrıca siyasi partilerin, parlamentonun, sivil toplum örgütlerinin ve halkın darbeye karşı ortak bir tutum  sergilemesi de çok önemlidir. Darbecilerin Meclis’i bombalaması, sivil halka ateş etmesi ilk kez görüldü ve bunu yapanlar hukuk çerçevesinde hak ettikleri cezalara çarptırılacaklardır.

Ancak bu darbe sırasında kabul edilemez başka görüntülerde sergilendi. Emir kulu askerlerin teslim olduktan sonra (IŞID’ın uygulamaları hatırlatır biçimde) yere yatırılıp boğazlarına pala dayatılması, kesilmesi, görenleri bir kez daha dehşete düşürdü. Şimdi sormak lazım; o askerlerin boğazını kesmeye teşebbüs edenler, üstlerinden emir alan o askerlerin yerinde olsalardı ve komutanları onlara gidip boğaz köprüsünü tutma emri verseydi, gitmeyecekler miydi? Herkesin bu soruyu kendisine sorması lazım.

İkinci anlaşılmayan, daha doğrusu bazı şeylerin anlaşılmasını sağlayan şey şudur: O askere Güneydoğu’ya git dendiğinde ve gidip öldüğünde şehit oluyor, aynı askere “Boğaz Köprüsü’ne git, tut” dendiğinde bırakın mürtet sayılmayı boğazı kesiliyor. Sonra birileri cenazelerde çıkıp “Şehitler ölmez vatan bölünmez” diye bağırmaya devam ediyor; ama şehitler ölüyor, maalesef çocukları yetim eşleri dul kalıyor. Buna o çocukları ölüme gönderenlerin ne cevapları var merak ediyorum. Yıllardır Güneydoğu’da yaşanan bu: Darbeyi yapanlar başkaları ama hep boğazı kesilenler yoksul halk çocukları… Birileri muktedir olmaya devam ederken, yoksul halk çocukları birbirini öldürmeye devam ediyor.

Bir de diyanetin darbe girişimi sırasında üstlendiği rol kafaları karıştıran bir husus oldu. Diyanet Türkiye’nin tamamında bütün camilerde sabaha kadar neden sala okuttu? Bu rolüyle ne yapmaya çalıştı ya da nereye mesaj verilmeye çalışıldı? Demokrasilerde yapılan her iş ve işleyiş sorgulanır. Hiçbir şey yapanın yanına kâr kalmaz. Nitekim demokrasiyi otokrasiden ayıran temel şey, hiçbir şeyin karanlıkta kalmaması, sorgulanması ve hesap verilebilirliğin olmasıdır.

Sonuç olarak darbeyi, darbecileri bunu yapanları yaptıranları şiddetle lanetliyoruz. Bilinmesi gereken husus şudur ki hiçbir askeri darbe, sivil darbenin aracı yapılamaz ve hiçbir darbe sivil darbeyi meşru kılmaz. Bu darbe vesilesiyle iki yol var AKP hükümetinin önünde: Darbeyi sadece kendine yapılmış bir tehdit gibi görüp zaten var olan baskıları ve anti-demokratik uygulamaları daha da  artıracak mı? Yoksa darbenin asıl demokrasi için tehdit olduğu gerçeğini görüp demokratik değerleri ve demokratik standartları artırmak yoluna mı gidecek? Önemli olan burada sadece darbecileri derdest etmek değil, darbe mekaniği ve darbe potansiyelini bir daha olmayacak şekilde ortadan kaldırmaktır.

Kürtler bu darbeyi batıdakiler gibi yaşamadı ve algılamadı. İki nedenle; bir, zaten uzun dönemdir darbe dönemlerini aratmayacak bir süreci yaşıyorlar. Bombalanan kentler, ölen insanlar, tutuklamalar, gözaltılar- sivil veya siyasetçi ya da militan ayırımı gözetilmeden sürüyor. Onun için Kürtler için esas olan bu sorunun (Kürt sorununun) çözülmesidir. İkincisi de bu darbenin başlaması, sürmesi ve bitmesine baktıklarında sanki bir oyun bir tiyatro gibi geldi insanlara. Hatta bazılarıyla konuştuğumuzda acaba hükümet ve Erdoğan, elini güçlendirmek için mı yapılmış ya da yaptırılmış bir girişim diyenler de oldu.

Fakat gene de darbelerden en çok çekmiş Kürt halkı için bu darbenin de başarısız olması sevindirici. Yanı sıra şunu belirtmeliyim; söylenen birlik berberlik sözlerine rağmen, darbe sonrası insanların meydanlara çağrılması ve içlerinde bazı provokasyonların yaşanabilme ihtimali gözardı edilmemeli. Bir de bu topluluklar demokratik bilincin geliştirilmesi ve darbecilik karşıtlığından ziyade sanki AKP seçmenini güçlendirme onların değirmenine su taşıma yönünde kullanılıyor. Bir de başkanlığa giden yol için kullanılacak gibi gözüküyor. O nedenle ikili bir yapı var önümüzde: Darbenin yarattığı ortamdan istifade edilerek Kürt sorunun çözümü başta olmak üzere birikmiş sorunlar mı çözülecek. yoksa darbe bahane edilerek tamamen dikensiz bir gül bahçesi mi yaratılacak sanki darbe bundan sonraki sivil baskıların gerekçesi olacak gibi. Oysa diğer yazıda da belirttiğim gibi asıl iş şimdi başlıyor Askeri darbe sivil darbeyi meşru kılmaz. Böyle bir şey en çok Kürtleri etkiler ve bu yolda yürünürse Öcalan’ın da dediği gibi başka darbelere davetiye çıkartır. O halde iki şey yapılamalı: (1) Darbe mekaniği ve potansiyeli tamamen ortadan kaldırılmalı. Bunun yolu daha fazla baskı değil. tersine daha fazla demokrasidir. (2) Bunun için de Kürt meselesinin behemahal çözülmesi lazım.

Kürt meselesinin çözülmesi için silahların ve operasyonların durması ve müzakere sürecine geri dönülmesi gerekir. Eğer bu yapılabilirse böyle bir ortamda Anayasa çalışmaları da olur. Ve Kürt sorununun çözümü yasal ve anayasal bir çözüme kavuşabilir. Aksi halde her iki halk içinde felaket olur. Tabi bu konuda başta HDP olmak üzere muhalefete çok iş düşüyor. Çünkü eğer AKP başka yolda ilerlerse onu değiştirmenin yolu siyaset kurumudur. Muhalefetin de gerçek alternatif olup iktidarı değiştirmesi için bu değişikliğe başta kendisinden başlaması lazım gelir.

Ahmet Özer kimdir?

1960’ta Van’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Van’da, lise eğitimini Diyarbakır’da bitirdi. 1986’da Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden birincilikle mezun oldu. Hacettepe Üniversitesi’nde sosyoloji alanında, ODTÜ’de ise Bilim ve Siyaset Felsefesi alanında olmak üzere iki master yaptı. 1999’da doçent oldu, bu yıl ise profesör. Süleyman Demirel Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi. Kan davası, Güneydoğu’nun sosyo-ekonomik yapısı, İsrail’deki Kibutz ve Moşhavlar ile GAP Bölgesi’nin karşılaştırılması, bölgenin geleneksel yapısı ve kalkınma süreci, bölgedeki yerel yönetimlerle ilgili çalışmalar yaptı.

Hüseyin Turhallı

AKP hükümeti ve Erdoğan’ın devlet yönetme biçimi ve anlayışı, ilkel ve hatta çete yönetim anlayışıdır. Hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, açık ve gizli talan…. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin ortadan kıldırılması, devlet kudretinin tek elde toplanması, kurumsal işleyişin ve hatta hukukun lağvedilmesi gibi durumlar devlet işleyişiyle bağdaşmayan durumlardır. Monarşilerde bile, kuvvetler ayrılığı ilkesi titizlikle korunmaya çalışılır. Hal böyle olunca AKP yönetimindeki Türkiye, ne Sultanlık ne de krallıkla yönetiliyor. Tipik bir diktatörlük veya tirani bir rejim görüntüsü daha ağır basmaktadır.

Köklü bir devlet geleneğine sahip olan Türk toplumunun devlet kurucu ve yürütücü gücü askeriyedir. Askeriyenin de dayandığı temel dayanak devlet bürokrasisidir. Devlet bir zor-güç mekanizmasıdır. Bu mekanizma bürokrasi adı verilen bir yöntemle işler. Güç ve mekanizma uyuşmazlığı bu tür kriz ve kaosların oluşmasını kaçınılmaz kılar. Darbe girişimcilerinin kendilerini “Sulh Konseyi” ile ifade etmesi ile bildirilerinin ana döngüsüne “hukukun yeniden tesisi” cümlesini yerleştirmeleri tam da bunu ifade ediyor. Dolayısıyla eğer darbeciler için bir tanımlama yapılacaksa “derin devlet” olarak tanımlanabilir. Hatta ve hatta denilebilir ki “devletin hükümete isyanıdır” Ve şu an “hain” olarak tanımlanıp zindanlara atılan bu darbe girişimcileri, Türkiye’nin gelecek tarihinde “kahraman” olarak anılacaklardır.

Bu olay bir darbe girişimidir. Ancak acemi, beceriksiz ve budalaca bir darbe girişimidir. Darbe girişimcilerinin iktidar hevesleri olsa da perspektifi yoktur. Gözaltına alınan, tutuklanan ve itham edilen kişilerin kimlik ve mesleki durumları, bu darbenin niteliği konusunda bir fikir veriyor. Tabloya bakıldığında dayanağı asker olan bir “bürokrasi darbesi” olduğu söylenebilir. Darbeler hükümete karşı yapılır. Ancak bu adamların yaptığı ilk şey, Boğaz Köprüsü’nü kapatmak ve TRT’yi işgal olmuştur. Sokaklara inilerek halka karşı darbe yapılmış gibi bir görüntü sunulmuştur. Hükümet üyelerinden tek bir kişi bile gözaltına alınmamıştır. Soru işaretlerinin asıl kaynağı da budur.

Darbe girişimin arkasında Fethullah Gülen ekibinin olduğu söyleniyor. Üç gündür takip ediyorum. Darbenin Fethullah Gülen ile ilişkisini ifade edebilen tek bir vakıaya rastlamadım. Fethullah Gülen de “ilgisi ve alakasının olmadığını, utanç verici bir durum” olduğunu söylüyor. Eldeki veriler bu darbe girişimin Fethullah Gülen hareketi ile bir ilişkisinin olmadığını gösteriyor olsa da hükümet ısrarla bu yönlü isnatlarda bulunuyor.

Peki neden?

Devlet bürokrasisi içinde Fethullah Gülen hareketine mensup şahısların yoğunlukta olması, AKP hükümetini rahatsız ediyor. AKP hükümeti bunu fırsat bilerek Gülen taraftarlarını tasfiye etmek amacıyla böyle bir argüman kullanıyor diye düşünüyorum. Darbe girişiminin arkasında uluslararası güçler de yoktur. Uluslararası güçlerin desteklediği bir darbe bu kadar budala ve ahmakça hareketlere girişemez. Dolayısıyla darbe askerin planladığı, devlet bürokrasisinin de desteklediği bir girişimdir denilebilir. Darbe girişiminin bir AKP-Erdoğan kurgusu olduğuna ilişkin yoğunca yorumlar yapılıyor. Ben bu yorumların hiçbirine katılmıyorum.

Görülen o ki hükümet darbe girişiminden belli bir düzeyde bilgi sahibidir. Darbenin içinde yer alan kişilerden hükümete ve MİT’e bilgi sızdırılmıştır. AKP hükümeti darbe girişimini planlamamış ancak planlanan bu darbe girişiminin harekete geçmesine kadar da beklemiştir. Görülen o ki panik durumunu yaratarak erken ve yanlış hedeflere doğru harekete geçmesini sağlamıştır. Panik, hedef bulanıklığı, plansızlık ve karşı tarafın hazırlıklı olması, darbe girişimini başarısız kılmıştır.

Başarısız kalan bu darbe girişiminden sonra AKP hükümeti devlet bürokrasisi içinde yer alan tüm elamanları tasfiye edecektir. Bu anlamda darbe girişiminin başarısızlığı, AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın hanesine şimdilik kâr olarak yazılacaktır. Bu darbe girişiminden sonra başta hükümet ve Erdoğan olmak üzere Türkiye’de 75 milyon insan her gün ve her an için korku içinde yaşayacaktır. Korku süreç içinde akli melekeleri zaafa uğratır. Aklın yitirildiği deliler ülkesinde ne olacaksa, Türkiye’de o olacaktır.

Kürt siyasal hareketlerinin Türk solundan ve Türk siyasetinden ayrıldığı 1970’li yıllarda devrimci abilerimiz ne diyor idiyse ben de aynı şeyi söylüyorum. Kürtler ve Kürt siyasetleri kendi programlarını devreye koymalı. Türkiye devletini sömürgeci bir devlet, Türkiye toplumunu ise komşu ülke toplumu olarak görmelidirler. Bu anlamda HDP’nin “sokaklara çıkmayın” biçimindeki çağrısını doğru buluyorum. Kürtler kendilerini doğrudan ilgilendirmeyen konularda düşünsel ve fiziksel enerjilerini harcamamalıdırlar. Program ve toplum çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapmalıdırlar. Bu darbe girişiminin ne yanında, ne de karşısında olmalıdırlar.

Hüseyin Turhallı kimdir?

1960’ta Bingöl Genç/Riz’de doğdu. Riz’deki medrese eğitiminden sonra ilk ve orta eğitimini Diyarbakır’da yaptı. Üniversite eğitimine Fizik Mühendisliği ile başladı. Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Diyarbakır Barosu adına Cizre Serhıldanı ve Diyarbakır Katliamı gibi toplu davaların birinci dereceden savunmasını üstlendi. İHD Hukuk Komisyonu görevini yürüttü. 8 Temmuz 1991 yılında Vedat Aydın’ın katledilmesinden sonra Diyarbakır HEP İl Başkanlığı görevini üstlendi. Gerilla cenazelerini ilk sahiplenen oldu. Kitle hareketine öncülük etti. 1980’li yıllarda Cumhuriyet Gazetesi’nin “Düşünenlerin Düşüncesi Köşesi”nde çeşitli yazıları yayınlanan Turhallı 1990-92 yılları arasında da Ülke Gazetesi’nde yazdı. Değişik Kürt sitelerinde güncel sorunlar ve politik konulara ilişkin makaleleri yayınlanan Turhallı’nın Kürdistan-Post sitesinde köşe yazıları yayınlanmaktadır.

Cemil Gündoğan

Bu kalkışma her durumda egemenler arası bir kapışma olarak tanımlanabilir. Konuyu karmaşıklaştıran, çatışmanın, eski Türkiye’nin egemenleriyle İslamcı Türkiye’nin egemenleri arasında alışageldiğimiz ayrım çizgisini izlememiş olmasıdır. Eski Türkiye’nin egemenlerinin bel kemiğini oluşturan güçlerin bir kısmı bu çatışmada dinci iktidarın safında konumlanırken, İslamcı Türkiye’nin bazı güçleri Erdoğan’ı devirmek isteyen güçler arasında yer almıştır.

Darbecilere ilişkin piyasadaki baskın görüş, bu kalkışmanın Fetullah Gülen’e bağlı askerlerce gerçekleştirildiği yolundadır. Hükümetten Ergenekon davası sanıklarına, ulusalcı çevrelerden bazı liberallere kadar herkes bunu söylemektedir. Fakat bu iddianın gerçeği tam olarak yansıttığından şüpheliyim. Kemalist geleneğe mensup ve Erdoğan’a aşırı kızgın bazı askerler ile bir süreden beri varlığı hissedilen “kesin darbe olacak” havasına kapılmış başka bazı subayların da işin içinde oldukları anlaşılıyor. Daha da önemlisi, Kürdistan’daki savaşı yürüten bazı yüksek rütbeli komutanların darbecilere meyletmiş olmasıdır ki, bu durum, Kürdistan’daki savaşla darbe girişimi arasında bir ilişki olduğunu gösterir. Bu ilişkinin ne kadarının barış özleminden, ne kadarının savaşı daha kanlı biçimlere büründürme isteğinden kaynaklandığını bu aşamada bilemiyoruz. Ancak savaşın yeniden başlamış olmasının, askerlerin devlet içindeki pozisyonlarını yükselttiğini, böylece onların ülkeyi yönetme arzu, imkan ve kabiliyetlerini arttırdığını ve bunun da darbeyi teşvik ettiğini tahmin etmek zor değil. “Darbeyi Gülenciler yaptı” deyip noktalamak, olayın bu tür boyutlarını gizleyen bir rol oynamaktadır. Darbecilerin gerçek bileşimi ve amaçları, yargılama safhasında daha iyi anlaşılacaktır.

Darbe girişiminin arkasındaki dış güçlere gelince, bu aşamada somut bir şey söyleyebilecek durumda değilim. Darbe girişiminin tam gaz sürdüğü saatlerde bu konuda bir ipucu bulabilirim düşüncesiyle bir yandan da CNN’i de izlemeye çalışıyordum. Orada darbecilerin başarıya ulaşmasını isteyen bir hava sezdim. Fakat buradan hareketle ABD’nin darbeyi desteklediği sonucuna varmak fazla aceleci bir tutum olur. Bunun başka verilerle desteklenmesi gerekiyor.

Değişik veriler, darbeciler arasında Amerika’ya ve Batı dünyasına yönelik sempatik bir tavrın varlığına işaret ediyor. Ancak bu tavrın ABD ve diğer Batılı devletler nezdinde ne ölçüde karşılık bulduğu henüz açık değil. Benim anlayabildiğim kadarıyla Batılı güçler, ilk saatlerde bekle gör tavrı içindeydiler, fakat darbenin başarıya ulaşamayacağının anlaşılmasıyla birlikte (kabaca gece yarısından sonra) bakışlarını hükümete doğru çevirmeye başladılar. Bu da, eğer başarabilselerdi, darbecilerin Batılı güçlerden belli bir noktaya kadar hüsnü kabul görebileceklerini gösterir ki, bizzat bu durum uzun vadede bir darbe dinamiği olarak işlemeye devam edecektir.

Darbenin AKP kurgusu olduğu, bir komplo teorisidir. Fakat böyle olması, darbenin başarısız kalmasından en çok Erdoğan kliğinin yararlanacağı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Siyasi mücadelede silah böyle bir şeydir; ya elinize almayacaksınız ya da eğer alıyorsanız giriştiğiniz işi başaracaksınız. Yenilgi durumunda en büyük zararı kendiniz görürsünüz. Binlerce yıldır şaşmadan işleyen bu basit denklem orta yerde duruyorken darbe girişimini izah etmek için karmaşık komplo teorileri uydurmayı anlamlı bulmuyorum.

Peki, bundan sonra ne olur?

Kısa dönemde, İslamcı iktidar ile Kemalist geleneği esneterek sahiplenmek şeklinde bir strateji izleyen ordunun merkez kliğinin beraberce darbeye maruz kalmış olmaktan ötürü daha da yakınlaşmaları beklenebilir. Böyle bir yakınlaşma kısa dönemde muhalifler için zulmün artması anlamına gelecektir. Ne var ki bu türden bir yakınlaşma, ordunun daha fazla İslamcı iktidarın emrine sokulmasını da gerektireceği için aynı zamanda bir gerilim alanı da üretecektir.

Bu noktada karışıklığı artıracak bir diğer etken orduda, bürokraside ve poliste yapılacak olan tasfiyelerdir. Bir intikam, kuşkuculuk, bozgunculuk, gammazlama, ayak kaydırma ve fırsatçılık furyasında gerçekleşecek bu tasfiyelerin kaotik bir ortama yol açması mümkündür. Ama yaygın bir kaos ortamı doğurmasa bile mevcut paranoik ortamın Erdoğan’ı diktatörlerin mukadder açmazına doğru sürükleyeceği öngörülebilir: Derin kuşkularla kuşatılmış olarak ipleri daha fazla sıkmadan yaşayamayacağını görmek, fakat ipleri sıktıkça düşmanlarının sayısını çoğaltmak. 15 Temmuz girişimi Erdoğan’ı iyiden iyiye bu açmazın pençesine itmiştir.

Yukarıda anılanlar kısa vadeye ilişkin muhtemel gelişmelerden birkaçıdır. Bunlara başkaları da eklenebilir. Benim asıl dikkat çekmek istediklerim ise darbe girişiminin uzun vadeli etkileridir. Bu etkiler, hiç de Erdoğan’ın ve Türk devletinin arzuladığı türden olmayacaktır. Zira darbe girişimi uzun vadede Türk toplumunun toplumsal dokusundaki çözülmeyi hızlandıracaktır. Bunu, diğer şeylere ilaveten sıradan Türk’ün sokakta asker öldürmeye başlamasından anlıyoruz.

Türk denilen kategoriyi oluşturan sıradan insanlar cumhuriyet tarihi boyunca askerle çatışmamıştır. Türkiye’de askere kurşun sıkan tek İslamcı kalkışma olan Menemen olayının merkezinde Kürt şeyhler önemli bir yer tutmuştur, Türk solcularının 1970’lerdeki çıkışı ise ancak en son aşamasında ve kısmen askerlere yönelebilmiştir ve sıradan Türklerin hareketine dönüşemeyip üniversiteli romantiklerin sapması olarak kalmıştır, 12 Eylül’den sonra orduya karşı etkisiz de olsa görece uzun bir süre silah sıkmış tek Türk örgütü olan TİKKO ise Türklerden çok Dersim’in Alevi Kürtlerine yaslanmaktadır. Kısacası sıradan Türkler tarihsel olarak “Mehmetçik”le çatışmamış, tersine onu toplumsal dokunun harcı olarak algılayagelmişlerdir. İşte bu aynı Türkler, 15 Temmuz’da arkalarına camilerden yükselen ilahi nağmeleri de alarak sokakta asker avına çıkmışlardır. Bu durumda asker-millet tanımın asli bağlantı noktalarından birini oluşturduğu toplumsal doku nasıl eskisi gibi kalabilir? Özellikle de Ortadoğu bataklığının yarattığı istikrarsızlaştırıcı faktörlerle ve içerideki kapsamlı tasfiyelerle bir arada düşünüldüğünde.

Bütün bu gerçeklere rağmen bazı yorumcular, halkın sokaklara çıkışını demokrasinin zaferi olarak yorumladılar. CHP, Doğan medyası ve buna benzer bazı kurumlar ise birkaç saatlik bir bekle gör tavrının ardından “tankın üzerine çıkan kahraman halk” şarkısını söylemeye başladılar. Birincilerin yorumu boş bir laf yığınından, ikincilerin yaptığı ise Erdoğan’ın iktidardan gitmeyeceğinin anlaşılmasıyla, bari zafere ortak olmaya çalışalım deme kurnazlığından ibarettir. İkisi de karşılıksızdır; zira sokağı kuşatan güruhun demokratik bir yönetim istediğini gösteren hiçbir belirti yoktur.

Merkezine (Sünni) İslamı veya Türkçülüğü koyan bir kitle hareketinden demokrasi çıktığı görülmemiştir. Hele bu ikisi bir aradaysa, demokrasi bir yana, oradan sadece kitlesel kırımlar çıkmıştır. 1894’ten günümüze kadar yaşanan bütün kitlesel kırımlara bakınız, bunların ya tek başına İslam adına ya da İslamla Türkçülüğün bir sentezi adına kotarıldığını görürsünüz. 15 Temmuz gecesi sırtına Türk bayrağı geçirerek tekbir çığıran güruh tam da böyle bir senteze işaret ediyordu. Bu güruhun benzerlerini Afganistan, Libya, Mısır ve Suriye sokaklarında da görmüştük.

Öte yandan darbe girişimiyle birlikte hikayenin sonuna bir adım daha yaklaştığımızı da eklemek gerekiyor. Benim Avrupai Türkler ve Asyatik Türkler(*) diye adlandırdığım toplumsal kesimler arasında yaşanan ayrışma bu darbe girişiminden sonra daha da derinleşecek, toplumsal dokunun cemaatler eksenindeki çözülmesi devam edecektir. Erdoğan’la Doğan grubunun yakınlaşmasına bakarak bu ayrışmanın durduğunu veya tersine döndüğünü düşünenler olabilir. Bu yanlıştır. Orada yaşanan yakınlaşma değil, boyun eğdirmedir. Ortadoğu’nun fokurdayan girdabının ortasına savrulmakta olan bir ülkede bu tür onursuzlaştırarak teslim alma operasyonlarından demokratik bir entegrasyon değil, çürüyüp çözülme çıkar.

Ortadoğu’daki savaş yakın zamana kadar Suriye’nin içine hapsedildiği için, bu savaşın Türkiye’deki toplumsal dokuyu çözücü etkileri açık biçimde görülemiyordu. Fakat son bir yılda Kürdistan’da sürdürülen savaşa ilaveten IŞİD eylemlerinin Türkiye’ye doğru yayılmaya başlaması ve nihayet son darbe girişimi, bu çatışmaları Suriye’ye hapsetmenin artık mümkün olmadığını, Ortadoğu’daki bütün çatışmaların Türkiye’nin içinde kendini üreteceğini gösteriyor. Bunun doğal sonucu toplumun tel tel dökülmesi olacaktır. Bu durumda önümüze iki alternatif çıkmaktadır: Tüm toplumsal kesimlerle uzlaşmayı öne alan demokratik bir yönetimle çatışma ve çözülme ortamından çıkmaya çalışmak ya da şimdiye kadarki politikalarda ısrar ederek hızla Pakistan’a veya Suriye’ye dönüşmek. Gelişmeler böyle bir mecraya doğru akıyorken Mecliste halka boş övgüler düzen ortak bildiriler yayımlamanın mezarlıkta ıslık çalmaktan öteye bir manası olmayacaktır.

* Bu tanımlarla neyin kastedildiğini merak edenler Dönemeç Yazıları adlı kitabıma bakabilirler. Vate Yayınları, 2011, İstanbul.

** Araştırmacı-yazar

Hamiyet Çelebi

Türkiye,  15 Temmuz’da, Cumhuriyet tarihinin en büyük iktidar rekabetinin son karşılaşmasına tanık geldi.  Zamanın ruhuna aykırı bu darbe, bir çılgınlıktan öte iki müttefik arasındaki  ortaklığın süreç içerisinde çıkar çatışmasına dönüşerek, karşılıklı konumlanmalarının geldiği son aşamadır. Toplumun tüm katmanlarını etkisi altına alan, kimilerinin “savaşı” olarak değerlendirdiği bu karşılaşmanın rövanşı olan “darbe girişimini” kapsamlıca değerlendirebilmek taraflara objektif ve aynı mesafeden bakmakla mümkündür.

Ak Parti ile Cemaat’in “dava arkadaşlığının” düşmanlığa evrilmesi ne kısa bir süre içinde meydana gelmiştir ne de tek bir nedenle izah edilebilir. Makro ölçekte aynı felsefeden beslenen, aynı yaşama biçimini toplumda yaygınlaştırmaya çalışan, siyasal İslamı ana siyasal perspektif olarak kabul eden bu iki kesime daha yakından bakıldığında apayrı çıkar kesimlerinin temsilcileri olduğu, “dava arkadaşlıklarının” ise mecburi bir yol arkadaşlığından öte olmadığı açıkça görülecektir.

Ak Parti ve Cemaat yola çıktıklarında Kemalist düzenin yargı, asker, bürokrasi gibi yapı taşlarına  karşı birlikte mücadele vermiş, Türk devlet geleneğine hakim olan resmi Kemalist/askeri  vesayeti önemli ölçüde geriletmişti. Bu yol arkadaşlığı boyunca Ak Parti seçimle başa gelmiş, yasal ve hukuki meşruiyeti olan bir iktidar olarak, devlet içinde kendini konsolide ederken, Cemaat’in de niyeti devlet içinde kendine bir hat açmak ve hatta devleti bu hat etrafında örgütlemekten başka bir şey değildi.

Cemaat uzun yıllardır kamuda örgütlenme odaklı bir stratejik politika güderken, Gülen’in “altın nesil” olarak tanımladığı ve yıllardır bu işe hazırladığı kadrolarını; MİT, Ordu, HSYK başta olmak üzere devletin yargı, bürokrasi, askeri tüm kademelerinde dizayn çabası  ve isteği AK Parti’nin iktidarını paylaşmama anlayışı karşısında duraklamış, Gülen ve Erdoğan’ın gerek kamusal alanda gerekse de kendi örgütleri içerisinde otoriter liderliklerini tartışmasız kabul ettirme niyetleri ortadaki sürtüşme ve kavgayı bir üst seviyeye çıkarmıştı.

Zamanın partnerleri başlangıçta askeri ve Kemalist vesayete karşı önemli mesafeler kat etmiş,  Balyoz, Ergenekon, OdaTV gibi siyasal davalar ile “eski rejimi” zafiyete uğratmış, 12 Eylül referandumu ile HSYK ve yüksek yargı mercilerini  yeniden yapılandırmıştı. Ancak ileri dönemlerde  geriletilen vesayetin yerine, büyük oranda Cemaat’in bir başka vesayet olarak geçtiği AK Parti’ye yönelik rüşvet ve yolsuzlukla mücadele gerekçesiyle 17-25 Aralık operasyonlarında, ucu dönemin başbakanına kadar uzanması muhtemel olan, MİT Müsteşarı Hakan Fidan şahsında başlatılan soruşturmada açıkça ifşa olmuştu. Ak Parti iktidarın kendisine sunduğu olanakların yardımıyla o günleri savuşturmuş, Cemaat’in güdümündeki iktisadi birimleri ve eğitim odaklarını etkisiz hale getirmeyi en azından o gün başarmıştı. O günlerde dava arkadaşlığı kıyasıya bir mücadeleye, taraflardan hiçbirinin geri adım atmayacakları bir hesaplaşmaya dönüşmüştü.

Cemaat ile Ak Parti arasındaki iktidar yarışı salt iç politikada gözlenmiyordu. Dış politikada her iki kesimin ayrı hatlarda yürüyen siyasetleri söz konusuydu. Cemaat küresel ölçekte örgütlü ekonomik siyasal bir güç olarak dış politikalarını Batı ile uyumlu bir zeminde yürütürken, Ak Parti Batı ile ilişkilerinde giderek kendisini yalnızlaştıran, neo Osmanlı politikalarını tercih ediyordu. Bu ise Cemaat’in dış ilişkilerini zorlaştırmaktaydı. Nitekim Mavi Marmara ve “One minute” olaylarında Gülen’in açıkça İsrail yanlısı tutumu, dış politikada da bu iki partnerin ortak iş yürütebilme ihtimallerinin kalmadığını açıkça gösteriyordu.

Burada Cemaat’in Batı ile ilişkilerine bir parantez açmakta fayda var. Cemaat küresel ölçekte örgütlenmiş her şeyden önce ekonomik, siyasi bir yapılanmadır. Sayısız ülkelerde kurduğu okullar, geliştirdiği ekonomik ilişkiler, organize ettiği lobicilik faaliyetleri ve kültürel çalışmaları ile bir devletin dahi sahip olmakta güçlük çekeceği ilişkiler ağına sahiptir. Gücünü özellikle küresel örgütlenmesine borçlu olan Cemaat bunu yitirmemek için bile olsa Batı ile iyi ilişkiler kurmaktan, kendi nihai hedefini uygulayabilme adına çeşitli diplomatik, ekonomik ve siyasi ilişkiler kurabilmektedir. Dış siyasetinin odağına Batı ile iyi ilişkiler kurmayı koymuş olan Cemaat çizdiği “ılımlı İslam” profili, “dinler arası diyalog” söylemleri ile de Batı tarafından -en azından çıkarları uyuştuğu sürece- meşru görülmekte ve faaliyet alanlarına müdahale edilmemekte, hatta destek görmektedir. Ak Parti’nin bu gün dünyada yalnızlaştığı bir ortamda Cemaat’in bu pozisyonu kendisi açısından son derece elverişli bir zemin de yaratmaktadır.

Her iki kesimin Kürt sorununa yönelik politikalarına bakıldığında, güvenlik eksenli politikalarda buluştukları, kısmi ve etki alanı son derece sınırlı “reformlarla” yetinmeyi tercih ettikleri görülmektedir. Kürtlerin meşru taleplerine yapısal cevaplar vermeyen bu iki ortak, Kürt sorunun çözümünde kapsamlı demokratik reformlar uygulayarak sivil, eşitlikçi ve demokratik bir Anayasa yapmaktan, Türkiye idari sistemini Kürtlere de cevap verecek şekilde yapılandırmaktan hep kaçındı. Kürt sorunu tarafların hesaplaşma aracına dönüştürüldü. Yüzlerce tutuklusu ile yıllarca süren KCK davaları, Oslo görüşmelerinin odağa alındığı MİT krizi bu hesaplaşmaların en somut örnekleriydi.

15 Temmuz akşamı yapılan darbe girişimi işte böyle bir iç siyaset iklimini ardına alarak gerçekleşti. Taraflar arasındaki savaş ve kıyasıya yürüyen mücadele Türkiye’de yaşayan tüm halk ve kesimleri menfi  etkileyebilecek bir darbeye evrildi.

Darbe girişiminin failleri olarak türlü ihtimaller sıralanmaktadır. Kimilerine göre Erdoğan’ı gözden çıkaran Batılı devletler ile uluslararası örgütler, kimilerine göre Ortadoğulu devletler akla en yatkın adaylardır. Oysa ki yaşanan darbe girişimi ve sonuçlarının tahlilini yapabilmek için komplo teorilerinden daha fazlasına ihtiyaç vardır. Uluslararası ilişkiler komplo teorileri ile açıklanamayacak kadar girift ve karmaşıktır. Ancak olası başarılı bir darbenin sonuçları ile kendi faydalarının çakışacağı çeşitli odakların varlığı da ayrı bir gerçekliktir. Bu da darbelerin dinamik yapısından ve uluslararası etkisinden kaynaklanmaktadır. Sonuç itibariyle ortada tahlile müsait olan açık bir süreç, Cemaat ile Ak Parti iktidarı arasında her daim canlı duran aleni bir savaş var iken failin dışarıda arandığı teorilere ihtiyatlı yaklaşmak gerekmektedir.

Aynı ihtiyatlı yaklaşımı darbenin bir AK Parti kurgusu olduğu yönlü iddialar karşısında da gözetmelidir. Gülen, İslam’ın izzetini koruyup kollayan salt bir din erbabı, Cemaat de kendini demokrasiye adamış bir yapılanma değildir. Cemaat ve lideri 12 Eylül ve 28 Şubat’ı destekleyen, örgütsel çıkarları gerektirdiğinde ülkede kaos yaratma eğiliminde olan, algı yönetimi ve kara propagandaya, özel savaş tekniklerine başvurmaktan çekinmemektedir. Başarıya ulaşamamış bir darbe için Ak Parti’nin kurgusu olduğu iddiası bu kesimin masumiyetine, işlediği suçların hafifletilmesine katkısı olacaktır. Kamuoyunun gözleri önünde cereyan eden çatışmalar, ölen yüzlerce asker sivil kişiler, bombalanan Meclis ve diğer kamu binaları düşünüldüğünde olanların bir kurgu olamayacağı en kuvvetli ihtimaldir. Dolayısıyla Türkiye ciddi bir darbeden kıl payı kurtulmuştur.

Darbe girişiminin bastırılması sonrasında yaşananlar şimdiden eleştiri çekmektedir. Sokağa davet edilen kitlenin dini argümanlar kullanması, camilerden ezanların, salaların okunması ve Alevilere yönelik gözdağı haberleri kaygı uyandırmıştır. Darbe karşıtı protestocu kitlenin sokaklarda “sağduyudan uzak kitle psikolojisiyle” hareket ederek, toplumsal yeni çatışma alanları yarattığı, muhalif kesimler üzerinde korku ve psikolojik baskı kurduğu emniyet güçlerinin ise duruma müdahil olmadığı iddiaları derin endişelere sebebiyet vermiştir.

Binlerce yargı mensubunun, bürokratın, memurun hukuki yargılama prosedürlerine uyulmaksızın işten el çektirilmesinin, on binlerce memurun açığa alınmasının darbe ile mücadelede hükümetin öç alma güdüsüyle hareket ettiği ihtimalini akla getirmektedir. Hükümet darbe girişimi faillerine yönelik mücadelede kendini hukukla bağlı görmelidir. Dayanağını “öç alma” duygularından alan idam cezalarını yeniden gündeme taşıyarak, darbecilerle mücadele adı altında muhalefetin susturulması veya derdest edilmesi ihtimali ülke demokrasisine verilebilecek en büyük zarar olacaktır.

Darbe girişimi karşısında Kürtlerin gösterdiği parçalı tutum da değerlendirilmeye muhtaçtır. Ana akım Kürt siyasi çevresi darbe karşısında uzunca bir süre ikircikli bir tutum takınırken, diğer kesimler darbeye ilk saatlerden başlamak üzere karşı durmuştur. Görünen o ki Kürt siyasetinin hala bütünlüklü olarak darbeler karşısında ortak bir refleks sergileme kapasitesi yoktur. Oysa darbeler kim tarafından, hangi kesime yönelik yapılırsa yapılsın, demokratik yaşama müdahale, hukuka ve insan haklarına karşı bir girişimdir. Darbelerden derin acılar çekmiş bir halk olarak Kürtler darbelere karşı ortak karşı çıkış sesi yükseltilebilmelidir. Gündemlerine ve örgütlenme perspektiflerine demokratik bir hayat talebini kararlıca koyabilmeli, hiç değilse böylesi kritik süreçlerde ortak itiraz ve muhalefet zeminleri yaratabilmelidirler. Darbelere karşı çıkmak kadar darbe sonrası demokrasinin bir an önce hayat bulmasını sağlamada Kürtler kendilerini iktidar üzerinde baskı unsuru olarak görmeli, iktidarın olası antidemokratik ve hak ihlalleri karşısında mücadeleye hazır tavizsiz muhalefet misyonunu üstlenebilmelidir. Kürtlerin -en çok da kendilerine zarar verme potansiyeli taşıyan- ne darbede ne de darbe ile mücadele adı altında iktidarın antidemokratik uygulamalarında “bana ne”ci bir tutum takınma lüksleri yoktur. Demokrasi kanalları açık ve işler   demokratik bir Türkiye, Kürtlerin ulusal taleplerini ifade etmede ve karşılığını alabilmede müspet bir zemin yaratacaktır.

Sonuç olarak; darbeye kadar evrilen bu rekabette karşımızda iki güç vardır. İlki -türlü şaibelerle gölgelenmiş de olsa-  seçimlerle  yönetime gelmiş, önemli ölçüde halk desteği almış, yasal meşruiyete sahip,  parlamenter demokrasinin bir unsuru olan Ak Parti iktidarıdır. Bu iktidar, halka üçüncü dünya ülkeleri örneğini aşamayan bir demokrasi vaadinden öte vaatte bulunamazsa da, muhalif kesimlerin türlü zeminde müzakere edebilecekleri yasal meşruiyete haiz legal bir yapılanmadır. Olası müzakere süreçleri zaman zaman anti-demokratik kesintiye uğrasa da, akışkandır ve tarafların güçleri oranında evrilmeye, biçim bulmaya müsaittir; muhalefetin örgütleyeceği gücü oranında müspet sonuçlar üretebilme ihtimalini de barındırmaktadır. İkinci yapılanma olan Cemaat ise, örgütlenme dayanakları belirsiz, gizli ajandası olan, küresel çapta örgütlü, ezoterik ve dar kadrocu illegal bir yapılanmadır. 12 Eylül, 28 Şubat gibi darbeleri desteklemiş, idari, hukuki, askeri tüm darbe metotlarına başvurmaya  teşne, türlü komplo ve soğuk savaş taktikleriyle algı operasyonlarını yürütmede maharetli, uluslararası proxy niteliği her daim içinde barındıran, hukuktan muaf bir örgüttür. Bu yapılanma ile muhalif kitlelerin ne müzakere ne de akışkan demokratik süreçler inşa edebilme şansları yoktur. Darbe girişimi değerlendirmelerinde, bir tutum takınmadan önce her iki yapının verili durum ve nitelikleri gözden kaçırılmamalıdır.

Hamiyet Çelebi kimdir?

Sosyolog ve avukat.  Kadın Araştırmaları alanında yüksek lisans yaptı. Halen siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanında bir başka yüksek lisansa devam etmekte. Merkezi Diyarbakır’da olan Kürtçe/Türkçe dillerinde yayın yapan tüm yayın aşamalarının Kürdistan’da gerçekleştirildiği ilk dergi olan İştar adlı Kürt Kadın Dergisi’nin; merkezi Diyarbakır’da olan Kürt ve Türk kadınlarının ortak yayınladıkları Kadın Tavrı isimli kadın web sitesinin; merkezi Diyarbakır’da olan, ilk Kürt Kadın web gazetesi niteliğinde olan FeminKurd sitesinin genel yayın yönetmeliklerini ve yazarlığını yaptı. Çeşitli gazete ve sitelerde zaman zaman yazılar yazdı.

Fikret Yaşar

Ordusu olan her ülkede darbe riski vardır! Ancak darbelerin nedenleri de vardır. Bu nedenlerin başında sivil idarenin yetersizliği ve bu yetersizliğin yarattığı otorite boşluğu gelir. Özellikle ekonomik, siyasal, dış ilişkiler ve hepsinden de öte  toplumun eğitim ve sosyo-psikolojik düzeyinde oluşan krizler darbe dinamiklerinde olumlu ya da olumsuz rol oynarlar. Nitekim 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde de bu faktörler etkili olmuştur.

15 yıllık AKP iktidarı ve icraatına bakınca darbenin bir AKP kurgusu değil, icraatın toplumda ve dünyada yarattığı güvensizlik ve karşıtlık psikozundan kaynaklandığını söyleyebilirim. “AKP kurgusudur” söyleminin sebebi; darbenin deşifre olduktan sonra karşı tedbirlerle karşıtına dönüştürülmesidir.

Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler kadar olmazsa bile Kemalist rejim tarafından mağdur edilen İslamcıların iktidara gelmesi ve neo-Osmanlıcı anlayışla dine dayalı hükümleri hayata geçirmeye çalışarak sistemle oynaması darbenin esas tetikleyicisidir diyebilirim. Rejimin git gide teokratik bir kimliğe evrilmesi toplumun Batı değerleriyle yaşayan kesimlerini rahatsız etmiştir. AKP’nin ülkedeki eğitim sistemini revize ederek dini kuralları topluma empoze etmeye yönelik girişimleri ve bu girişimin yarattığı İslamo-fobi toplumda gelecek endişesini körüklüyor ve bu nedenle de “darbe olasılığı” sürekli dile getiriliyordu. Nitekim, “Ayışığı, Sarıkız ve Balyoz darbe planları” da bu endişelerin ürünüdür.

Darbe korkusu Erdoğan’ı aynı amaca hizmet eden IŞID, El Nusra vb. gibi radikal dinci guruplarla ittifaka yönlendirdi ve bu guruplar üzerinden güç devşirerek içeride Kemalistler, dışarıda da Kürtlere savaş açtı. İçeride ve dışarıda yürütülen kirli siyaset sonucunda dışarıya karşı prestij, içeride de istikrar, huzur ve güven kaybetti, tüm bunlar ülkeyi sıfır sorunlu siyasetten çatışmalı ve terörü destekleyen ülkeler konumuna düşürdüğü için darbe kaçınılmaz oldu.

15 Temmuz darbe girişimi de en az önceki darbeler kadar planlı ve örgütlüydü. Darbeler konusunda deneyimli olan ordu, TRT 1’den yayınladığı mesajdan da anlaşıldığı kadarıyla içeride ve dışarıda hazırlığını yapmıştı, ancak zamanlama, karşı istihbarat, karşıtlık, organizasyon ve öngörü eksikliğinden başarılı olamadı. Bilindiği gibi darbeler genellikle sivil hayatın stand by duruma geldiği sabah saatlerinde gerçekleşir ve karşıt gücü grogi duruma düşürmek için tüm iletişim sistemleri, kurum ve kuruluşlar kontrol altına alınır.  Ancak bu darbe girişimi akşamdan başladı ve karşıt gücün iletişim kanalları kontrol edilmedi ya da edilemedi. Burada bir zamanlama ve organizasyon hatası olduğu söylenebilir. Karşı istihbaratla darbenin deşifre olması bunda rol oynamış olabilir, yalnız, buna karşı tedbirlerin alınmadığı da ortada. Bir başka öngörüsüzlük de süreç içinde toplumun darbe karşıtlık kültürünü geliştirmesi, ağır aksak yürüyen demokrasi kültürünü geliştirerek darbe dinamiklerini akamete uğratacak cesaret ve bağlılığa sahip olmasıdır. Sanırım askerler bu yönde toplumdaki değişimi göremediler, göremezler de, zira toplumdan kopuk ve sivil  toplumu aşağılayan sosyopat bir yaşam tarzına sahiptirler. Kısa dönem askerlik yaptığım süreçte bir içtima alanında tabur komutanımızın sivillere yönelik sarf ettiği sözler bu durumu izah etmeye yeter. Hafta sonu tatilinde çarşı iznine çıkarken tabur komutanı sivil olduğumuzu unutarak “Çarşıda değeri beş para etmeyen sivillerle ilişkilenmeyin!” demişti. Bu ruh haline sahip askerler sivillerin ne düşündüğü ve ne yapabileceğini bilmez, tahmin de etmez, çünkü “sürüdür” der, önemsemez.

Sürü sandıkları siviller bu sefer şapkalarını alıp kaçmadı! Erdoğan, darbeden haberdar olduğu için karşı tedbirlerle durumu lehine çevirmesini bildi. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları sonucunda Erdoğan’ın  kendini ve yolsuzlukla suçlanan yakın çevresini korumaya almak amacıyla yargı ve diğer kurumlar üzerinde hegemonik bir konum yaratması, gerek rejim korucuları ve gerekse Kürtlerle olan ilişkisini zora sokmuştu. Bu, Erdoğan için bir milattı. Zira Erdoğan ya Kürtlerle ittifakını geliştirerek hedefine ulaşacaktı, ya da askerlerle ittifak yapıp karşılığında kazanımlarını koruyacaktı. Nitekim ikinci seçeneği tercih etti ve akabinde askerlerin direktifiyle Kürtlerle savaşa girişti. Askerler, savaş siyaseti ve pratiğiyle Erdoğan’ı yıpratıp eski konumlarına ulaşmak isterken, Erdoğan da kendini sağlama almak, kaostan yararlanmak düşüncesiyle “içeride ve dışarıda savaş” siyasetini yürüterek olası darbelere karşı silahlı ve sivil bir güç oluşturdu. Nihayetinde yarattığı karşıt güç ile darbeyi akamete uğratarak elini daha da güçlendirdi. Perinçek’in “teslim aldık” ifadesi -artık- ters yüz olmuştur. Kısacası, FETO’cular değil, Kemalistler kaybetti, bundan sonra da -bir mucize olmazsa- askeri vesayet söz konusu olamaz, zira darbe karşıtı sivil güçlerin kararlılığı caydırıcı bir etki yaratmıştır.

Erdoğan, bu kazanımla sarhoş olup, “Mutlak güce sahibim, artık İslami bir devrim yapabilirim, başkan ya da halife olabilirim” der mi, onu zaman gösterir, ama kafasında bunlar var. Henüz güvenli bir limana çekilmiş değil, bu nedenle hedeflerine ulaşmak için biraz daha sabredecek, güç devşirecek ve eninde sonunda Şia karşıtı bir Sünni İslam devleti için gereken çaba ve politikayı sürdürerek -zamanı yeterse- hilafeti geri getirecektir.

Kürtler, AKP karşıtlığından vazgeçip çözüme odaklanmalıdırlar. Erdoğan, askerlerle ittifakı bozduğuna göre iç dengelerde hakimiyeti sağlamak ve dünyaya şirin görünmek için Kürtlerle barış masasına dönebilir. Zira, dünya kamuoyundan da “Kürtlerle masaya oturun”  yönünde baskılar var, bunu göz ardı edemez. Mevcut durumu avantaja çevirmek, iç ve dış ilişkilerde prestij sağlama ve güven kazanmak için bu durumdan faydalanacağı kesindir. Kürtler de akılcı olmalı ve  pragmatik bir yaklaşım sergilemelidirler, zira dünyada Kürtler lehine esen siyasi rüzgar bunu gerektiriyor…

Fikret Yaşar kimdir?

1955 Hakkari-Yüksekova doğumlu, Van Eğitim Enstitüsü ve Eskişehir Anadolu Üniversitesi Mezunu. Milli Eğitim ile Kültür ve Turizm bakanlıkları taşra teşkilatlarında yöneticilik, turizm sektöründe sivil toplum kuruluşları ve çevre projelerinde başkanlık ve AB çevre projelerinde kom. üyeliği, DTP Antalya il başkan yardımcılığı, konaklama tesisleri ve seyahat acenteleri yöneticiliği, Antalya turizm planını hazırlama komisyonu başkanlığı, (KOTEB) Antalya Konyaaltı, Lara, Beldibi, Kepez Turistik İşletmeler  Birliği dernek başkanlığı, Aydın ve Antalya Turizm Envanteri yazım komisyonu ve editörlüğü görevlerinde bulundu. Yaklaşık bir yıldır Yüksekova’da yaşıyorum.

Demir Küçükaydın

15 Temmuz darbe girişimi sanırım bir erken doğum ya da düşük olarak tanımlanabilir. Erken doğuma ya da düşüğe zorlanma da var gibi görülüyor. Büyük olasılıkla darbeciler tasfiye edileceklerdi ve deşifre olmuşlardı. Belki de kasıtlı olarak tasfiye edilecekleri ve deşifre oldukları bilgisi de onları erken ve hazırlıksız bir harekete zorlamak için kendilerine uçurulmuş da olabilir. Bu nedenle hazırlıksız bir şekilde ya devlet başa ya kuzgun leşe demek zorunda kaldıkları görülüyor. Komplo teorilerine uygun düşen bir yığın acemilikleri böyle açıklanabilir.

Darbecilerin sadece Gülencilerden ibaret olduğunu sanmıyorum. Erdoğan’ın darbesi karşısında panik içinde ve kutuplaşmış laik, Kemalist unsurlar da olabilir. Muhtemelen başka nedenlerle olanlar da olabilir.

Doğrudan AKP kurgusu olduğunu sanmam, ama dediğim gibi oyun içinde oyun; karşı tarafı kendi oyununa getirme olabilir. Bu komplo teorileri gerçeğe karşılık düşmese de gerçek bir korkunun ve olasılığın dile getirilişi olarak görülmelidir ve aslında bütün gelişmeler de bu darbeyi fırsat bilen veya kullanan Erdoğan’ın şimdi şu günlerde fiilen zaten önceden yaptığı birinci darbesini pekiştiren ikinci bir darbe yapmakta olduğunu gösteriyor.

Darbeye direniş görünümü altında tüm muhalifleri felç etmeyi ve ezmeyi hedefleyen ikinci bir darbeyi yaşıyoruz şu an. HDP ve CHP, derhal halkı bu ikinci darbeye karşı sokaklara çağırmalıdır. Meclis’i de Erdoğan’ın darbesine karşı direnmeye ve halkın temsilcileri olarak Erdoğan’ın darbesini engellemeye davet etmelidirler. Buna AKP’li ve Erdoğan’ın belirlediği çoğunluk elbet olumsuz cevap verecektir ama böyle bir çağrı, Erdoğan’ın meşruiyet görüntüsüne son verir. Bu çok önemlidir. Aksi takdirde onun darbesinin demokrasi aksesuarları olarak bir işlev gördükten sonra kirli bir mendil gibi bir kenara atılacaklar ve sıra kendilerine gelecektir.

Askeri darbe girişiminin bir komplo olup olmadığının bir önemi yoktur. Sonuç olarak bunu kullanarak, bir fırsat bilerek Erdoğan şu an ikinci bir darbe; darbe içinde darbe yapmaktadır. Sorun bunu görmek ve buna direnmek; buna karşı mesafe ve tavır koyabilmektir. Hızla bir iç savaşa doğru gidiş var. Aleviler, Laikler, Kürtler ve Demokratlara, gerçekten inanmış Müslümanlara karşı Erdoğan İslamcıları sokağa çıkarmış ve oraya egemen olmuş bulunuyor. Pek yakında iç savaş manzaraları göreceğiz. Birkaç gündür bunun ilk işaretleri Alevilerin olduğu semtlere yönelik saldırılarda görülmeye başlandı. Aleviler ve laikler Kürt düşmanlığına son verip, Kürt hareketiyle ittifak yolları aramalıdırlar.

Kürt hareketi, bu Türkiye’nin ve Türklerin sorunudur falan demeden, Erdoğan’ın bu yeni darbesine karşı direnişin başını çekme, onu  birleştirme ve örgütleme yolları aramaya başlamalıdır. Bunun için de özellikle (son zamanlarda büyük ölçüde terk edildiği gözlenen) 7 Haziran seçimlerinden sonraki yanlış çizgisini terk edip; 7 Haziran öncesi çizgisine dönmelidir. 7 Haziran, bu çizgi izlenirse Erdoğan’ın yenilebileceğini göstermiştir. Bizler Erdoğan’ı demokratik bir muhalefetle yenemezsek, ya onun İslamcı  ve Türk milliyetçiliği karmaşası bir bir ideolojiye bulanmış; Ergenekon, mafya ve İslamcı militanlarla sokağa egemen diktatörlüğü yerleşir; ya da bu darbe girişiminin, ikinci ve esas bir askeri darbenin provası olarak göründüğü yeni bir darbe gelir. Böyle bir darbe, Erdoğan’ın İslamcı diktasından ve iç savaştan korkan geniş yığınlardan destek bulur. Darbe teşebbüsü gecesi bu laik ve alevi kesimlerin tepkileri  bunun bir göstergesidir. Ayrıca darbe teşebbüsü gecesi, Ordunun aktif bir direniş içinde olmaması, bekle gör çizgisi, bunun bir ipucu olarak görülebilir. Ayrıca darbeci askerlere ve subaylara yapılanların görüntüleri, muhtemelen bütün Türk subaylarını birer darbeciye de dönüştürmektedir.

* Devrimci, Marksist, Emekli taksi şöförü

Halil Savda

Türk devlet yapısı kuruluşta kendini ordu, milliyetçilik ve Sünni İslam üzerinden inşa etti. Ancak bu üçlü saç ayağında din hep geride ve destekleyici oldu. Cumhuriyet otoriter bir yapıdaydı ve kendini Kemalizm olarak tanımladı. İçeride otoriter ve çatışmacı olurken dışarıda hep edilgen oldu. Uluslararası güçlerin işine karışmamayı yeğledi ve Sovyet batı çatışmasında Batı’dan yana oldu. Bölgede ABD ve Avrupa’nın çıkarlarını temsil etti. O yörüngede durdu. 2000’li yıllarda devlet bölgesel güç olma hesaplarına girdi. Ve dini ordu ve milliyetçiliğin önüne koydular.  Erdoğan ve AKP’nin iktidar olduğu 2002’den sonra gittikçe Sünni İslam’ın devlet içinde kurumlaştığı bir süreci geliştirildi.

Yardımcı bir olgu olan İslami cemaatler ve siyaset belirginleşmeye ve güçlenmeye başladı. İslami otoriterleşme artık görünür. Edilgen dış politika bırakıldı ve bölgesel güç hesapları yapmaya başladı. Irak, Mısır ve Suriye’de Batı’nın politikalarına takoz koymaya başladı.
Kendi politikasını oluşturma çabasına girdi. Bölgesel ittifakları radikal İslami örgütler ve devletler! Bu yaklaşım ABD’yi ve Batı’yı rahatsız ediyor. Türk devlet yapısı ilk kez bu düzeyde çatışma halinde.

Darbe girişiminin başını Cemaat çekiyor ve aktif! Bir de şu soru önemli: Cemaatin başı nerede? Amerika’da! O zaman çok rahatlıkla şunu söylemek mümkündür: Darbe kalkışmasının arkasında ABD var. En azından itiraz etmediği anlaşılıyor. Bir de ordu içinde Selefi İslam’dan rahatsız olan bir kesimin desteği var gibi. Ancak sonuçları itibariyle selefi radikal siyasal İslam’ı güçlendirici bir etkisi olduğu görülüyor. Erdoğan ile ilgili değerlendirme yüzeysel bir değerlendirmedir. Kısa dönemde Erdoğan iktidarını güçlendirici bir etkisi olacaktır. Bugün bir seçim olursa %60’lar düzeyinde bir destek görebilir. Ancak daha uzun vadede Erdoğan iktidarı üzerinde yıpratıcı etkilerini göreceğiz. Dolayısıyla bu değerlendirme hayal mahsulüdür ve bir gerçekliği yok.

Türkiye’yi daha zor günler bekliyor. Eğer mevcut dış ve iç politikalarda ısrar edilirse çok daha vahim bir tablo oluşacaktır. Hükümetin mevcut yaklaşımları radikal İslam’ı güçlendiriyor ve çatışmayı artırıyor. Otoriterleşme eğilimi ve uygulamaları tam gaz sürüyor. Ekonomi gittikçe kötüleşiyor ve ciddi bir kriz var. Mevcut üslup ve politikalar stratejik müttefikleri ABD ve AB ile olan ilişkileri daha da kötüleşebilir. AB hedefi ciddi zarar gördü ve böyle devam ederse NATO ve Avrupa Konseyi üyeliği de tehlikeye girebilir. Ancak Türkiye’nin mevcut krizi uzun sure devam etme şansı yok! Kısa süre içinde bu politikalardan geri adımlar göreceğiz.

Kürtler HDP projesinin mimarı ve en güçlü bileşeniler. Kürt hareketinin ciddi handikapları var ve son bir yılda çok yanlış yaptılar. Ancak bu handikap ve yanlışlara rağmen demokratik ve özgür bir Türkiye gerçekleştirme çabasındalar. Bu projede daha çok ısrarcı olmalılar. Çatışmadan kaçınmaları gerekiyor. Demokratik seküler yaklaşım ve siyaseti güçlendirmeleri gerekiyor ve bu potansiyelleri de var. Hükümete tavsiyem biran önce içeride ve dışarıda yapılan hatalardan dönmesi ve uzlaşıcı demokratik bir siyaset izlemesidir.  Bugün için güçlü gibi duruyor lakin bu katı otoriter yaklaşım kırılmaya mahkumdur. Bu ise Erdoğan ve mevcut siyaset sahiplerinin sonu olur! Onların da çıkarına olan özgürlükçü, barışçıl ve demokratik yaklaşımdır. Türkiye’de krizin esası merkezi devlet yapısından kaynaklanıyor.

Ortadoğu’da merkezi devletler dağılıp zayıflarken, Türkiye daha da katı merkezileşti. Bu aşılmadığı için ciddi bir kriz var. Bu aşılmak durumundadır. Irak federal bir yapıya kavuştu, Suriye fiilen federal bir sistem haline geldi. Benzer bir gelişme Türkiye’de gelişebilir. Çünkü Sykes-Picot ile kurulan yapı çürüdü ve bitti. Yeni bir yapı kuruluyor ve bu kurulurken sistem ciddi sancılar yaşıyor.

Halil Savda kimdir?


Vicdani retçi. Barış aktivisti ve insan hakları savunucusu. 2012 yılında savaşın son bulması, barışın inşası ve adalet için Roboski’den Ankara’ya 50 günde yürüdü. 2010 yılından bu yana Yeni Özgür Politika gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. Yine Adil Medya, Yasak Haber, Aryen Haber, Bianet gibi sitelerde yazılar yazıyor. (HÜLYA YETİŞEN - SENDİKA.ORG)

Business News