EN YENİLER

HIDE

GAZETE DEMOKRAT / EKONOMİ

GRID_STYLE

SON HAVADİS

SHOW_BLOG

Demokrasiyi sosyalistler kurabilir ancak

Sosyalist örgütlerin acil olarak yan yana gelip sürece ortak müdahale edecek bir cephe yaratması, bu konuda atılan adımları hızlandırması ge...

Sosyalist örgütlerin acil olarak yan yana gelip sürece ortak müdahale edecek bir cephe yaratması, bu konuda atılan adımları hızlandırması gerekmektedir. Faşizme karşı mücadelede sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin önemli rolleri olmakla birlikte asıl görev ve sorumluluk alması gerekenler siyasal yapılardır. Siyasal yapılar kendi görev ve sorumluluklarını emek ve meslek örgütlerinin üzerine yıkmamalıdırlar


AKP’nin 14 yıllık iktidarı en büyük krizini, 15 Temmuz’da askeri darbe girişimi olarak yaşadı. Darbe girişimi iktidar blokunun dışından değil içinden geldi. 11 yıl boyunca devletin yeniden yapılandırılmasında birlikte çalışmış, tasfiye ve yeniden kadrolaşma adımlarını birlikte planlayıp uyguladıkları iktidar ortağı Cemaat’in tasfiyeye kalkışması krizin patlamasının görünen sebebidir. Erdoğan, emperyalizmin ciddi desteğiyle attığı, devlet içerisindeki ittifak dengelerini (oligarşi) sarsan adımlarını, emperyalizm ve tekelci sermaye üzerinde de kendisinin mutlak belirleyici olduğu bir düzleme taşıma hevesine dönüştürmüştü. Bu çabası bir süredir tıkanıklık yaşamakta, ittifaklarını tasfiyeye, etkisizleştirmeye dönük adımları hem içeride hem de dışarıda gerilimlere neden olmaktaydı. Darbe girişimi böylesi bir süreçte gerçekleşti, muhtemelen darbeciler bu sürecin kendileri için olanaklar yaratabileceğini de düşünmüşlerdir. Darbenin başlamasının hemen ardından darbe koalisyonunun bozulduğu ve kimi kliklerin Erdoğan’la anlaşması üzerine TSK hiyerarşisi içinde darbenin bizzat ordu tarafından çok kısa süre içerisinde bastırıldığı anlaşılıyor (arka plana dair her gün yeni bir bilgi ortaya çıkıyor). Polis ise darbe bastırıldıktan sonra yakalama ve gözaltına alma operasyonlarını gerçekleştirdi. Darbenin halk tarafından bastırılması söylencesi ise Erdoğan’ın önümüzdeki dönem ihtiyacını duyacağı kitle mobilizasyonunun gereği olarak pompalanmaya devam ediliyor. Kuşkusuz halk hareketleri darbeleri engelleyebilir, başarısızlığa uğratabilir; ancak yaşanan darbe girişiminin aktörleri gibi katliamlar konusunda gözü kara ve Roboski, Sur, Cizre, Şırnak deneyimlerinden tanıdığımız darbecilerin protestolarla durdurulduklarını, yenilgiye uğratıldıklarını söylemek fazlaca hafife almak olur. Kısacası askeri darbe girişimi, AKP tarafından bir süreliğine de olsa sivil darbe girişimini gölgelemekte ve sivil diktanın bir halk talebi olarak sunulmasında kullanılacaktır.

Devlet iktidarı üzerine bir dizi kapışmanın yaşanacağı önümüzdeki süreçte, Erdoğan elini OHAL’le güçlendirmeye çalışıyor. Bir yandan da Fethullah Gülen Cemaati’nin (FETÖ, Fethullahçı Terör Örgütü olarak anıyorlar) tamamen tasfiyesi için çok seri adımlar atıyor. Tasfiyenin önemli tarafı devlet aygıtında yani TSK, emniyet, yargıda gerçekleştirilmektedir. Şimdiye kadar 35 hastane-sağlık kuruluşu, 934 ilk-orta öğretim okulu, 109 yurt, 1125 dernek, 15 üniversite kapatıldı. 14 bin kişi gözaltına alındı ve 6 binden fazla insan tutuklandı, işten atılanların sayısı 46 bini geçti ve artmaya devam ediyor. Tasfiye işin kolay tarafı, asıl kritik olan boşaltılan yerlerin aynı hızda nasıl, kimlerle, hangi ittifaklarla doldurulacağı ve ne tür krizlere gebe olduğudur.

Yaygınlığı ve çapı, tasfiyelerle gün yüzüne çıkan “Fethullah Terör Örgütü”, terör örgütü olmadan önce kimler tarafından desteklendi, nasıl bu hale geldi meselesi çok konuşuldu ancak birkaç veri ile açıklık getirmekte fayda var. 104 vakfın sadece iki tanesi 1970’den önce kurulmuş, 12 Mart faşist askeri darbesinden sonraki on yılda 15 tane daha kurulmuş, 1980 faşist askeri darbesinden ve sonraki birçok partinin hükümet olduğu yirmi yılda 56 tane kurulmuş, AKP’nin tek başına iktidar olduğu on beş yılda 31 tane kurulmuş. Yani en çok vakfı AKP döneminde kurmuş. 934 özel okulun büyük bir kısmını, 15 üniversitesinin biri hariç (Fatih Üniversitesi 1996) tamamını AKP döneminde kurmuş. Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli AKP’nin desteğinin çapını itiraf eden bir demeç verdi: “Biliyorsunuz bunların üniversitelerine de devletin kıymetli arazileri aktarıldı, bunlar 1 milyar doların çok çok üzerinde”. Erdoğan ise durumu daha önce “Ne istediniz de vermedik” diye itiraf etmişti. 22 bakanlık, 81 ilin ve bağlı ilçenin belediyeleri FETÖ’ye çalıştı; krediler verildi, faaliyetleri kamu yararına ilan edildi, vergilerden muaf tutuldu, bağış makbuzları ihaleleri almanın teminatı sayıldı, arsalar, binalar tahsis edildi, devlet bütçesinden faydalandırıldı… Yani FETÖ’nün faaliyetleri yasadışı (illegal) olabilir ama gizli değildi; Hükümet, ordu, yargı, MİT, emniyet başta olmak üzere bilgileri ve destekleriyle büyüyordu.

AKP iktidarı döneminde “alnı secdeye değmiş” subayların ordudan atılmasını engelleme gerekçesiyle Başbakan ve Milli Savunma Bakanları muhalefet şerhleri koyarak süreç içerisinde “irticai” faaliyetler gerekçesiyle ordudan ihraçları minimize ettiler. 1990-2001 arasında YAŞ kararlarıyla irticai faaliyet gerekçesiyle ordudan toplam 1470 kişi ihraç edilirken, 2002-2009 arasında toplam 123 kişi ihraç edilmiş ve sonuncular arasında Fethullahçı yok. Aksine Ergenekon, Balyoz gibi operasyonlarla da tersi bir süreç işletilerek Fethullahçı subayların yükselmesinin önü açıldı. Devlette “eski” yapıyı ve “askeri vesayeti” tasfiye gerekçesiyle yargıda, emniyette, orduda kadrolaşmasının önü açıldı, yani devlet içinde var edildiler.

Erdoğan kendisini “aldatıldık” diyerek aklamaya çalışıyor. Bir terör örgütüne sahip olduğu tüm olanakları, parayı, kadroları, devlet olanaklarını veren şahsiyet “aldatıldık” diyerek kurtulabilir mi? Eğer bu kadar kolay ise darbeye bulaşmış subayların, hele de erlerin ceza almaktan hatta yargılanmaktan kurtulmaları için Erdoğan gibi “aldatıldık” demeleri de yeterli sayılacak mı?

Erdoğan sorumlusu olduğu bu sürece dair ne bir hesap ne de özeleştiri verdiği halde demokrasi savunucusu kesilip, devleti yeniden inşa etmek üzere inisiyatif alıyor. CHP de bu inisiyatife, demokrasi ve devletin bekaası adına çok cılız bir itirazda bulunmaktadır. Oysa CHP’nin, FETÖ’nün palazlanmasında, devlette kadrolaşmasında açıktan katkısı olan Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Melih Gökçek başta olmak üzere tüm bakan, belediye başkanı ve bürokratların yargılanmasını gündeme getirmesi, halk nezdinde hesap sorması gerekir. Suç ortakları cezalandırılmadan yeni bir sayfa açılması mümkün değildir, aksi durumda Erdoğan’ın şu an yapmakta olduğu gibi aynı yaklaşım sürdürülür ve yeni cunta, yeni hizip, yeni tarikat yapılarıyla devletin yeni çeteleşmelerle yapılandırılmasına gidilir (Susurluk’la adlandırılan çete yapılanmalarının tasfiyesinin yerinin “Paralel” yapılanmasıyla doldurulması gibi). Böyle bir tarzdan kendisine devlette ortaklık çıkacağını düşünen herkes de büyük yanılgıya düşer. Yargıtay ve Danıştay üyeleri belirlenirken sosyal demokrat üyelerin de atanmasının sadece bu kriz ortamında sağlandığı, AKP ile mutabakat yapılabilmesinin geçici bir durum olduğu görülmelidir.

Bu arada Cumhurbaşkanı Başdanışmanı’nın halkın silahlanmasının önünü açacaklarına dair beyanının ardından çete lideri Sedat Peker ve gerici yazar Abdurrahman Dilipak’tan silahlanma çağrılarıyla destek gelmesi muhalefetin üzerinde düşünmesi gereken önemli bir başlıktır. İktidarın, meydanlara çağrılan linççi, idam isteyen, cihatçı, ırkçı, mezhepçi kitleleri, muhalefeti terörize etmenin aracı olarak kullanmaya meyilli olduğuna dair yeterince deneyime sahip solun, Alevileri, Kürtleri, Suriyelileri ve muhalif mahalleleri bir katliama karşı korumaları acil görevdir.

CHP’nin Taksim Mitingi’yle aldığı inisiyatif, bir dizi sorunlu yaklaşımına rağmen, meydanların gerici, cihatçı, linççi, faşizan kalabalıklarca zaptedilmesine karşı bu süreçte soldan en önemli müdahale oldu. Miting kararı daha açıklanır açıklanmaz AKP’lilerin destek açıklamaları ve hem miting öncesinde hem sonrasında medyadan yaptıkları bombardımanla mitingin AKP karşıtı niteliği gizlenmeye çalışıldı. CHP’nin çekimser ve kararsız tutumu da bu operasyonu kolaylaştırdı. Topluma, darbe karşısında Erdoğan’a destek olarak sunulmaya çalışılan miting, çok açık biçimde katılan kitlenin refleksleri bakımından AKP/Erdoğan karşıtı ve laiklik duyarlığı çok yüksek ve nicelik olarak Erdoğan’ın tüm devlet olanaklarını seferber etmesine karşın sağlayamadığı büyüklükte bir mitingdi. Taksim Mitingi’ni örgütleyen bileşimin ve içeriğinin bulandırılmasının, CHP’nin bu konuda berrak bir tavır almamasının ilk sonuçları ise kimi CHP’li belediyelerin AKP’lilerle ortaklaşa demokrasi nöbetleri başlatmasına neden oldu.

Kılıçdaroğlu’nun Taksim Mitingi’nde açıkladığı 10 maddelik Manifesto’nun dili de bu çekimserliğin ve kararsızlığın izlerini taşıyor. Dil olarak bir Manifesto iddiasına sahip olmaması bir kenara, Erdoğan’ın HDP’yi dışlamasına rağmen Kılıçdaroğlu Saray’a çıkarak daha ilk günden manifestosunu kendisi ihlal etmiş oldu. (Manifesto’nun 2. maddesi: Bütün siyasal partiler, darbe girişimine karşı çıkmış demokrasi konusunda Türkiye’de tartışmasız bir ortak payda oluşmuştur. Bu ortak tutum ve anlayış, siyasette uzlaşma kültürünün güçlenmesine de katkı vermek zorundadır.) CHP’nin önünde biri AKP’yi güçlendirirken kendisini zayıflatan diğeri AKP’yi zayıflatıp kendisini güçlendiren iki yol var. Bunu belirleyecek olan da halka ve sol değerlere güvenip güvenmemekle ilgilidir. Bunun unsurları da bellidir: demokrasinin, laikliğin, özgürlüklerin, barışın berrak bir dille savunulması ve uzlaşmaların, ittifakların buna göre kurulmasıdır. Sosyalistlerin CHP’ye dönük eleştirileri anlamlı olmakla birlikte, ancak inisiyatif alınıp sol bir hat/hareket yaratılarak CHP ve tabanı etkilenebilir.

Darbe girişiminin ardından sosyalist sol ana hatlarıyla benzer tutumlar açıklamasına karşın yan yana gelip somut adım atma konusunda geç kaldı. Hızlı davranılıp, halka güven veren ve yol gösteren bir tutum ve eylem hattı açıklamakta geç kalınması sosyalist solun Taksim Mitingi’ne müdahalesini de zayıflattı. Sosyalist örgütlerin acil olarak yan yana gelip sürece ortak müdahale edecek bir cephe yaratması, bu konuda atılan adımların hızlandırılması gerekmektedir. Faşizme karşı mücadelede sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin önemli rolleri olmakla birlikte asıl görev ve sorumluluk alması gerekenler siyasal yapılardır. Siyasal yapılar kendi görev ve sorumluluklarını emek ve meslek örgütlerinin üzerine yıkmamalıdırlar.


AKP siyasal krizini aşmaya çalışırken kitle seferberliğinin gücünü de arkasına almaya çalışmaktadır. CHP’nin de buna kitlesel mitinglerle yanıt verme eğilimi ve HDP’nin kitleleri devreye sokma programı önümüzdeki süreçte sokağın ve kitlelerin siyasette etkili olacağını gösteriyor. Meydanların, sokakların sol tarafından demokratik hak ve özgürlükler için kullanılması acil görevlerin başında gelmektedir. Mahallelerin savunulmasından başlanarak, parkların, meydanların demokrasi, özgürlükler, laiklik, barış talepleriyle doldurulması sürece müdahalenin anahtarını da verecektir.
(SENDİKA.ORG)

Business News