Fidel Castro, 90 yaşında bu dünyadan ayrıldı. Hayatının neredeyse 60 yılını iktidarda geçirmesiyle belki de bir rekor sahibi olan Fidel Ca...
Fidel Castro, 90 yaşında bu dünyadan ayrıldı. Hayatının
neredeyse 60 yılını iktidarda geçirmesiyle belki de bir rekor sahibi olan Fidel
Castro, iktidara, Küba halkının emperyalizme ve diktatörlüğe karşı direnişine
önderlik ettiği bir silahlı mücadelenin sonucu gelmişti: 1959 Küba Devrimi.
Fidel Castro, kendisi hakkında birbirine son derece zıt
niteleme ve yargılar ileri sürülen devrimci bir lider, belki bu konuda da
liderler arasında yeni bir rekora sahip olacak. Şimdilerde, Fidel Castro gibi
silahlı mücadele verenlere takılan genel ad, “terörist”. Bu deyimi hiçbir zaman
kullanmam, çünkü son derece lastikli bir sözcüktür ve her niyete yenebilir. Bu
kaypak dünyada bir zamanlar “terörist” diye damgalananlar, iktidar sahibi
olduklarında “büyük devlet adamı” olarak kutsanabilirler. Hangisi doğrudur?
Fidel Castro, bir “terörist” midir, yoksa bir “büyük devlet adamı” mıdır?
“Terörist” kavramını reddetmekle birlikte, kastedilen şeyin özüne baktığımda
silahlı mücadele taraftarlığını ve uygulamasını görüyorum. Böyle bakarsak, her
iki yargı da doğrudur. Yani Castro, hem silahlı mücadele veren bir devrimci
anlamında “terörist”, hem de bir devletin başında 60 yıl kalmış, “büyük bir
devlet adamı”dır. Zaten bu ikisi çelişmez, hatta birbirini tamamlar.
Kimilerine göre, Fidel Castro, “Atatürk gibi” (hatta
bazıları onu örnek aldığını da söylemektedir) “emperyalizme karşı savaşmış bir
yurtsever”, kimilerine göre ise bir “diktatör”dür. Ben yine ikisinin de doğru
olduğunu ileri süreceğim. ABD emperyalizminin arka bahçesi durumundaki Küba’nın
kendi ayakları üzerinde duran bir ülke haline gelmesinde kuşkusuz Castro’nun
tayin edici rolü vardır. Atatürk’ü ne kadar örnek aldığını bilmiyorum ama,
Latin Amerika’nın, Atatürk gibi, bağımsız bir devlet kuran kurucu liderlerini,
örneğin Simon Bolivar’ı örnek aldığı bilinmektedir. Öte yandan, bir diktatör
olduğu da doğrudur. Zaten genel olarak devlet adamları diktatördür. Hele 60 yıl
boyunca bir tek parti rejiminin başında bulunan kişinin diktatör olması
tartışılamayacak bir gerçektir. Muhtemelen, Leninist teorideki “proletarya
diktatörlüğü”nü reddetmeyen Küba Komünist Parti de buna çok şiddetli bir karşı
çıkış içinde olmayacaktır. 1960’lı yılların başlarında içeri atılan Troçkist ve
Anarşist muhaliflerin yaşamlarını hapishanelerde noktaladığı da bilinmektedir.
Bir de işin güzelleme ve karalama tarafı var. Sosyal medya
güzelleme örnekleriyle dolu. Sağa kaymış şu dünyada, şu sağcı diktatörlükler ve
otoriter rejimler çağında, solun ezildiği, aşağılandığı zamanımızda, sol
eğilimli insanların kendilerine kahramanlar araması ve onları irdelemesiz bir
şekilde yüceltmesi son derece doğaldır, hiç yadırgamıyorum. Öte yandan,
Amerika’ya sığınmış ve neredeyse üç kuşaktır orada yaşayan Kübalı muhaliflerin,
“diktatör”ün ölümü üzerine yollara düşüp kutlamalar yapmasını da pek
yadırgadığım söylenemez. Tek parti rejimi nedeniyle ülkenizden sürgün yaşamak
zorunda kalmışsanız böyle bir tepki göstermeniz doğal karşılanabilir. Öte
yandan bunu bilinçsiz ve duygusal bir insani tepkinin ötesinde, oldukça
saygısız ve yalakaca bir davranış olarak da kınamak geliyor içimden. Hele bu
tepki, Küba Devrimi’ni bastırmak için Domuzlar Körfezi çıkartması yapmış,
Castro’yu öldürmek için CIA vasıtasıyla bin bir türlü başarısız kumpas
düzenlemiş ABD gibi bir ülkede veriliyorsa. Sosyal medyadaki güzelleme sahibi
arkadaşlara ise tavsiyem, ilk duygusal tepkilerinin ardından, Castro’nun ölümü
vesilesiyle sosyalizmin sorunları üzerine daha derinlemesine kafa yormalarıdır.
Parlak bir devrimin ardından Fidel Castro, neden tek parti rejimi gibi, aslında
gerçek sosyalizmi dışlayan bir rejim kurma yoluna gitmiş, neden bu rejim türü
Castro’yu 60 yıl boyunca esir almıştır? Bunun üzerinde kafa yormak gerekir.
Tek parti rejimi, Lenin döneminde “proletarya diktatörlüğü”
modeli olarak gerçeklik kazandı ve bu rejim modeli, bugüne kadar, yani 100
yıldır değişmeden devam etti. Değişmediği için de fiiliyatta halklar tarafından
yıkılıp gitti, bugün Çin, Kore, Küba gibi birkaç ülkede halen varlığını
sürdürüyor olsa da artık eski “parlaklığı” yok. Bu rejimi “sosyalizm modeli”
olarak kabul etmenin mantığı neydi?
Sosyalizm yukarıdan aşağıya, devlet gücüyle inşa edilecekti.
O halde bu devletin başında, iktidarı hiçbir şekilde tartışılmayacak, “gerçeği
elinde tutan” bir parti, Komünist Parti bulunmalıydı. Bu tek parti iktidarının
sorgulanması sosyalizmin sorgulanması anlamına gelirdi. Çünkü tek parti rejimi
sosyalizmle aynı şeydi. Tek partinin iktidarı sona ererse sosyalizm de sona
ererdi. Bu mantık geçtiğimiz yüzyılın ortalarında o kadar yaygınlık kazandı ki,
sömürgecilikten kurtulup yeni bağımsızlığına kavuşan ülkelerde ya da saltanat
rejimlerinden askeri darbeler yoluyla kurtulan Arap ülkelerinde de “kurucu
partiler” tarafından benimsendi ve uygulandı. Sosyalizmin kuruluşu için şart
görülen bu rejim türü aslında çürümenin de başlangıcıydı. Çünkü iktidarı
eleştirisiz bir şekilde tek başına elinde tutan parti sosyalizme değil ancak
çürümeye öncülük edebilirdi. Nitekim de öyle.
Fidel Castro rejimi, belki de bu çürümenin en ağır
ilerlediği rejimlerden biridir. Bunun Küba’ya özgü bazı nedenleri vardır, bu
nedenlerin en başında da küçük bir ülke olan Küba’daki halkın oldukça farklı
özellikler barındıran kültürel yaşamı gelir. Elbette incelenmesi gereken başka
nedenler de vardır ama bu yazının çerçevesini aşar.
Yirminci yüzyılın devrimci liderler kuşağının son temsilcisi
Fidel Castro’yu uğurlarken, bu vesileyle tüm devrimcilerin bu tür meselelere
daha fazla kafa yormasını dilerim.
Gün Zileli - 27 Kasım 2016 - www.gunzileli.com - gunzileli@hotmail.com