"O bir zamanların müslümanları, Türkiye Cumhuriyeti’nin
yasalarına değil, Allah’ın yasalarına göre düşünüp davranmaya çalışırlardı. O
insanlar, en zararlı bilinen böceği bile, o da Allah yaratığıdır diye
öldürmekten çekinirlerdi. Onlarda “Allah korkusu”, yani tüm insanlara hatta
canlılara karşı ayrımcılık yapmış olma korkusu olurdu.
Ama Türklerde “Allah korkusu” yoktur, onlarda Türk Devleti
korkusu vardır. Devlet güvercinlerin kafasını koparın dediğinden, güvercinlerin
kafasını koparırlar.
O Müslümanlar Allah korkusunu bırakıp Devlet korkusunu onun
yerine geçirip bu ülkedeki milyonlarca Ermeni’yi katlettiklerinde, onların
mallarına konduklarında sonra kolektif olarak bu suçlarını unutmaya ve
unutturmaya çalıştıklarında Müslüman olmaktan çıktılar ve birer Türk’e
dönüştüler.
Türkler Allah’tan korkmaz, devletten korkar; Türklük
öncesinin Müslüman’ı kadar bile İnsan’a yakın değildirler."
Hrant Dink “Ruh halimin Güvercin Tedirginliği” başlıklı
yazısının son satırlarında umudunu ve güvenini şu sözlerle dile getiriyordu:
“Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde
görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi
yaşamlarını sürdürürler.
Evet, biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.”
Ama bu satırların Dink’in son satırlarından biri olması,
aynı zamanda bu umudun ve güvenin hiçbir dayanağı olmadığını da kanıtlamış
bulunuyor.
Niçin böyle?
Çünkü Hrant’ın unuttuğu bir şey vardı, biyolojik bir kavram
olarak insan ile (yani küçük harflerle insan olmakla), sosyolojik olarak İnsan
(büyük harflerle İnsan) olmak arasındaki farkı göremiyordu.
Yani unuttuğu “bu ülkede” İnsanların değil Türklerin
yaşadığı idi.
Elbette Türkler de, tıpkı Hitler gibi biyolojik olarak birer
insandırlar. Ama o insanlar (büyük harfle) İnsan değildirler.
Dink’in anlamadığı, bir demokrat olduğu için göremediği veya
iyi niyetle görmek istemediği Türklerin İnsan olmadığıydı.
Dink’in zikrettiği, bir zamanlar, aralarında güvercinlerin
yaşamasına müsaade eden ve “bu ülkede” yaşayan insanlar, Türk değil
Müslüman’dılar. O Müslümanlar Ermenileri, Rumları, Süryanileri katlederek adım
adım Türk oldular.
O bir zamanların müslümanları, Türkiye Cumhuriyeti’nin
yasalarına değil, Allah’ın yasalarına göre düşünüp davranmaya çalışırlardı. O
insanlar, en zararlı bilinen böceği bile, o da Allah yaratığıdır diye
öldürmekten çekinirlerdi. Onlarda “Allah korkusu”, yani tüm insanlara hatta
canlılara karşı ayrımcılık yapmış olma korkusu olurdu.
Ama Türklerde “Allah korkusu” yoktur, onlarda Türk Devleti
korkusu vardır. Devlet güvercinlerin kafasını koparın dediğinden, güvercinlerin
kafasını koparırlar.
O Müslümanlar Allah korkusunu bırakıp Devlet korkusunu onun
yerine geçirip bu ülkedeki milyonlarca Ermeni’yi katlettiklerinde, onların
mallarına konduklarında sonra kolektif olarak bu suçlarını unutmaya ve
unutturmaya çalıştıklarında Müslüman olmaktan çıktılar ve birer Türk’e
dönüştüler.
Türkler Allah’tan korkmaz, devletten korkar; Türklük
öncesinin Müslüman’ı kadar bile İnsan’a yakın değildirler.
Türklük, tüm dinlerden (yani inanç ve soydlardan) insanları
eşit kılan Aydınlanma’nın İnsan kavramının yerine, bir eşitsizliği, baskıyı,
egemenliği getirmenin, yani Aydınlanmaya karşı bir karşıdevrimin bir aracıdır. Türklük ancak Aydınlanma
İnsan’ının ve Müslüman’ın öldürülmesi ile var olabilir ve olabilmiştir.
Dink’in anlamadığı, eskiden insanların Türk olmadığıydı.
Onlar Allah’tan korkan Müslümanlardı. Önce İttihat Terakki ve sonra Türkiye
Cumhuriyeti, bu insanları Türk haline dönüştürdü.
Bu gün kendine Müslüman diyenleri Türklük öncesinin
Müslümanlarıyla karıştırmamalı.
Bu günün Müslümanları Müslüman değildirler: Allah için
değil, Türklük için, devlet ve Türk milleti için yaşarlar. Allah’ın kanunlarına
değil, Türk devletinin kanunlarına uyarlar. Onlar Türklerin ezilenlerini
yanıltmak için kendilerine Müslüman diyen Türklerdir.
Müslümanlar Allah için yaşarlar, Allah için ölürler,
Allah’tan korkarlar, her işlerini Allah için yaparlardı.
Türkler Türk Devleti ve Türklük için yaşarlar, Türklük ve
Türk devleti için ölürler, Sadece Türk devletinden korkarlar ve her işlerini
Türklük için yaparlar.
Cami7Ye gidin biri bir müslüman olamaz. Çünkü oradaki İman,
müezzin vs. Allah’ın kulu değil; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin maaşlı
memurudur. Onun ardında saf duran Allah’a değil; Devlete tapmış olur.
Sosyolojik olarak İnsan olan Türk ya da Müslüman olamaz.
Nasıl bir Türk, Müslüman olamazsa ve bir Müslüman da Türk
olamazsa öyle.
Türk, ancak Türklerin eşit olabileceğini kabul edendir.
Müslüman Allah’ın birliğini ve tekliğini kabul edenlerin
eşitliğini kabul edendir.
Müslüman isen Türk, Türk isen Müslüman olamazsın.
Ya Allahın ya da Türkiye Cumhuriyeti denen devletin
kanunlarına uyacaksın.
Benim dinim İslam; Milletim Türk diyenler, tam da Türklerin
Ulus ve Din tanımlarına uygun davrandıklarından, kendilerine Müslüman diyen
Türklerdir ama Müslüman değildirler.
Bunlar İnsan’ların birer dinleri ve milletleri olduğunu
söylerler. Bu en büyük yalandır.
Bu en büyük yalandır. Çünkü sosyolojik olarak millet de bir
dindir: milliyetçilerin Din tanımının kendisi, yani dinin özel bir sorun
olduğu, bu normatif tanım, bu hukuki, tanımın kendisbi bir dindir. Din
insanların tüm yaşamını örgütler. Millet denen din de, bu din tanımı
aracılığıyla insanların tüm yaşamlarını örgütler.
Bu nedenle sosyolojik olarak din ve millet, farklı
kategorilerden değil, aynı kategoriden oluşumlardır. Dolayısıyla bir insanın
bir dini ve bir milleti olabileceği, yani din ve milletin farklı kategorilerden
oluşumlar olduğu, milletlerin ve milliyetçilerin bir yalanıdır. Bu kabulün ve
tanımın kendisi sosyolojik olarak bir dndir, yani tüm toplumsal yaşamı
belirler.
Nasıl bir İnsan hem putlara hem Allah’a tapamaz, toplumsal
hayat hem bir puta hem Allah’a göre düzenlenemezse, anı şekilde insan hem Türk
hem Müslüman olamaz.
Aynı şekilde, insan (burada biyolojik bir varlık olarak
insandan söz ediyoruz) hem İnsan (Sosyolojik olarak insan) ve hem de Türk,
Müslüman veya Putperest vs. olamaz.
İnsan (Burada sosyolojik olarak), insanların (Burada
biyolojik olarak) dili, dini, etnisi, soyu, sopu, ırkı, ne olursa olsun eşit
olduğuna inanan ve bu inanca göre yaşamak için mücadele edendir.
Diğer bir ifadeyle, insanların dili, dini soyu sopu ne
olursa olsun eşit olduğunu kabul etmeyen insanlar sosyolojik olarak İnsan
değildirler ve olamazlar.
Bu inanca göre yaşamak ise, bir ulustan olmakla veya bir
“din”den (Yani ulusçuların tanımladığı anlamda dinden) olmakla bağdaşmaz.
Bütün insanlar eşitse, niye birileri şu veya bu soy, tarih,
dil vs. (yani örneğin Türk, Kürt, Ermeni, Fransız) denerek bu eşitliğin dışında
tutulmaktadır?
Bu iddianın kendisiyle çeliştiği açık değil midir?
İnsan olmak her şeyden önce, ulusal olanın, tıpkı
Aydınlanma’nın din tanımıyla yaptığı ve ulusçuluğun alıp darattığı gibi,
politik olmaktan çıkarılması kişisel bir sorun olarak ele alınması ile mümkün
olabilir.
İnsanlar, devletin her hangi bir ulusla tanımlanmasını
reddeden bir toplumda var olabilir ve bu günkü ulus devletler içinde bunun için
mücadele ederler.
Yani İnsan olmak için her şeyden önce, politik olanın ulusal
olanla tanımlanmasına, yani uluslara karşı mücadele etmek gerekir.
Uluslar, içinde mücadele edilen tarafsız ortamlar değil,
kendilerine karşı mücadele edilmesi gereken, her şeyden önce, siyasi birimler
ve üstyapılardır.
İnsanlar, Türklüğün, şimdi tıpkı dinin olması gerektiği
gibi, tamamıyla kişisel bir sorun, özel bir sorun olması için mücadele
edenlerdir.
Diğer bir ifadeyle İnsanlar, politik bir kimlik olarak
Türklüğü reddeden ve Türk devletini yıkıp, ulusa göre değil, dili, dini,
etnisi, soyu, cinsi ne olursa olsun tüm insanların eşit olarak yaşayacağı bir
toplum için mücadele edenlerdir.
Bu gün sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın, sosyalistlere
değil (yani Türk ulusunu ve devletini içinde mücadele edilen tarafsız ortamlar
olarak görenler), İnsan’lara (ulusları ve ulusal devletleri yokmayı başhedef
olarak koyanlara) ihtiyacı var. Ne yazık ki henüz dünyada hiç İnsan yok. Çünkü
insanların ortaya çıkışı, din’in ve Ulus’un ne olduğuna ilişkin bilimsel bir
anlayışın kabulü ve yaygınlaşmasıyla olabilir. Yani bilim bir din, din bir
bilim olduğunda, İnsan’lar ortaya çıkabilir. Ya da şöyle diyelim insanlar
(biyolojik olarak insanlar) İnsan (Sosyolojik olarak insan, yani ulusal olanla
politik olanın çakışması ilkesini reddeden) olabilir.
Sosyalizm için değil, öncelikle İnsan’lık için mücadele
etmek, yani her biri uluslara göre tanımlanmış devletleri (ki bunların her biri
de ulusları farklı ölçütlerle tanımlamaktadır) yıkma mücadelesine girmek
gerekiyor.
Sosyalist olabilmek için de her şeyden önce İnsan olmak;
Türk, Kürt, Ermeni, Fransız, Amerikalı, Avrupalı olmaktan çıkmak ve bunlara,
yani uluslara karşı mücadele etmek gerekiyor. Çünkü ancak İnsanlar (Yani tüm
insanların biçimsel olarak eşit olduğu bir düzen, bir dünya cumhuriyeti için mücadele
edenler ve böyle bir dünyada yaşayanlar) Sosyalist (Bu İnsanların ekonomik ve
sosyal eşitliği için de mücadele eden) olabilir.
Bugün dünyada yaşayan sosyalistler, (tıpkı müslümanlar ya da
türkler gibi, çünkü onlarla aynı din ve ulus kavramlarını paylaşırlar, onlarla
aynı dindendirler) İnsan değildirler ve olamazlar.
Sosyalistlerin hedefi, “ulusların kaderini tayin hakkı”
değildir ve olamaz.
Sosyalistlerin hedefi, “ulusal olanın da politik olmaktan
çıkarılması ve özele ilişkin olması”, yşani ulusların ve ulusal devletlerin
yıkılması olabilir.
Sosyalistler, ancak, böyle, asgari olarak biçimsel eşitlik
sağlandıktan sonra gerçek bir eşitliği, yani ekonomik eşitliği, yani sosyalizmi
isteyebilir. Olanaklı kılabilir ve gerçekleştirebilirler.
Sosyalistlerin hedefi: “ulusların kaderini tayin hakkı”
değil; isteyen üç kişinin bir araya gelip, istediği ulusu kurma, girme, çıkma
ve ulussuz olma hakkı olmalıdır.
Bu günün ulusal devletlerle kaplı dünyasında, insanların
ulussuz olma hakkı, dolayısıyla İnsan olma hakkı yoktur. İnsan bu dünyada,
tıpkı putların egemen olduğu bir dünylada Müslümanların yaptığı gibi, ancak
“takiye” yaparak var olabilir; yani ulusları ve ulusal devletleri yıkmak için
onların kanunlarına uyarak, vergi vererek vs. var olabilir.
Sosyalistler ise, her şeyden önce İnsan olma hakkı, yani
ulussuz olma hakkı için mücadele etmelidirler.
Ulussuz olma hakkının ilk koşulu da politik olanı ulusal
olana göre tanımlayan ulusal devletlerin yıkılmasıdır. Politik olanın ulusal
olanla çakışması ilkesine dayanan ulusçuluğun reddidir.
*
Hrant Dink, aslında böyle net ifade edememiş olsa da, böyle
bir dünya için mücadele ediyordu. Hırat Dink aslında bir Hanif idi. Yani yeni
bir dinin, İnsan dininin habercisiydi.
O bir sosyalist olarak, en azından ulusun bir dille, bir
dinle, bir soyla tanımlanmasına karşı çıkıyordu. Yani sosyalizmin kökenindeki
demokratizme sahipti. Dink’in o kapsayıcılığının ardında bu vardı.
Bilince çıkmamış, programatik ifadesini bulamamış olsa da bu
demokratizmi tüm uluslara karşı bir mücadelenin tohumunu, yani İnsan olmanın
tohumunu içinde taşıyordu.
Bu insanlık tohumunun serpilip yeşermemesi için Türkler
tarafından öldürüldü.
Çünkü her ulus gibi, Türklük de İnsan’lığın düşmanıdır.
İnsanın olduğu yerde Türk, Türk’ün olduğu yerde de İnsan var
olamaz.
20 Ocak 2007 Cumartesi
(On yıl önce yazılmış bu yazı bugün daha aktüel. O nedenle
olduğu gibi tekrar yayınlıyoruz.)
19 Ocak 2017
Demir Küçükaydın
@demiraltona
demiraltona@gmail.com
https://demirden-kapilar.blogspot.de/
https://www.youtube.com/user/demiraltona
https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAcDREeTJVLW93MjA