“Heval Taha adıyla bize kişisel saldırılarda bulanan kişinin aynı zamanda boykotu savunması bir rastlantı değildir. Örneğin bize saldırısından önceki yazısında şöyle yazmaktadır:
“HDP bileşenleri ve CHP’nin öncülük edeceği bir boykot iktidarı felç eder. Erdoğan’ı hamle yapamaz hale getirir. Demokrasi dışı güçlerden medet ummak yerini tüm toplum kesimlerinin ortak tepkisini bu demokratik sivil itaatsizlik etrafında toplamak, iktidarı değiştirme yolunda atılacak en etkili yöntem olacaktır.”
Kürt hareketinin içindeki ulusalcıların mantığı ve argümanları da elbet böyle olacaktır.
Sonuç olarak Boykot’a özellikle HDP’nin geniş oy tabanının bulunduğu bölgelerde bir eğilim gözlenmektedir ve HDP ve PKK’nın bir an önce buna karşı aktif bir mücadeleye girişmelerinin hayati önemi bulunmaktadır”


#HAYIR cephesinde yer alabileceği veya alması gerektiği düşünülenler arasında bir de “boykotçular” var.
Elbet bir evetçinin “boykotçu” olması veya sandığa gitmemesi iyidir. Bu 7 Haziran’da olduğu gibi Erdoğan’ın ikinci bir ciddi yenilgi almasını sağlayabilir. 7 Haziran zaferi bizlerin bütün güçleri harekete geçirebilmemiz kadar Erdoğan’ın bütün güçleri harekete geçirememesinin de sonucuydu. Muhtemelen bu Referandum’da da hangi cephenin tüm rezervlerini aktive edip cepheye sürebileceği sonucu belirleyici olacaktır.
(#HAYIR cephesinde yılgınlık ve dağınıklık bulutları dağılır gibi oluyor. Hatta daha şimdiden çok tehlikeli bir rehavetin izleri bile görülüyor. Referandum’a kadar en küçük bir rehavete kapılmamak bu işin olmazsa olmazı.)
Bu nedenle, #HAYIR cephesinin potansiyel evetçilere yönelik çalışması da çok önemlidir. Özellikle de İslam’ın ilk devrimci ve demokratik döneminin geleneklerini savunan; Emevilerin iktidarıyla birlikte bir devletçi ve karşı devrimci İslam’ın egemen olduğunu gören, hatta AKP iktidarı zamanı içinde radikalleşmiş “İslamcı” ya da Müslüman çevrelerin çalışmaları ve argümanları çok önemlidir.
Erdoğan’ı destekleyenlerin bir önemli bir bölümü İslami kavram ve örneklerle davranışlarını temellendirdiğinden, Erdoğan’ın İslam’la bir ilişiğinin olmadığı; tamamen ters düştüğü üzerinden bir açıklama ve aydınlatma hayati önemdedir.
Ve bu bağlamda İslam’ın bir saman yangını gibi yayılmasının ardındaki demokratik ve eşitlikçi öz; Emevilerin karşı devrimci ve devletçi İslam’ına karşı öne çıkarılmalıdır.
Erdoğan’ın kediye göre budu; tıpkısı tıpkısına Emevilerin ilk İslam’a karşı yaptığı bir karşıdevrim gibi, AKP içinde bir karşıdevrim yaptığı; bugünkü AKP’nin 2002-2011 döneminin AKP’siyle bir ilişkisi olmadığı; onun inkârı olduğu somut örneklerle gösterilmelidir.
Bu çok önemlidir. Çünkü bütün karşı devrimler aynı zamanda o devrimi ilk başlatanların eş zamanlı (Senkronize) olmayan bir biçimde karşı devrimin farkına varmaları ama farkına vardıklarında iş işten geçmiş olmasıyla başarıya ulaşırlar. İlk İslam’da kimi sahabenin tereddütleri; Robespiyer’in teslim edilişi; Zinovyev, Kamanev, Buharin’in (ve hatta Troçki’nin de Lenin’den daha sonra ayıkması) daha geç ayaklarının suya ermesi ve son ana kadar yaşanan karşı devrimi kavramamaları (Buharin’ler kurşuna dizilecekleri ana kadar Stalin’in böyle bir şey yapmayacağını sanıyorlardı.) bunun örnekleridir.
Benzeri AKP içinde de yaşanmaktadır. Aslında şimdi bile, ilk kurucular kuşağı bir araya gelip Erdoğan’a karşı bir mücadele başlatsalar, Erdoğan bütün gücüne rağmen bugünkü iktidarını kaybedebilir.
Ancak işte tam bu noktada karşı devrimi yapının kararlılığı, diğerlerinin kararsızlığı ve korkaklığı tayin edici olmaktadır. Tabii bu kararsızlık ve tereddütlerin sınıfsal nedenleri vardır ve bu ayrı bir konudur.
*
Neredeyse tüm sınıflı toplum dinleri, ilk doğuşlarında alt sınıflara dayanmışlar; eşitlikçi ve demokratik eğilimler taşımışlardır. Ve hepsi de belli bir güce ulaştıklarında devletler, din adamları kastları; egemen sınıflar tarafından ele geçirilmişler; birer karşı devrime uğramışlardır.
Firavun ve Nemrutların mutlak gücüne ve keyfiliğine karşı “senden büyük Allah var” diyerek onların keyfiliğini ve mutlak gücünü sınırlayan o dinler; bir süre sonra o dinleri kabul eden Firavunlar ve Nemrutlar tarafından, yani Şark despotlukları tarafından, ele geçirildiklerinde; karşı devrime uğratıldıklarında, karşı oldukları gücün bir aracına dönüşmüşlerdir. Ve kendilerini kolayca, tıpkı Osmanlı padişahları gibi, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, olarak tanımamışlardır. Tek tanrının olmadığı dönemde bu “yeryüzündeki gölgeler”, Agustus veya İskender gibi, kendilerini tanrılaştırıp panteona ve diğer tanrıların yanına koyuyorlardı.
Ve bu karşı devrimleri yapanların ilk yaptıkları da, sadece emirleri altındaki din adamları ve teolojik tartışmalarla bir ideolojik savaş değil; bu ideolojik savaştan önce ve onunla birlikte fiziki bir saldırı ile o yeni dinin en zor zamanlardaki ilk savunucularının kökünü kazımak olmuştur.
İsa Roma’ya değil; bizzat Yahudi din adamları kastına isyan etmişti ve bu nedenle o din adamları tarafından Roma valisine şikâyet edilmişti.
İlk Hıristiyanlar yoksul halktı, Konstantin’in Hıristiyanlığı kabulü ve İznik konsülleri Hıristiyanlığın Şark devleti tarafından ele geçirilmesiydi. İlk Hıristiyanlık geleneklerini sürdürenler ise, sapkınlar olarak kovuşturuldular ve baskı altına alındılar. Sadece kabul edilen kitaplar dışında bütün kitaplar yakılarak, şimdiki resmi İncil kabil edilerek, o zamana göre resmi SBKP tarihleri ve Nutuk’lar yazıldı.
Mekke eşrafının adım adım İslam’ı ele geçirmesi Muaviye ile tam zafere ulaştı ve Muaviye ve Emeviler neredeyse bütün “sahabe”yi, ilk zor dönemlerin Müslümanlarını fizik olarak yok ettiler. Devleti tanımayan, her Müslüman’ın silahlı olduğu, toplumun sorunlarının görüşülüp karar altına alındığı Cuma günü ve Cami (Meclis, Öz yönetim organı) devletin genelgelerinin okunduğu; İslam'ın özüne karşı bitmez tükenmez ve sürekli bir ideolojik savaşın yürütüldüğü devlet dairelerine dönüştüler. Din adamı diye bir şey tanımayan İslam’da bir din görevlileri tabakası oluştu.
Aslında AKP’nin yükselişi, AKP içinde Erdoğan’ın kendi karşı devrimini yapması dün birlikte yola çıktığı arkadaşlarını tasfiyesi, sonra da Erdoğan’ın tek adam diktatörlüğüne giden yol, gerekli değişiklikler yapıldığında, İslam Tarihindeki benzer bir sürecin işlemesinden başka bir şey de değildir.
Bu nedenle, İslami referanslarla Erdoğan’a karşı mücadele, aynı zamanda karşı devrime uğramış ve binlerce yıldır yerleşmiş devletçi ve baskıcı İslam’a karşı bir teorik ve ideolojik mücadeleden ayrılamaz. Ve bu her şeyden önce ilk İslam’ı savunan genellikle “Antikapitalist Müslümanlar” denilen çevrelere düşmektedir.
Bu mücadele küçümsenmemelidir, gerçek bir demokrasi sadece Aydınlanma’nın demokratik geleneklerine dönüş değil; yani uluslara ve ulusçuluğa; merkezi ve bürokratik devletlere karış mücadele değil; aynı zamanda tüm dinlerin demokratik geleneklerine de bir dönüş; bunun için de o kavram sistemleri içinde de bir mücadeleyi gerektirir.
*
Bu yazıda bizim konumuz ise potansiyel #HAYIR’cılar veya öyle olduğu düşünülenler arasındaki boykotçular.
Genel olarak boykotçuluk her seçimde görülür. Boykotçuluğun özelliği, o çok keskin ve reddeder görünüşünün ardında, gizli bir varsayım olarak var olan sistemden beklentilerinin büyüklüğüdür.
Boykotçuların en temel argümanlarından biri “Sistemi meşrulaştırmak”tır.
Bunun biri metodolojik; diğeri de sosyolojik iki temel yanlışı vardır.
Seçimlere veya Referandum’a katılmama ve boykot tavırları o keskin görünüşlerinim ardında aslında seçimle ya da referandumla bir şeylerin değiştirilebileceği gizli varsayımına dayanırlar.
Eğer ilke olarak her türlü seçimi reddediyorlarsa bunu iç tutarlılığı içinde bütün seçimlere ve referandumlara uygulamaları gerekir.
Ama iç tutarlılık bununla da sağlanamaz.
Eğer sistemin seçim veya referandumu reddediliyorsa, bütün diğer kurumlarının da reddedilmesi gerekir. Bu devlete vergi verilmemelidir; yasaları tanınmamalıdır; okullarına gidilmemelidir; parası, ağırlık ve uzunluk ölçüleri kullanılmamalıdır; mühürleri, izinleri, pasaportları, hüviyetleri tanınmamalı ve yırtılıp atılmalıdır. Bütün bunların hiç birini yapmayıp da, sistemin her şeyini kabul edip de, seçim veya referandum gibi onun bileşenlerinden son derece önemsiz birini kullanmayı reddetmek, müthiş bir tutarsızlıktır.
Eğer bu boykotçular, bütün bu sayılanları yapmasalar ve onların yanı sıra seçimi de boykot etseler. Bu en azından iç tutarlılığı olan saygı duyulacak bir davranış olabilir. Ama bu biçimiyle saygıyı bile hak etmez.
Bu tutarsızlık içinde, bu baylar genellikle genel olarak seçimleri veya referandumları reddetmezler; şu seçimi veya bu referandumu, şu veya bu gerekçeyle boykot ederler.
Ama bu sefer de, farkına varmadan, seçimlerle veya referandumlarla bir şeylerin değiştirilebileceğini kabul etmiş olurlar; değiştirilebilir ki, bu sefer bu değiştirmenin olanakları olmadığından boykot edilmektedir. Örneğin eşitsiz bir mücadele olduğundan vs. gibi gerekçelerle boykot ederler Yani eşit bir mücadele olsa, değiştirilebilir anlamına gelir bu.
Boykotçuların getirdiği bütün argümanlar “eğer olsa ne sonuç çıkarmak gerekir” sorusuyla cevaplandığında, her zaman seçimlerle sistemin değiştirilebileceği var sayımının kulakları görülür.
Dolayısıyla boykot, o çok keskin ve reddeder görünüşünün ardında aslında var olan sistemle tam anlamıyla bir uzlaşma ve ona teslimiyetten, ondan büyük beklentilerden, kendini o sistemin içinde görmekten başka bir anlam gelmez.
Bir sisteme karşı savaşanlar, ondan bir beklentisi olmayalar açısından ise, bunların hepsi savaşın taktik mücadelelerine ilişkin sorunlardır. Bütünüyle taktikler düzeyinde tartışılmalıdır ve ancak öyle tartışılabilirler.
*
Tabii bu boykotçuların anlamadığı veya anlamak istemediği bir ilişki daha vardır. Bu Halkımızın “tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış”  durumudur. Daha doğrusu tavşan ve dağ ilişkisidir.
Politikanın pisliklerine bulaşmak istemeyenler; politika ile ilgilenmediğini söyleyenler; sistemi meşrulaştırmamak için boykot edenler şu basit gerçeği anlamazlar: politikayla ilgilenmeyenlerle politika ilgilenir. Dağ tavşana hiç küsmez.
Dolayısıyla politikayla ilgilenmemek mümkün olan bir şey değildir. Politikayla ilgilenmeme de bir politikadır. Ayın şekilde Boykot da bir politikadır. Yani var olan güçlerin mücadelesinde bir tarafta yer alıp almamaya dek düşer. Sizin öznel niyetleriniz ötesinde nesnel olarak bir anlamı vardır.
Dolayısıyla bütün bu tavırlara, var olan güçlerin mücadelesinde hangi tarafta yer aldıkları, hangi tarafı güçlendirdikleri açısından bakmak gerekir. Koca bir adam bir çocuğu döverken tarafsızlık o adamın yanında yer almaktır.
*
Peki neden insanlar böyle boykot politikası izlerler.
Bunu onların hedefleri ve çıkarları açısından ele almak ve açıklamak mümkündür.
Bunu daha somut olarak görelim.
Bu referandum’da #HAYIR cephesinde boykot taktiğinin Türkler arasında bir gücü yok.
Çünkü esas olarak ulusalcı olan Türk şehir orta sınıfları ve Alevilerin konum ve çıkarları tehdit altındadır. Bir zamanlar genellikle Kürtlerle aynı yerde bulunmamak için boykot çağrıları yapıp fiilen CHP’ye oy verenler, şimdi hızlı #HAYIR’cı. Bunun nedeni “Yaşam tarzları” nedeniyle, İslam’la tanımlanmış bir ulus ve devlette; Kürtlerin durumuna düşme riskleri.
*
Ne var ki, bu sefer de Kürtler arasında boykotu savunan veya savunmasa bile bıkkınlık ve ilgisizlikle oy vermeye gitmeyeceklerden oluşan epey güçlü bir akım var.
Seçmeninin büyük bir kısmı Kürtler olan ve Kürt Özgürlük hareketinin politik ve sosyolojik olarak temsilcisi durumundaki HDP boykota karşı. Açık bir #HAYIR’dan yana. Hatta o kadar açık ki, kimi ulusalcılar Kürt düşmanlığı ve Erdoğan diktatörlüğü arasında kalmış ulusalcıların #HAYIR oyu vermelerini sağlayabilmek için, HDP’nin #HAYIR’ını yüksek sesle söylememesini; Türk milliyetçisi damarları kabartmamasını, düşük bir profil göstermesini istiyorlar. Elbet onlar istediği için değil ama, taktik olarak insanlar arasındaki ilişkilerde olduğu gibi, politikada da düşük profil amaçlara hizmet edecekse öyle davranılabilir. Amaç #HAYIR’ların üstün gelmesi ise ve bu ona hizmet edecekse niye olmasın?
Aslında bu düşük profil isteği akıllıca bir manevrayla ulusalcılara karşı bir tuzağa bile dönüştürülebilir ve onların eylem içinde siyasi eğitimi için kullanılabilir.
Yani sadece bir #HAYIR’a dayanan, kimsenin kendi özgül parola, pankart, slogan, bayraklarıyla katılmadığı, her gün aynı yerde ve aynı saatlerde bulunmak tarzında, defalarca önerdiğimiz kitlesel #HAYIR eylemleri için güzel bir fırsattır. Düşük Profil mi, buyurun, sıradan yurttaşlar olarak #HAYIR diyoruz ve sizi de sıradan yurttaşlar olarak böyle #HAYIR demeye davet ediyoruz. Dileriz HDP böyle düşünüp davranabilir. Herkesin #HAYIR’ı kendine çizgisinden tüm #HAYIR diyenleri bir ortak davranış ve direnişte birleştirme çizgisine geçebilir.
*
PKK, ki silahlı mücadele veren, bir yıl önce isyan etmiş bir örgüt, o da boykotu savunmuyor ve açıkça #HAYIR diyor.
Örneğin Mustafa Karasu'nun referandum vesilesiyle "#Hayır, #Hayır'lara Vesile Olacaktır" diye yazı yazdı. Yazıda açıkça şunları yazıyordu:
“İşte Kürtler somut olarak da son bir buçuk yıldaki AKP-MHP zulmüne karşı Kürt’ün tutumu olarak bu anayasa değişikliklerine hayır diyeceklerdir. Kürdistan'da bu değişikliklere yüksek oranda hayır çıkması, bu zulme yüksek oranda hayır demek anlamına gelecektir. Böylece Kürtler AKP-MHP iktidarına bu referandum vesilesiyle hayır diyeceklerdir. Bu açıdan bu referandumda Kürdistan'da hayır oyunun yüksek çıkması çok önemlidir. Kürdistan'da evet oyunun oranı ne kadar yüksek çıkarsa bu sistem kendini meşru bir sistem olarak göstereceği gibi, Kürtler üzerindeki zulüm uygulamalarına halkın evet dediğini iddia edeceklerdir. Bu açıdan sandığa gidip hayır oyu verilmesi, Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesi ve soykırımcı sömürgeciliğe tutum koyması açısından çok önemlidir. Sandığa hayır oyu olarak yansımayan her oy evet oy oranını yükselteceğinden, evet’çilere, yani soykırımcı sömürgeci sisteme ve uygulamalarına güç vermek anlamına gelecektir. Bu açıdan şu ya da bu nedenle tepkiyle sandığa gitmemek AKP-MHP faşist iktidarına güç vermek olur. AKP-MHP iktidarı evet oyu vermeyenlerin sandığa gitmemesini sağlayacak bir politika izleyecektir. Bu nedenle AKP ve MHP’nin bu yönlü oyunlarına dikkat etmek gerekir. MHP çok sıkışmış durumdadır. Bu nedenle tabanda evet demeyecek MHP kitlesinin sandığa gitmemesi yönünde bir söylem ve politika yürütecektir.
Tüm bu gerçekler demokrasi güçleri ve Kürt halkının sandığa gidip hayır oylarını çoğaltmasının önemini oraya koymaktadır. Bu defa güçlü ortaya konulan hayırda büyük bir hayır ortaya çıkacaktır; hayırlara vesile olacaktır.”
*
Peki Boykotu savununlar kimler? Kürt ulusalcıları.
Kürt ulusalcıları da Türk ulusalcıları gibi hep “Marksist”tirler veya “eski Marksist”tirler.
Ulusalcıları ulusçu (Milliyetçi) karıştırmamalı.
Bunu kısaca açıklayalım. Çünkü Türkiye’nin günlük politikasında ve egemen terminolojisinde, ulusalcılara (ırkçı faşistlere) milliyetçi (ulusçu); gerçek milliyetçilere de sosyalist, enternasyonalist veya demokrat deniyor.
Milliyetçi, milliyetçilerin ulus ve ulusçuluk tanımı içinde bir ulusun çıkarlarını savunmak; onu öne almak olarak tanımlanabilir. Bu tanımda ulusun neyle ve nasıl tanımlanmış olduğunun önemi yoktur.
Örneğin Kürtlerin ayrılıp ayrı devlet kurmasını savunmak Türk milliyetçiliği ile çelişmediği gibi Türk milliyetçiliğinin icabıdır.
Çünkü Kürtler ayrılıp ayrı bir devlet kurduğu takdirde, Türk milleti daha büyük bir refah ve demokrasi içinde yaşar; daha güçlü olur.
Ama Kürtlerin varlığını inkâr etmek, onları baskı altına alarak Türk devletinin varlığını savunmak, (yani bugün Türk Milliyetçiliği denen şey) milliyetçilik değildir. Millet içindeki bir egemen ve gizli azınlığın çıkarlarını savunmaktır. Yani özel savaş dairesinin; her türlü yasadan azade çevrelerin, Ergenekoncuların çıkarını savunmaktır.
*
Benzeri b.ir karışıklık Kürtler içinde de var.
Gerçek Kürt milliyetçisi hareket, PKK’dır. Öcalan’dır. (Onların milliyetçi olmadıklarını söylemeleri; tıpkı Türk ulusalcıların Türk sosyalisti olduklarını söylemeleri gibidir. Biz görüşleri onların kendi haklarında söyledikleriyle değerlendiremeyiz. Nesnel ölçütlere vururuz. Bu söylem kimseyi yanıltmamalıdır. Ve bu iddialarında samimidirler. Sorun milliyetçiliğin ne olduğunda ve nasıl tanımlandığındadır.)
Öcalan ve PKK program ve stratejisiyle Kürt ulusunun çıkarlarını savunmaktadır. Türklerden ayrılmamayı savunmak; Türklerin demokratlarını da kazanarak geniş bir cephe oluşturup, demokratik dönüşümler ile Kürtler üzerindeki baskıya son vermek; ve sonra da Türkler ve bölge halklarıyla birlikte yaşamanın yollarını aramak da Kürt ulusunun çıkarlarını savunmakla çelişmez ve tam da onun için gereklidir.
Ama Barzani ve paralelindekiler Kürt milliyetçisi değil; Kürt ulusalcısıdır. Kürtler içinde belli bir imtiyazlı kesimin imtiyazlarını ve konumunu savunurlar.
Ancak genel geçer adlandırmada da Kürt ulusalcılarına Kürt milliyetçisi deniliyor.
Ulusçuluğu ve ulusalcılığı böyle tanımladığımızda, aslında örneğin PKK’yı destekleyen bütün sosyalistlerin ve hatta kimi liberallerin kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar Türk milliyetçisi oldukları açıkça görülür.
Peki, “Kürtlerin ayrılmasını bile savunmak Türk milliyetçiliği oluyorsa, Türk milliyetçisi olmamak nasıl olabilir?” diye sorulabilir.
Türk milliyetçisi olmamak, ulusun ya da politik olanın Türklükle tanımlanmasına karşı olmakla, onu reddetmekle; Türklükle tanımlanmış bu ulus ve devlete karşı mücadele etmekle olabilir.
Böyle bir ulusu yok etmek için mücadele ettiğinizde, dil ve din körü bir ulus yaratmak için mücadele ettiğinizde demokratik bir ulusçu olabilirsiniz. Ulusçu olmaktan kurtulamazsınız ama Türk ulusçulu olmaktan çıkarsınız.
Ulusun ve Devletin Türklükle tanımlanması ile demokrasi bir arada olamaz. Aynı şey Kürtlük için de geçerlidir. Statü, tanınma talebi Kürt milliyetçisi bir taleptir ama demokratik bir talep değildir. Ama bu talep gerçekleşirse, Türk devletini ve milletini zayıflatıp, sarsacağı için, demokrasi mücadelesini de güçlendirir ama bu onun nesnel sonucu olur. Yoksa Demokratik bir talep değildir.
Demokratik talep, ulusun Kürtlükle de tanımlanmasına karşı çıkmaktır. Dil ve din körü bir ulusçuluğu savunmaktır. Bir Kürt, Kürt ulusuna karşı mücadele etmeden; bir Türk, Türk ulusuna karşı mücadele etmeden Demokrat olamaz. Ne Türkiye’de ne de Kürdistan’da henüz Türk ulusun veya Kürt ulusunu ortadan kaldırmayı; Kürtleri ve Türkleri demokrata dönüştürmeyi hedef almış bir hareket bir yana entelektüel bir akım bile yok.
*
Şimdi bu açıdan baktığımızda, bir Kürt ulusalcısının Boykotu savunması anlaşılabilir. Çünkü Kürt ulusalcılarının hedefi özünde Kürt ulusunun çıkarları değil; Kürt ulusu içindeki bir kesimin çıkarlarıdır.
Bu kesim kendisini ezen ulusal devletlerde demokratik devrimler yaparak Kürtler üzerindeki baskıyı ortadan kaldırmayı değil; Kürtlerin de var olanlar gibi bir devlet kurmasıyla Kürtlerin üzerindeki baskının kalkacağını savunuyor.
Ancak var olan Türkiye, İran, Arap ülkeleri gibi çok büyük ve geleneği olan devlet ve uluslar karşısında bunu yapmaya gücü yetmeyeceğinden, gerek bölge devletleri; gerek büyük devletlerarasındaki çıkar çekişmelerinden hareketle bu eksikliği gidermeyi hedefliyor.
Ama böyle davranarak aslında Kürt ulusal hareketini de her zaman arkadan vuruyor.
Çünkü PKK gibi kitleleri mobilize eden, büyük ölçüde yoksullara dayanan bir hareketin güçlenmesine karşı bölge devletleri ve büyük devletler stratejik olarak bu ulusalcıları desteklemektedirler.
Yani aslında Kürt ulusalcıları (Barzani ve ona yakın olanlar), Kürt ulusçularının (PKK) yüzü suyu hürmetine hareket alanı bulabilmektedirler. Yani reformların devrimci mücadelenin yan ürünleri olması gibidir ilişki.
PKK olmasa, Türk Devleti PKK’ya karşı Barzani ile işbirliği yapmazdı; PKK olmasa Amerika Barzani’yi destek karşılığında Apo’yu Türkiye’ye vermezdi.
PKK olmasa, Türk devleti Barzani ve Talabani’yi Ankara’da ağırlamazdı.
Yani Kürt ve Türk ulusalcıları aslında Kürt ve Türk milliyetçilerine karşı bir konum ve çıkar ortaklığı içindedirler.
*
Şimdi bu ulusalcı kesim, yani Barzani ve onun Türkiye’deki Kürtler arasındaki yandaşlarının bir kısmı boykotu savunuyorlar. Bu tam da Erdoğan’a destek veren Barzani’nin konumuna ve duruşuna uygun.
Ama ilk kez bunlar arasında da bir ayrılık var.
Bir kısmı Türkiye’de Erdoğan’ın kazanmasının bizzat savundukları konumu da güçsüzleştireceğini gayet iyi gördüğünden, boykot’a karşı çıkıyorlar. (Örneğin Recep Maraşlı ve Dursun Ali Küçük’ün yazılarına bakılabilir.)
#HAYIR cephesi açısından bu tartışmalar önemli görülmeyebilir.
Bu sırf çoğu eski sosyalistler olan ulusalcılar arası bir çatışma olsa önemsiz görmek anlaşılabilir.
Ama geniş Kürt kitleleri açısından boykotun epey teorik olarak olmasa da pratik olarak taraftar bulan bir duruş olduğu yönünde bilgiler geliyor. Bu yeni ve ciddiye alınması gereken bir durumdur.
Bunda birçok faktör var.
Birincisi, 7 Haziren seçimlerinden sonra yapılan yanlış ve bunun kefareti olarak yaşanan müthiş yenilgi.
Yenilgi sadece askeri ölçülerle ölçülmez. Askeri bakımdan Türk devletinin PKK’ya çok büyük bir zarar verememiş olması; çok büyük kayıplar vermesi yenilgiyi zafer yapmaya yetmez.
Kitleler içindeki moral bozukluğu; mücadele gücünün düşmesi; hareket alanının sıfırlaması; birçok legal mücadele mevzilerinin yitirilmesi esas belirleyicilerdir. Politika ve toplumsal mücadelemler askeri kriterlerin ölçüleriyle değerlendirilemez
Bu yenilgi ve bu yenilgide yapılmış büyük hata nedeniyle PKK’ya güven sarsılmış bulunuyor. Evet bu Kürtler AKP’ye de oy vermeyecekler ve ona gitmiyorlar. Ama artık PKK’ye de eskisi gibi güvenmiyorlar. Çünkü bu seferki yanlış küçük bir yanlış değildi.
Bu durum boykot tavrını etkiliyor ve güçlendiriyor. İçine kapanma, umutsuzluk ve ilgisizlik, yenilgi sonrasının bu görünümleri bu fiili boykotçu eğilimi güçlendiriyor.
PKK’nın hatasını gördüğüne dair, ciddi bir düzeltme yapıp tekrar toparlanmaya çalıştığına dair veriler elbet var.
Bu düzelme özellikle, #HAYIR’a sahiplenmesi ve bu yönde yaptığı çağrılarda; “Almanca konuşma”ya verdiği önemde yansıyor.
Eğer bu çizgisini sürdürürse uzun vadede bunun Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin güçlenmesine nasıl olumlu katkılar yaptığı daha iyi görülecektir. Özellikle #Hayır çıkması için bunun büyük önemi bulunmaktadır.
Tabii Burada Erdoğan’ın provokasyonlarına karşı, onun elini kolunu bağlamak için, Erdoğan’ın işine yarayacak eylemlere karşı açık bir tutumun önceden ilan edilmesinin büyük önemi bulunmaktadır.
Bu hayır cephesinin sürekli tedirginlik içinde olması durumunu ortadan kaldıracaktır. 7 Haziren öncesindeki gibi bir davranış çizgisi izleneceği yönünde bir güven oluşturulmalıdır.
*
Ama boykotun yani Barzani’nin çizgisinin artan etkisinin, ya da Kürt ulusalcılarının boykotçu kanadının küçümsenmeyecek bir yankı bulmasının bir diğer nedeni daha var.
Yapılan hatalar ve bunun sonucu gelen yenilgi ile birleşen dünya dengeleri de Barzani’nin izlediği çizgiyi güçlendirmektedir. Kürtler içinde, “Öcalan ve PKK’nın yöntemi ile Kürtler üzerindeki baskı ortadan kaldırılamaz; işte ABD ve Rusya bizimle iyi geçinmek zorunda kalıyor, bize silah veriyor. Yakında da bağımsız Kürt devleti kurarız” tarzında bir savrulma yaratıyor.
Benzeri bir savrulma 11 Eylül sonrasında ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra, Kürdistan’a ve Barzani ve Talabani’ye petrol paraları ve ABD’nin askeri koruması sağlandığında da olmuştu. Bu savrulma PKK’ya bile yansımış ve Osman Öcalan’ların ayrılmasıyla sonuçlanmıştı.
Benzer bir faz içinde bulunulduğu söylenebilir. Bu da boykotçuluğu, yani Erdoğan’la ittifak içindeki Barzani çizgisinin ağırlığını arttırmaktadır.
Bu nedenle bir an önce HDP ve PKK’nın bu çizgiye karşı tekrar ciddi bir mücadeleye; b.ir ikna kampanyasına girişmelerinin büyük önemi bulunmaktadır.
Çünkü sonucu esas olarak Kürdistan’daki oylar belirleyecektir.
*
Ama sadece Boykotçuluğun geriletilmesi yetmez. Kürdistan’da yerinden yurdundan edilen, evsiz barksız kalmış çok büyük bir nüfus var. Bunlar fiilen oy kullanamaz durumdadırlar. Bu dönemde özellikle bu alanda büyük bir mücadele vermek gerekmektedir.
Şunu unutmayalım. Erdoğan’ın yenilgisi aynı zamanda Kürtleri inkâr ve imha konseptinin de yenilgisi anlamına gelir. Bütün dengeleri değiştirir. Ve demokratik muhalefet akıllıca hareket ederse, bir demokratik devrime kadar gidebilecek bir hareketlenmenin ve radikalleşmenin yolunu açabilir.
*
Ancak bu arada Kürt ulusalcılarının boş duracağı sanılmamalıdır. Örneğin Özgür Politika sayfalarında yapılan bize karşı saldırılar aslında bize değil; Öcalan ve PKK’nın çizgisine saldırılardır.
Bu ulusalcılar 2000’lerin başında da yaptıkları gibi, Öcalan’ın çizgisine ve PKK’ya açıktan saldıramayacakları için, bu çizgiyi savunan ve onu destekleyen Türkiyeli sosyalist veya demokratları hedef gösterip, onlara saldırarak aslında Öcalan ve PKK’ya karşı bir mücadele verirler.
Heval Taha adıyla bize kişisel saldırılarda bulanan kişinin aynı zamanda boykotu savunması bir rastlantı değildir. Örneğin bize saldırısından önceki yazısında şöyle yazmaktadır:
“HDP bileşenleri ve CHP’nin öncülük edeceği bir boykot iktidarı felç eder. Erdoğan’ı hamle yapamaz hale getirir. Demokrasi dışı güçlerden medet ummak yerini tüm toplum kesimlerinin ortak tepkisini bu demokratik sivil itaatsizlik etrafında toplamak, iktidarı değiştirme yolunda atılacak en etkili yöntem olacaktır.”
Kürt hareketinin içindeki ulusalcıların mantığı ve argümanları da elbet böyle olacaktır.
*
Sonuç olarak Boykot’a özellikle HDP’nin geniş oy tabanının bulunduğu bölgelerde bir eğilim gözlenmektedir ve HDP ve PKK’nın bir an önce buna karşı aktif bir mücadeleye girişmelerinin hayati önemi bulunmaktadır.

Demir Küçükaydın
5 Şubat 2017 Pazar
@demiraltona
demiraltona@gmail.com
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
https://demirden-kapilar.blogspot.de/
Videolarımız şu adreste:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz. Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
Kitaplarımız buradan indirilebilir.
https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAcDREeTJVLW93MjA
Daha yeni Daha eski