"Bir de komik olan, kendi tutumlarına, kendi yönelimlerine ve
ideolojilerine bakmadan Avrupa’yı faşistlikle, Nazilikle, polisi insanların
üzerine köpekle saldırtmakla suçlamaları. İnsan önce bir kendine bakar!
Kürtlere yaptığı onca zulme bakar. Gezi ayaklanması sırasında polisinin
uyguladığı şiddete bakar. Melda Onur’un bugünkü, “Demek köpeklerle
saldırmışlar?” tweetinde işaret edildiği gibi, daha bir ay önce akademisyenlere
saldırtılan polis köpeklerinin resimlerine muhatap olacağını biraz olsun
düşünür. Tayyip Erdoğan, “Dinime küfreden bari Müslüman olsa” sözünü
hatırlatacak şekilde, “bunlar faşist, bunlar Nazi” demagojisiyle kendi
üstündeki suçları başkalarına atmaya kalkışmak yerine, “bunlar saf, bunlar
aptal” deseydi gerçeğe daha çok yaklaşmış olacaktı"
Her şeyin AKP kurmaylarınca başından itibaren planlandığı
çok açık. Baktılar ki, bu iş böyle giderse #HAYIR kazanacak, oturup bir
provokasyon planı yaptılar. Aynı, 7 Haziran seçimlerinde kaybettikten sonra
yaptıkları gibi. AKP iktidarının, oylarını aynı seviyede tutmak veya düşmesini
önlemek için gerilim ve savaştan başka bir silahı kalmamış durumda. 7 Haziran
sonrası PKK ile gerilim ve savaşa oynadılar ve ne yazık ki PKK’nin karşılık
vermesi sonucunda savaş planları tuttu, bu sayede 1 Kasım seçimlerini kazandılar.
Artık PKK ile savaşı körükleyerek kazanacakları pek bir oy kalmadı. Zaten savaş
ve gerilim devam ediyor. Bunu daha fazla tırmandırmaktan kısa vadede somut bir
sonuç elde edemeyecekleri kesin. Suriye cephesi de karmakarışık ve bu cephede
diyelim ki ABD ile gerilimi arttırmaktan yine kısa vadede pek bir şey elde
edemeyecekleri anlaşılıyor. Şu sıra bölgede durumu stabile etmek seçim
hesapları açısından en akıllıcası. Çünkü bugünkü durumun bozulması demek
Türkiye’nin bölgedeki varlığının iyice dibe batması demektir ki, bu da kısa
vadede referanduma fazlasıyla olumsuz yansır onlar açısından.
O halde geriye ne kalıyor? Referandum öncesinde propaganda
yapmak için Avrupa’yı bakanlar aracılığıyla yol geçen hanına çevirerek Avrupa
ile gerilimi ve çatışmayı alabildiğine artırmak ve bu gerilimin yarattığı
milliyetçi galeyan ortamında en azından kendilerine soğuk bakan kararsız oyları
taraflarına çekebilmek. Plan budur. Elbette bu planı yaparken, 13 mart 2008
tarihinde 5749 sayılı seçim kanunun 10. maddesinde yaptıkları bir değişiklikle,
siyasi partilerin ülke dışında, temsilciliklerde ve gümrük kapılarında seçim
propagandası yapmasını kendi elleriyle yasakladıklarını; veya yakın
zamanlardaki Bulgaristan seçimlerine katılan, orada yaşayan Türklerin haklarını
savunmak için kurulmuş Hak ve Özgürlükler Partisi’nin, Türkiye’de yaşamakta
olan Bulgaristanlılar arasında propaganda yapmasını yasakladıklarını ya hiç
hatırlamamışlardır ya da anında unutuvermişlerdir.
Önce, şu malum Kardak krizini kaşıyarak Yunanistan’a
dayılandılar durup dururken. Elbette bunda, Yunanistan’ın 15 Temmuz nedeniyle
kendisine sığınmış askerleri Türkiye’ye iade etmemesinin de rolü vardı ama
aslında bu kışkırtma yine de referandumla ilgili sahneye konacak daha büyük bir
planın parçasıydı. Bundan sonraki adımları Die Welt muhabiri Deniz Yücel’i
tutuklatmak oldu. Böylece Avrupa’yı iyice kışkırtmış oldular. Hemen ardından
Türkiye devletinin tüm olanaklarını kullanarak ve yukarda belirttiğim kendi
yasaklarını unutarak tüm bakanlarını başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın
çeşitli ülkelerine saldılar. Merak ediyorum, bu bakanlar gerçekten neye bakmaktadırlar?
İşleri güçleri yok mudur? Hani milletvekili seçimi olsa şahsi durumlarını göz
önüne alıp seçim gezilerine çıkmalarını biraz daha anlayışla karşılayacağım ama
örneğin Kadın işleri Bakanı’nın görevi bu ülkede her gün bir kadın (bugün de
Kamile Dora adlı bir kadın kucağında çocuğuyla öldürüldü Adana’da)
öldürülürken, Hollanda’ya gidip “evet” propagandası mı yapmaktır? Eskiden
“kaldırım mühendisi” diye bir laf vardı. Bunlara da “kaldırım bakanı” dense
yeridir!
Fakat şundan emin olabilirsiniz: yaptıkları bu çıkartma
harekâtının, Avrupa ülkeleri, örneğin Almanya ve Hollanda tarafından sert bir
tepkiyle karşılanacağını önceden istihbar etmişlerdi ve bunu hesap ederek
giriştiler bu işe. Hesapları, Avrupa’nın Türkiyeli bakanlara karşı takınacağı
olumsuz tutumdan yararlanarak milliyetçi ajitasyonu en üst düzeyine çıkartmak
ve böylece hem ülke içinde hem de özellikle gurbetteki Türkiyeli seçmen
nezdinde taraftar toplamak, “evet” oylarını birkaç puan arttırarak öne geçmek.
Kısacası, bir anlamda 1 Kasım’a giden savaş politikası yeniden ve başka
biçimlerde sahneye konmuş bulunuyor.
Bir de komik olan, kendi tutumlarına, kendi yönelimlerine ve
ideolojilerine bakmadan Avrupa’yı faşistlikle, Nazilikle, polisi insanların
üzerine köpekle saldırtmakla suçlamaları. İnsan önce bir kendine bakar!
Kürtlere yaptığı onca zulme bakar. Gezi ayaklanması sırasında polisinin
uyguladığı şiddete bakar. Melda Onur’un bugünkü, “Demek köpeklerle
saldırmışlar?” tweetinde işaret edildiği gibi, daha bir ay önce akademisyenlere
saldırtılan polis köpeklerinin resimlerine muhatap olacağını biraz olsun
düşünür. Tayyip Erdoğan, “Dinime küfreden bari Müslüman olsa” sözünü
hatırlatacak şekilde, “bunlar faşist, bunlar Nazi” demagojisiyle kendi
üstündeki suçları başkalarına atmaya kalkışmak yerine, “bunlar saf, bunlar
aptal” deseydi gerçeğe daha çok yaklaşmış olacaktı. Neden böyle diyorum?
Çünkü açıkçası Avrupa ülkelerinin, en fazla da Hollanda’nın
AKP’nin oyununa geldiğini düşünüyorum. Galiba bunda birkaç gün sonra yapılacak
Hollanda seçimlerinin de rolü var. Aşırı sağcı Wilders’in seçimleri kazanmaması
için iktidardaki partiler “kraldan fazla kralcı” bir tutum takınmış
görünüyorlar. Fakat bu da yaptıklarının AKP’nin provokasyonuna gelmek olduğu
gerçeğini değiştirmez. Sadece böyle bir provokasyona neden bu kadar açık hale
geldiklerinin sebeplerini izah eder.
Şundan dolayı oyunu gelmektir: düşmanınız sizin ne yapmanızı
istiyorsa onu yapmayacaksınız. Ne yapmamanızı istiyorsa onu yapacaksınız. Bu,
mücadelenin altın kuralıdır. AKP sizin bu sert tutumunuz karşısında ellerini mi
ovuşturuyor, ajitasyonunu on misline mi çıkartıyor, iyice çığırtkanlaşıyor mu?
O zaman durup düşüneceksiniz nerede hata yaptım diye. AKP’nin planı
bakanlarının konuşmalarının Avrupa ülkeleri tarafından yasaklanmasıydı. Bu yasaklamayı
yaparak onun ekmeğine yağ sürdünüz. Hem de birkaç tabakadan oluşan kalın bir
yağ.
Birincisi, bu yolla, AKP iktidarı, üzerindeki diktatörlük,
özgürlük düşmanlığı, muhalefeti bastırma, polis terörü uygulama, basın
özgürlüğünü kısıtlama suçlamalarını en azından hafifletmiş oldu. Bundan sonra
kendisine bu yönde gelen ve bugüne kadar altında ezildiği eleştirileri göğsünü
kabartarak karşılayacak ve Hollanda’nın kendi bakanlarına, Hollanda polisinin
Türkiyelilere yaptıklarını işaret edecektir.
İkincisi, bu tür uygulamaların insanların “milli gururunu”
harekete geçirmesinden yararlanarak, şu anda “hayır”ın karşısında yenik
durumdaki “evet” oylarına ivme vermeye ve referandumu kazanmaya bakacaktır.
Zaten durum çok kritiktir. Kararsızlarda”evet”e doğru birkaç puanlık oynama
referandumun sonucunu belirleyebilir. Durum böyleyken Hollanda makamlarının
uygulamaları, aynı PKK’nın savaşa kabul etmesinin AKP’ye 1 Kasım’ı kazandırması
gibi, AKP’ye 16 Nisan’ı kazandırabilir.
Ben Almanya’nın ve Hollanda’nın yerinde olsam,
konuşturmamak, konsolosluğa sokmamak, sınır dışı etmek gibi saçma sapan ve
gerçekten de AKP’den geri kalmayan baskıcı bir profil verecek uygulamalar
yerine, “kaldırım bakanları”nın ya da AKP’lilerin konuşma özgürlüğüne saygı
gösterir ve bu konuda onlara bir de demokrasi dersi vermiş olurdum. Eğer AKP
iktidarı bir yaptırımı hak ediyorsa – ki bence ediyor – bu yaptırım özgürlükler
alanında değil, ekonomi alanında olmalıydı.
Ben olsam, ellerindeki mikrofonun ses düğmesini açar,
ticaret yollarının kapısını kapardım. Bakın o zaman görün siz bu “demokrasi
havarileri”nin nasıl geri bastıklarını, nasıl kaçıştıklarını. Geçmişte Rusya
örneğinde bunu yaşadık, gördük. Ekonomik yaptırımı görünce Putin’in önünde
nasıl da diz çökmüşlerdi!
Gün Zileli - 12 Mart 2017 - www.gunzileli.com - gunzileli@hotmail.com