“IŞİD, sinema ve ölüm” adlı denemesinde Jean-Louis Comolli
cihatçı sinemanın sinema ile ölüm arasındaki gayrı-tabii birliğini dile
getirmektedir. Bu dehşet verici filmlerin ölüm cezasına çarptırılmış
kurbanların görüntüsüyle parçalanmakta olan çağdaş neoliberal dünyayı nasıl
açığa vurduklarını da çözümlemektedir. Yönetmen “görüntü savaşlarından” söz
etmektedir
Eugénie Barbezat: IŞİD sineması hangi görüntülerden oluşur
ve dağıtım araçları nelerdir?
Jean-Louis Comolli:
Bugün hızı biraz yavaşladı ama birkaç ay önce IŞİD, El Hayat Medya merkezindeki stüdyolar aracılığıyla bir günde
birkaç dakikalık birçok film üretiyordu ve bunlar birbirine eklenince önemli
bir üretim ortaya çıkıyordu. Bu görüntülerin miktarı önemli bir öğedir çünkü bu
önemli bir “vuruş gücüdür”. Ayrıca yapıldıktan sonra hemen dağıtılırlar. Bu
kısa filmler özellikle geniş anlamda müslüman dünyada dağıtılırlar ve
Mağrip’te, Ortadoğu’da olduğu kadar
Endonezya ya da Pakistan’a kadar yüzlerce özel Arapça televizyon
kanallarında yayımlanırlar ve bunlar da zengin Arap şeyhleri tarafından finanse
edilirler.
Genel kanının ve Batı’ya gelenlerin aksine bilgisayar
ekranlarından çok televizyon kanallarında seyredilirler. Bu filmlerin biçimi
genelde standart olup tekrar çoktur.
Şimşek, görüntü karışımı, patlamalar gibi sayısal efektlerle
dolu kısa bir girişten sonra kameranın karşısına bir asker çıkar ve bir ya da
beş dakikalık Arapça bir vaaz sunar ve seyircileri daha iyi Müslüman olmaya
çağırır. İstisnai olarak bir ya da birkaç mahkum kamera önünde konuşurlar ve
tövbekârlık söylemi içinde Amerikalı ya da İsrailli ajanlarla ilişkileri
olduklarını itiraf ederler.
Sonra, askeri müzik eşliğinde zincirle birbirine bağlanmış
ve Guantanamo’nun meşhur ettiği portakal renkli kıyafetler içinde kimlikleri
bilinmeyen bir dizi mahkumun ölüme doğru gittikleri görülür. Ölüm biçimleri
kalaşnikofla taramadan daha korkunç biçimlere doğru gider: Boğma, işkence,
boğaz kesme, suda boğma, yakma…
Bu eylemleri yapmak ve bir de filme çekmek sadece propaganda
yapmak değil bu görüntüleri izleyenleri yıldırmak ve şu ikilemin önüne
koymaktır: Ya bize katılırsınız ya da ölümü hak edersiniz!
Az sayıda yapılan başka filmler de halifenin hüküm sürdüğü
sakin bir yaşamı canlandırırlar.
Bu görüntüler gerçekten sinematografik olarak kabul
edilebilir mi?
Biçimsel olarak evet. Çünkü bir çerçeve var, bir yapım var
ve hatta özel efektler var. IŞİD filmleri özellikle Amerikan filmleri olmak
üzere aksiyon filmlerinin özelliklerini taşır ya da felaket bölümleri sunar ve
burada anlatımla kişiler arasındaki ilişkiler kaybolur. Bu filmlerde hikaye,
duygu yoktur; sadece örnekler ve ölüm vardır. Ölümle ilgili temsile verilen
önem bu barbar eylemlere bağlamını veren hikayenin yerini alır.
Palmira’da çekilmiş, seyrettiğim bir filmde, tövbekarlık
sahnesinden sonra bir dizi mahkumun bir kalaşnikofla tarandığını gördüm. Bu
sahne filme çekildiğinden, yönetmenin önüne sayısal olarak gelir ve bu da
sahneleri çoğaltır, sondan başa, baştan sona yeniden çoğaltır. Böylece ölen,
sonra ayağa kalkan ve yeniden ölen insanlar görürsünüz. Bu da sinema tarihinin
ilk filmlernden birine benzer: Lumieres kardeşlerin çektiği bir duvarın
yıkılışı. 1896 yılında filmi yanlışlıkla tersten gösterirler. Yıkılan duvar
seyircilerin şaşkın bakışları altında yeniden ayağa kalkar. Sinema dünyanın
ters düz edilebileceğine inandırır. Ne yazık ki, bu yöntemin uygulandığı
IŞİD’in filmlerinde söz konusu olan taş, duvar değil insanlardır ve ölümler bir
oyun olmaktadır. Kurbanlara tanınan bir gram haysiyet yoktur çünkü onlar bu
ölümcül oyunun parçasıdır.
Bu filmlerin seyircilerine verilen rol nedir?
Seyirci insan niteliğinden yoksunlaştırılır: İnsan avdır ve
ona görsel, işitsel, duygusal darbe, şoklar verilir ve her tür kritik muhakeme
uygulama imkanından yoksundur çünkü görüntüleri anlayacak hiçbir anahtar ona
verilmemiştir. Anlatım olmadığından özdeşleşme mümkün değildir. Bu görüntülerin
taşıdığı “ölüm itkisi” “gözetlemeciliğe” dönüşür. Halkın korkunç olana ilişkin
her zaman bir merakı vardır: Grève meydanında işkence görenleri binlerce
seyirci seyreder ve zevk alırlardı. Tanrıya günah çıkaran Aziz Augustin bu
canavarlıkları görme arzusuna dayanamadığını anlatır.
Bu filmleri konferans verirken bir salonda gösterdiğimde,
kimileri elleriyle gözlerini kapatıyordu ama ara sıra parmaklarını ayırarak
seyrediyordu. Tabii IŞİD bu itkiye oynuyor ve öyküleri değiştirme imkanını
yadsıyarak bu filmleri seyredenlerin insanlığını öldürüyor.
Ama, canlı görüntüler yapımı olarak sinema genel olarak
ölümden çok yaşamla ilişkilendirilir.
Evet. Geleneksel olarak sinemada yaşayan insanların ölmek
üzere olduklarını göstermek enderdir, imkansızdır. Belgesel sinemada genelde
görülen ölümler filmin çekildiği yere kameranın gelişinden öncedir. Kurgu
filmlerinde görülenler ise sahte ölümlerdir: Seyirci için özdeşleşme süreci
çalışsa da ve bu görüntü ona heyecan verse de böyledir. Herkes komedyenin
çekimden sonra ayağa kalktığını bilir. İşte bu üstü kapalı anlaşmayla sinema
işlevini yapar. Sinema yaşamdır, gerçek değil. Marilyn Monroe’yu “İnsanlar
sarışınları tercih eder” filminde gördüğünde öldüğüne inanmazlar. İşte bu
nedenle bana göre sinema icat edildi. Hareketten yoksun fotoğrafın aksine ve
dolayısıyla ölümlü bir yönüyle sinema ölümlerinden sonra oyuncuların ekranda
yaşamlarını devam ettirir. Bu anlamda, IŞİD sinemayı tersine alır çünkü onu
ölümün dağıtıldığı bir araç haline getirir.
Suçları üstlenme anlamında sinema, yeni bir fenomen midir?
Bu barbar eylemleri filme çekmek onları daha da tehlikeli
yapar. Daha önce de El Kaide, ölümleri, özellikle Amerikan rehinelerin
filmlerini çekmişti. Bu durumda, bu görüntüler yararlı bir amaç için çekilmiş
ve dağıtılmıştı: ABD üzerinde baskı kurmak. IŞİD olayında ise tümüyle farklı
bir mantık içindeyiz. Çünkü ölümler anonimdir ve yabancı bir dış güce şantaj
yapmak söz konusu değildir. NAZİ’ler gaz odalarında olup bitenleri çekmek ya da
görüntülemek konusunda kesin yasak uygulamışlardır. Rus ve müttefikler
karşısında geri çekilirken ölü yakma odaları gibi yerleri dinamitlemişlerdir.
Bu cellatlarda, kin ve şiddetlerinin nereye gideceğini göstermek konusunda bir
tür korku vardır.
Psikanaliz deyimlerine göre, üstben’e benzeyen bir biçim
vardır ve sanki yüksek ahlaki bir güç işledikleri suçları saklamalarını
bildirir. Bu bugün sanki kaybolmuştur. Başkasını ölümle cezalandırmayı gösterme
olağan olmuştur. Freud’un “ölüm itkisi” dediği, her yerdedir. Sadece açıkça
IŞİD filmlerinde değil ama suikastler ve felakatlerde de böyledir: Tsunami
sırasında sürüklenen ölüleri balkondan çekmek, hatta kendi intiharını bile
çekmek. Bu görüntüler Internet yoluyla hemen dağıtılır. Çağcıl dünyamız
şizofreniktir çünkü insanların doğal ölümleri mikroptan arındırılırken ve bazen
de aşırı ilaçlanırken, bizler, XXI. yüzyılın erkek ve kadınları filmi çekilen
bu kadar gerçek ölüm görmedik. Ne yazık ki, bu IŞİD’in görüntülerinin de
ötesinde olup duygu ve acının son noktasını oluşturur.
IŞİD’in görüntüleri hangi noktada çağdaş dünyanın
parçalanmasının belirtisidir?
Bundan böyle, savaşlar her yerde ve sonu da yoktur. Gerçeğin
topoğrafyasına başkaldırıdır, harita ve topraklar artık birbiriyle
uyuşmamaktadır. Her zaman bir çatışma alanı olan Ortadoğu’da örneğin, bu eski
çatışmaların sadece yıkımla sona ereceği hissine sahibiz. IŞİD’le dinamitlenen,
Esad’ın, Rusların ya da Amerikalıların bombaladığı Suriye kentlerinden kalan
sadece yıkıntılardır. Artık dünya tahammül edemiyormuş gibi bir yıkıntı mantığı
esmektedir ve var olanı düzenli olarak yıkmak söz konusudur. Zaten savaş bu
yıkım amacına ulaşmanın tek yolu değildir. Her yerde yeni semtler inşa edilerek
eski evler yıkılmakta ve eski oturanlar kovulmaktadır.
Yüzyıl önce bu zinciri kopmuş yıkım mantığı yoktu. Hannah
Arendt çadırlardan kurulu “kentlerin” saysının ekponansiyel şekilde arttığını
bildirirken, bir gün sığınmacı kamplarında geçici olarak kalanların ya da
sokakta yaşayanların sayısının konutlarda yaşayanların sayısına eşit olacağını
düşünmüş müydü? Oysa durum böyledir. Giorgio Agamben’in söylediği gibi bugün çağdaş
egemen figür geniş anlamda mültecidir. Yersiz yurtsuz insandır, tarihini
kaybetmiştir.
Zaten işçi (proleter) sadece üretim araçlarından yoksun
değil aynı zamanda geçmişinin izini kaybeden kişidir. Fransa’da fabrikalar
kapanırken ülkenin birçok sayfasıda kapanmaktadır. Peugeot fabrikasının
kapanması işçi belleğini, kuşaktan kuşağa geçen bilgi beceriyi de alıp götürür.
Neoliberalizmin mantığında IŞİD filmlerinde görülen vücudun parçalanmasına
benzeyen bir şeyler vardır. Bu filmler parçalanmış zamanımızı temsil ederler.
Sadece fabrikaları değil, yetenekleri de yerinden ederek bir aktarım sistemi
olan emeği de kaybediyoruz. Her birimizin kültürel mirası sermayenin ölümcül
mantığıyla bunalıma giriyor. Yıkımla kendini gösteren bu zamanda nasıl yeni bir
dünya bulurum ve inşa ederim, bilemiyorum.
Bu görüntülerle ve temelde bulunan görüntülerle başka
görüntüler üretilerek mücadele ediliyor mu?
Kesinlikle. Bu konuda, mahkum etme ve iyi niyet
söylemlerinin hiçbir etkisi yoktur. Görüntü savaşı söz konusu olup dünya
görüşleri konusunda şiddetli bir muhalafete gönderme yaparlar. IŞİD’in küçük
filmlerinde her şey tekliğe yöneliktir: Tek tanrı, tek peygamber ve tek ümmet.
Temizliğin totaliter mantığından ayrılan her şey elenmelidir. Misilleme olarak,
savaştan önce varolan Abounaddara Suriye Kolektifi önden, arkadan, gölgede
IŞİD’den kaçanların filmini çeker ve hikayelerini anlatmaktadır.
Bu sinema grubu yaşamın devam ettiğini gösterir. “Şam’ın
Çekiçleri” adlı filmde murçların plakalar üzerinde nasıl resimler çizdiklerini
gösterir. Çerçeve genişledikçe, murçlara vuran çekiçleri, sonra çekiçleri tutan
elleri ve sonunda işçilerin vücutlarını ve yüzlerini görürsünüz. Kuyumculuk
işliğinde bulunuruz ve genç insanlar sevinçle çalışmaktadırlar ve yaratma
peşindedirler. Bu film korkunçluğun
karşısında güzelliğin zaferidir. Çok etkilidir.
Eugénie Barbezat - 20 Ocak 2017
J.Louis Comolli: Cezayir sinema kulübü kurucularından olan
J.Louis Comolli 1962 yılında “Sineme Defterleri” dergisine katılmıştır.
Belgesel ve kurgu filmleri bulunmaktadır. Cecilia (1974) en tanınan filmidir.
Caz ve sinema ilgi alanı olup çok sayıda eser yazmıştır.
[Humanité’deki Fransızca orijinalinden İsmail Kılınç
tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]