Déjà vu

“Lisenin bahçesindeki olay ilk değildi” dedi genç kadın. Tam karşısındaki koltukta oturan esmer kadın, “nasıl yani” diye sordu… “İlk değildi işte. Ondan öncesi de var. Birbirimizi ilk kez gördüğümüz akşam var bir de”… “Hep böyle haber vermeden mi gelirdi?"... “Evet aynen öyle… haber maber vermeden… hiç ummadığın bir anda… hani nasıl derler, öyle pat diye karşında”… “Çok ilginç. İlki nasıldı peki, bak şimdi daha çok meraklandım ben”. Yaklaşık bir saattir sürekli anlatıyordu Gülden. Hiçbir ayrıntıyı atlamadan hem de. “İlki” diye başlayan cümlesi dudaklarından dökülmeye başlar başlamaz yüzüne gelip yerleşen gülümsemeye çenesindeki çukurluk eşlik etti…

İSTANBUL Koşuyolu... Nisan 1999

Kafenin içerisi bir sürü insanla doluydu. Boş masa yoktu. Arada bir yükselen kahkahalar, kafenin her tarafını dolaşan müzik sesinin peşinden ayrılmıyor gibiydi. Alkol kokusu, içeri giren herkesi çarpıyordu. Kafenin önüne park edilmiş otomobillerin oluşturduğu kuyruğun en arkasına yanaşan kırmızı Volkswagen’den  inen adam kafeden içeri girdi. Gözleri birini arıyordu o kalabalıkta. Ve buldu da. Kafenin caddeye bakan büyük penceresinin önündeki masada oturan iki kadına doğru yürüdü. Masaya ulaşır ulaşmaz tok bir sesle “Merhaba Gülden” dedi. Öyle pat diye. Öyle pervasızca. Öyle dümdüz. Kadınlar başlarını sese doğru çevirdiler büyük bir şaşkınlıkla. Gülden biraz da korkarak “pardon  kimsiniz, adımı nereden biliyorsunuz” dedi  belli belirsiz. Sesi titriyordu. Çok heyecanlanmıştı. “Ben Kaptan” diye karşılık verdi adam hiç duraksamadan. Kadının tam aksine, oldukça rahattı tavırları. Gülden son iki kelimeyi duyunca tuhaf bir biçimde gevşedi. Az önceki korkusu ve şaşkınlığı bir anda uçup gidiverdi. Gülmeye başlamıştı. “İnanmıyorum… sensin yahu… nasıl buldun burayı onca yoldan gelip... Delisin sen… yemin ederim delisin… ne diyeceğimi bilemiyorum… nasıl birşeysin sen... hiç üşenmeden buraya kadar…” Masada oturan diğer kadın bir yandan olan bitene bir anlam vermeye uğraşıyor, bir yandan da giderek yükselen şaşkınlığını yenmeye çalışıyordu. Gülden neden sonra “otursana” demeyi akıl edebildi. “Hayır” dedi adam, “Oturmayacağım… burada oturulur mu hiç… şu rezilliğe baksana… hasta olur insan burada”… Kadın üsteledi oturması için. Ama oturmadı adam. “Sen nasıl bir İmam Hatiplisin, senin gibi birinin bu saatte böyle bir yerde ne işi olabilir” dedi sadece. Ses tonu bir parça alaycıydı. Gülden’in yüz ifadesi hafifçe değişti. “Haklısın ama bir arkadaşı bekliyorduk, burasını istedi buluşmak için, biz de kıramadık, iş gereği buradayız yani” dedi sonra. Biraz utanmıştı. İçinde bulunduğu garip durum adamın sesiyle son buldu. “Şimdi ne yapıyoruz biliyor musun hemen şu hanımefendiyi burada bırakıp birlikte çıkıyoruz buradan”. Cümlesini tamamlar tamamlamaz eliyle genç kadının bileğini kavradı ve onu masadan kaldırdı. Kapıya doğru yürüdüler. Kadının şaşkınlığı, kadının telaşı, kadının “olmaz”ları, kadının “hayır”ları, kadının cılız direnmeleri kafenin içerisinde sağa sola çarparak darmadağın oldu. Masada kalan, gidenlerin bıraktığı garipliği çoktan yüklenmişti bile. Adam ve kadın dışarı çıktılar. Kadının bileği hala adamın elindeydi. Kırmızı Volkswagen’e kadar yürüdüler. Direksiyonda genç bir çocuk vardı. Kadın arka koltuğa oturdu. Adam ön koltuğa otururken direksiyon başındaki genç çocuğa dönerek “biraz beklettik, kusura bakmazsın artık Zaza” dedi. Adama olan saygısını cevap vermek yerine gülümseyerek gösterdi çocuk. Adam biraz da kadını kışkırtmak için konuşmasına devam etti. “Adı kafe… duman, alkol, tuhaf bir müzik, her kafadan bir ses, kimse kimseyi dinlemiyor, çünkü insanlar birbirlerini duymuyorlar, görmeni isterdim Zaza… hele kapıdaki lüksün haddi hesabı yok… onlara otomobil denemez, bu lüksü tanımlayacak kelime Türkçe’de henüz icat edilmedi diye düşünüyorum, bir de kimsede para yok derler… ne hale gelmiş koskoca memleket”… Arkada öylece oturan kadında öfke, şaşkınlık, heyecan… Adam devam edecekken kadın gücünü son kez toplayıp  “Peki nereye gidiyoruz şimdi akşamın bu saatinde” diyebildi. “Ne o korktun mu yoksa” diye karşılık verdi adam. “Hayır korkmadım” dedi kadın ve ekledi…” ama çok şaşkınım şu an”… Kısacık bir an duraksayıp cümlesini tamamladı; “senden korkmamı gerektirecek bir şey olduğunu sanmıyorum, birbirimizi ilk kez görüyor olsak da seni epeydir tanıyorum, o cümleleri yazan adam korkulacak biri değildir diye düşünüyorum”. Söyledikleri kadının kendisini de şaşırtmıştı. Adamın yüzünde bir gülümseme, adamın yüreğinde kıvılcımlar… Tam kadına birşeyler diyecekken kadın sorusunu tekrarladı; “nereye gidiyoruz bu saatte diye sormuştum sana”… “Nereye olacak, Kasabaya elbette” dedi adam. “İyi ama sabah işimin başında olmam gerekiyor, bunu ne yapacağız”… “Bu dünyanın işi bitmez, boşver gitsin”… “Peki ya sorumluluklarım”… “Boşver gitsin dedim ya”… Sonra bir cd… bir şarkı… “Hainsin sen” diyerek sıyrılan bir türban, koltuğun arkasına dayanan bir kadın başı, kapanan göz kapakları, motor gürültüsü, çevre yolunu gösteren tabelalar, “bu yaptığının... yani bu yaptığımızın bir adı var mı” diyen bir kadın sesi… “hayır bir adı yok, çünkü ne sen gördün, ne ben” diyen bir adam, gece laciverti bir İstanbul…

HAYRİ GÜNEL

("ŞARKILARI OLAN HİKAYELER: 8, HAYAT BİR KURGUDUR ASLINDA")

FOTOĞRAF: MUSTAFA İDRİSOĞLU

Daha yeni Daha eski