Kafa karıştıran bir kitaptan kafa karıştıran bir bölüm. Yazıyı ve kitabın tamamını okumanızı öneririz… Profesor Siza ortadan kayb...
Kafa karıştıran bir kitaptan kafa karıştıran bir bölüm.
Yazıyı ve kitabın tamamını okumanızı öneririz…
Profesor Siza ortadan
kaybolduğu için o dönem açılmaya astrofizik dersine onun asistanı
Profesör Luis Rocha’nın devam etmesine karar verilmişti. İlk derste sınıf biraz
temkinliydi. Profesör masasına oturdu, notlarına baktı, sonra da ayağa kalkıp
öğrencilerine döndü.
“Sizin de bildiğiniz gibi bir süre bizlerle olamayacak olan
Profesör Siza’nın vekiliyim. Bu dönemin ilk astrofizik dersi olduğu için iki
önemli noktanın, Alfa ve Omega’nın üzerinden geçmenin yerinde bir fikir
olacağını düşünüyorum. Denklem ve hesaplara sonra bakarız. Sizce nasıl?”
Öğrenciler umutlu bir bekleyişle sessizce oturdu.
“Tamam… Alfa ve Omega noktalarının ne olduğunu kim
söyleyebilir?” Pedagojik bakış açısından doğru bir adım atmıştı ama mevcut
durumda bu gereksiz bir riskti. Grup sessizce oturdu.
“Cevap?”
Yine sessizlik. Ders kötü başlamıştı ama Luis Rocha taviz
vermedi ve sakalıyla bir öğrenciye işaret etti. “Alfa noktası nedir?”
“Evrenin başlangıcıdır,” diye cevap verdi bir öğrenci.
“‘Ya Omega noktası?”
“Evrenin sonudur.”
“Alfa ve Omega, başlangıç ve son, evrenin doğumu ve
ölümüdür,” dedi Profesör Rocha. “Bugünkü dersimizin konusu bunlar. Şimdi de
şunu sorayım, neden evrenin bir başlangıcı ve sonu olmak zorunda? Evrenin
sonsuz olmasına mani olan nedir? Sonsuz olamaz mı?”
Sınıftan cevap gelmedi.
“Yalnız değilsiniz, kimse bilmiyor,” dedi Rocha. “Ama
dikkate almaya değer bir varsayım var, öyle değil mi? Başlangıcı ve sonu
olmayan, kadim ve baki, ebediyen devam eden bir evren; hep var olan ve olacak
olan bir evren. Peki, sizce Kilise bu düşünceye, bu kavrama nasıl tepki verir?”
Tüm öğrencilerin yüzünde şüphe dolu bir ifade belirdi; “Kilise mi?” dedi
içlerinden birisi şaşkın şekilde. “Kilisenin bununla ne ilgisi var ki?”
“Hem çok hem hiç,” diye cevap verdi Profesör Rocha. “Evrenin
başlangıcı ve sonu sadece bilimsel bir soru değildir, aynı zamanda da teolojik
bir sorudur. Temel bir soru olarak fiziğin sınırlarında durur ve hatta belki de
tümüyle metafiziğin alanına girer. İncil’e dayanan Kilise hep bir başlangıç ve
sonun olduğunu savunmuştur, yaratılış ve kıyamet, Alfa ve Omega. Ama bir
noktadan sonra bilim farklı sorular sormaya başladı.
Kopernik, Galileo ve Newton’un keşiflerinin ardından bilim
insanları sonsuz bir evrenin en muhtemel varsayım olacağına karar verdiler.
Bunun bir nedeni yaratılışın kabulünün bir yaratıcının olmasını
gerektirmesiydi. Yaratılış ortadan kalkarsa yaratıcıya da gerek kalmazdı. Diğer
bir nedense evrenle ilgili gözlemlerimizin sürekli orada olmuş ve olacak
fikriyle daha uyumlu görünen statik mekanizma ile ilgili belirtiler
göstermesiydi. Öyleyse problem çözüldü, değil mi?” Bir cevap bekledi.
Kimseden ses çıkmayınca masasına döndü, notlarını aldı ve
kapıya yöneldi. “Sizin için sorun çözüldüğüne göre artık derse devam etmenin
bir anlamı yok. Eğer evren sonsuzsa, Alfa ve Omega zaten yoktur. Bu ders de bu
iki noktayla ilgili olduğu için size hoşça kalın demekten başka çarem kalmıyor.
Haftaya görüşürüz.”
Öğrenciler hayretle ona bakakaldılar.
“Gidiyor musunuz?” diye sordu genç bir kız hayretle.
“Olmadığını ispat etmek mümkün mü?”
“İşte!” dedi Luis Rocha heyecanla, sanki nihayet derse devam
etmesi için gereken şeyi duymuştu. “Bu ilginç bir fikir.” Masasına geri döndü
ve notlarını bıraktı. “Öyleyse ders bitmedi. Küçük bir detayı açıklığa
kavuşturmamız gerekiyor. Evrenin sonsuz olmadığını ispatlamak mümkün mü? Bu
soru aslında kritik bir meselenin kapısını açar: gözlemlerimizin teoriyle
çelişmesi meselesi. Bu çelişkilerin ne olduğunu bilen var mı?”
Bilen varmış gibi görünmüyordu.
“Evet, ilk çelişki İncil’dedir. Fizikle alakası olduğu
söylenemez ama böyle bir görüş varsa incelemekten de zarar gelmez. Eski Ahite
göre Tanrı evreni bir ışık patlamasıyla yarattı. Yahudi, Hıristiyan ve İslam
inancı hâlâ bu açıklamayı kabul etse de bilim bunu ciddi şekilde sorgulamıştır.
On dokuzuncu yüzyılda yapılan çok önemli bir keşif, hatta
bilim alanında yapılmış en büyük keşiflerden biri olduğunu söyleyebilirim,
sonsuz evren görüşü üzerine gölge düşürdü.” Sınıfı bir uçtan diğerine süzdü.
“Neden bahsettiğimi bilen var mı?”
Kimseden çıt çıkmadı.
Luis Rocha bir kalem aldı ve tahtaya bir denklem yazdı.
“Bunun ne olduğunu bilen var mı?”
“Bu termodinamiğin ikinci kuralı, değil mi?” diye sordu
gözlüklü ve dağınık saçlı genç bir çocuk, programdaki en parlak öğrencilerden
biriydi.
“Kesinlikle!” dedi Luis Rocha heyecanla. “Termodinamiğin
ikinci kuralı. Üçgen, değişkeni simgeler; S, entropi demektir; hepinizin
büyüktür işaretini ve sıfır rakamını bildiğinizi varsayıyorum. Bu denklem
entropideki değişken ne olursa olsun sıfırdan büyük olacağını gösterir.”
Kalemini tahtaya vurdu ve sonra aynı öğrenciye hitap etti. “Bu formülü bulan
kim?”
“Clausius. 1861’deydi yanılmıyorsam.”
“Rudolf Julius Emanuel Clausius,” dedi Profesör Rocha,
konuya ilgisi belirgin şekilde artmıştı. “Clausius enerji korunumu kanununu
daha önceden formüle etmiş ve evrendeki enerjinin sonsuz sabit olduğunu
söylemişti; yok edilemez ve yaratılamazdı ancak dönüştürülebilirdi. Daha sonra
entropi kavramının tüm enerji ve ısı türleri
için de geçerli olduğunu söyledi, onun da sonsuz sabit
olduğuna inanıyordu.
Eğer evren sonsuz ise enerji ve entropi de sonsuz olmalıydı.
Fakat ölçümlerine başladığı zaman büyük bir hayretle mekanik bir işlemde tüm
ısının aktarılmadığını ve bir kısmının kaçarak verimsizliğe neden olduğunu
gördü. Bunu kabul etmeye yanaşmayarak doğaya ve hatta insanlara baktı ve bu
olgunun her yerde bulunabileceği kararına vardı. Delili kabul etmek zorundaydı.
Entropi sabit değildi ve sürekli artıyordu.
Böylece termodinamiğin ikinci kanunu ortaya çıktı. Clausius
termal davranış vasıtasıyla bir kanunun varlığını ispatladı ama entropi kavramı
daha sonra tüm doğal olgulara tatbik edilmeye başlandı. Entropinin evrenin her
köşesinde var olduğu görülmüştü.” Öğrencilerine baktı. “Bu keşfin sonucu
nedir?”
“Her şey yaşlanır,” diye cevap verdi yıldız öğrenci.
“Doğru,” dedi Rocha. “Termodinamiğin ikinci kuralı üç şeyi
ispatlamıştır.
İlk olarak eğer nesneler yaşlanıyorlarsa bir noktada
ölmeleri de kaçınılmazdır. Bu entropi maksimuma eriştiğinde olur, yani evrenin
her köşesinde ısı aynı olduğunda. Diğeri ise zamanın yönüdür. Evren
belirlenimci ve tüm tarihi şimdiden mevcut olabilir ama evrim sürekli olarak
geçmişten geleceğe doğru gider. Üçüncüsü de eğer her şey yaşlanıyorsa her şeyin
genç olduğu bir zamanın da olması gerekir. Üstelik entropinin minimum olduğu
bir zamanın bulunması da kaçınılmazdır: doğum anı.”
Dramatik bir ara verdi. “Clausius evrenin doğduğunu
ispatlamıştır.”
“Profesör, on dokuzuncu yüzyılda bile evrenin sonlu olduğunu
bildiklerini mi söylüyorsunuz?” “Evet.
Termodinamiğin ikinci kanunu formüle edilip ispatlandığında
bilim adamları sonsuz evren fikri ve geri alınamaz fizikî sürecin varlığının
birbiriyle çeliştiğini gördüler.
Evren, termodinamik bir dengeye doğru evrim geçiriyordu, o
noktada her yer eşit sıcaklıkta olduğu için ne soğuk ne de sıcak bir yer
olmayacaktı ve bu da tam entropi ya da maksimum düzensizlik demekti. Diğer bir
deyişle evren tam bir düzen içinde başlayıp tam bir düzensizlik içinde sona
erecek demektir. Bu keşifle açığa çıkan başka şeyler de vardır.
Olber paradoksunu bilen var mı?” Ses çıkmadı. “Olber
paradoksu gökyüzündeki karanlıkla ilgilidir. Eğer evren sonsuz ise geceleri
karanlık olamazdı; gökyüzünün sonsuz sayıdaki yıldızından gelen ışıkla sürekli
aydınlık olması gerekirdi. Ama karanlık mevcuttur ve bu paradoks ancak evrenin
bir yaşı olduğu kabul edilerek çözülebilir. Bu şekilde bizler Dünya’nın sadece
evrenin doğuşundan beri kendisine ulaşacak zamanı olan ışıkları aldığını farz
edebiliriz. Geceleri gökyüzünün karanlık olmasının tek izahı budur.”
“Öyleyse gerçekten bir Alfa noktası var, öyle mi?” diye
sordu bir öğrenci.
“Öyle. Ama çekimle alakalı bir sorun hâlâ çözülemedi. Bilim
adamları evrenin sonsuz olmasının yanında statik de olduğunu düşünüyorlardı.
Newton fiziği tümüyle bu varsayım üzerine kuruludur. Fakat Newton bile kendi
yer çekimi kanununun kaçınılmaz sonucunun ne olacağını biliyordu, eğer madde
maddeyi çekiyorsa tüm evrenin tek bir devasa kütle halinde bir araya gelmesi
gerekirdi. Madde maddeyi çeker. Yine de durumun sadece bundan ibaret olmadığını
anlamak için başımızı kaldırıp gökyüzüne bakmamız bile yeter, değil mi? Madde
dağınık halde. Peki, bu olgu nasıl açıklanabilir?”
“Sonsuzluk kavramına dönen kişi Newton, değil miydi?”
“Evet. Newton evrenin sonsuz olmasının maddenin toplanmasını
önleyen şey olduğunu söyler. Ama asıl cevabı Hubble verdi. 1920’de Edwin
Hubble, Samanyolu’nun ötesinde de galaksiler olduğunu söyledi. Yaydıkları
ışığın spektrumunu ölçmeye kalktığında hepsinin bizden uzaklaşmakta olduklarını
fark etti. Dahası bir galaksi ne kadar uzaksa o kadar daha hızlı uzaklaşıyordu.
Böylece neden evrenin tek bir büyük kütle haline gelmediğini anladı:
evren sürekli olarak genişliyordu. Evrenin genişlediğinin
keşfi bir zamanlar her şeyin bitişik olduğu ve tüm yönlerde dışarı doğru uzaklaştıkları
anlamına gelmektedir. Bilim adamları bunun, dinamik evren kavramını da içeren,
genel izafiyet teorisine uyduğunu gördüler. 1920’lerde ise Georges Lemaître
adında bir rahip ve bilim adamı yeni bir fikirle ortaya çıktı.”
Luis Rocha tahtaya döndü ve iki kelime yazdı.
“Büyük Patlama, Lemaître evrenin muazzam büyüklükte bir ilk
patlamayla var olduğunu söylüyordu. Fikir sıradışıydı ve bir anda sonsuz ve
statik evren fikrinin neden olduğu tüm sorunları çözmüştü. Büyük Patlama termodinamiğin
ikinci kuralına da uyuyordu, Olber paradoksunu çözmüştü, Newton’un çekim
kanunuyla belirtilen evrenin mevcut yapısını açıklıyordu ve Einstein’ın
izafiyet teorisiyle de ters düşmüyordu. Evren büyük ve ani bir patlamayla var
olmuştu; gerçi patlamadan ziyade genişleme daha doğru bir terim olacaktır.”
“Profesör, patlamadan önce ne vardı?Sadece boşluk mu?”
“Öncesi yok. Evren, Büyük Patlama’yla başladı. Koca bir
boşluktan oluşan ve zamanla dolmaya başlayan bir uzaydan bahsetmiyoruz. Büyük
Patlama uzayın bile var olmadığını gösteriyor. Anlamıyor musunuz, uzay bu
patlamayla var oldu. İzafiyet teorisi de zaman ve mekânın bir madalyonun iki
yüzü olduğunu söylüyor, değil mi? Eğer durum buysa bunun mantıklı tek bir
sonucu olabilir:
Eğer uzay Büyük Patlamayla meydana geldiyse, zaman da öyle meydana gelmiştir. Zaman var
olmadığı için de ‘öncesi’ diye bir şey yoktur. Zaman mekânla, mekân da Büyük
Patlamayla başlamıştır. Bunun ilerisinde ne var diye sormak Kuzey Kutbu’nun kuzeyinde
ne var diye sormak gibi bir şeydir. Anlamsızdır. Tüm teorinin en karmaşık kısmı
o ilk ânla alakalıdır. Evrenin tek bir sonsuz şekilde küçük enerji noktası
haline gelecek kadar sıkıştırıldığı ve ani bir patlamanın mekân, zaman ve fizik
kanunlarını yarattığı düşünülmektedir.”
“Peki, patlamaya neden olan nedir?” diye sordu yıldız
öğrenci.
Luis Rocha “Burası sıradan mekanizmaların geçerli olmadığı
bir alandır,” diye cevap verdi.
“Geçerli olmamakla neyi kastediyorsunuz? Bir nedeni
olmadığını mı söylemeye çalışıyorsunuz, Profesör?”” diye üsteledi öğrenci.
“Özünde. Bakın garip geldiğini biliyorum ama nasıl fikir
yürüttüğüme dikkat edin. Olan her şeyin bir nedeni vardır ve buna bağlı olarak
da her şeyin sonucu bir diğerinin nedenidir, değil mi?” Birkaçı kafasını
salladı; bu fizikteki genel bir bilgiydi. “Pekâlâ, sebep-sonuç ilişkisi bir
kronoloji gerektirir, değil mi? Önce sebep, ardından da sonuç. Eğer o sonsuz
derecede küçük enerji noktasında zaman mevcut değilse nasıl bir olay diğerinin
nedeni olabilir? Önce ya da sonra yok ki. Birbirinden önce ya da sonra olmadığından
ne sebep ne de sonuç mevcuttur.”
“Profesör, siz de bu açıklamanın yeterince tatmin edici
olmadığını görmüyor musunuz?” diye sordu aynı yıldız öğrenci.
“Ne katılıyorum ne de karşı çıkıyorum. Sadece bugün sahip
olduğumuz bilgiyle Büyük Patlama’yı açıklamaya çalışıyorum. İşin aslı baştaki
eşsizlik meselesi haricinde bu teorinin evrenin sonsuz olduğu varsayımının
sahip olduğu tüm sorunları çözmesidir. Ortaya çıkan en ilginç teorilerden
birisi de kalıcı evren teorisiydi ve düşük entropi
maddesinin sürekli olarak yaratılmakta olduğu fikrine
dayalıydı.
Tüm madde ilk Büyük Patlamayla ortaya çıktıktan sonra da
zaman içinde diğer küçük patlamalarla ortaya çıkmaya devam etmekte ve maksimum
entropiye ulaştığı için ölen maddelerin neden olduğu açık bu şekilde
kapatılmaktadır. Eğer durum buysa, evren sonsuz olabilirdi. Bilim bu seçeneği
ciddi olarak ele aldı ve uzunca bir süre kalıcı evren teorisi Büyük Patlama’nın
alternatifi olarak görüldü.”
“Peki, ne değişti?”
“Büyük Patlama’daki bir tahmin. Bilim adamları eğer bu ilk
Büyük Patlama olduysa o zaman bu ilk patlamanın bir yankısı olması gerektiğini
düşündüler. Bu 1948 yılında öne sürüldü ve ısısının da yaklaşık 5 Kelvin ya da
mutlak sıfırın beş derece fazlası olması gerektiği düşünüldü. Ancak ne kadar aradılarsa
da bir şey bulamadılar.
Sonunda 1965’te iki Amerikalı bilim adamı New Jersey’deki
büyük haberleşme antenlerini kullanarak bir deney yaptı ve buhar düdüğüne
benzeyen rahatsız edici bir arka plan sesi tespit etti. Sanki her taraftan
geliyormuş gibi duyulan korkunç bir sesti bu. Anteni farklı yönlere,
yıldızlara, galaksilere, boşluğa, uzak nebulalara çevirdiler ama gürültü devam
etti. Bu sesten kurtulmak için bir yıl uğraştılar. Kabloları kontrol ettiler,
hasar var mı diye baktılar, ellerinden gelen her şeyi yaptıkları halde bu
rahatsız edici sorunun kaynağını bir türlü bulamadılar. Yapacak başka bir
şeyleri kalmayınca Princeton’dan bir bilim
adamıyla temasa geçtiler. Olanları anlatıp bir açıklama istediler. Tek bir
cevap geldi. Bu, Büyük Patlamanın yankısıydı.”
“Yankıyla neyi kastediyorsunuz?” diye sordu parlak öğrenci.
“Bildiğim kadarıyla uzayda ses yoktur.”
“Lafın gelişi tabii ki. Tespit ettikleri şey bize ulaşan en
eski ışıktı, zamanın mikrodalgaya dönüştürdüğü ışık. Buna kozmik mikrodalga
arka plan radyasyonu denir ve yapılan ısı ölçümleri sonucu 3 Kelvin olduğu
tespit edilmiştir. 1948’de yapılan tahmine çok yakın.” Rocha durdu. ‘Yayın
olmayan bir TV kanalını açtığınız oldu mu hiç? Ne
gördünüz?”
“Parazit.”
“Gürültü. Ekranda dans eden küçük noktalar görür ve rahatsız
edici bir cırrrrrr sesi duyarız, değil mi? Bunun yüzde biri söz konusu yankıdan
kaynaklanır.” Gülümsedi. “O yüzden TV izlerken doğru düzgün bir program yoksa
boş bir kanalı açıp evrenin doğuşunu izleyebilirsiniz. İşte size Reality Show”
“Peki, ilk patlama matematiksel olarak ispatlanabilir mi,
Profesör?”
“Evet. Penrose ve Hawking, evrenin yaratıldığı aşırı şartlar
altında yerçekiminin çekim gücüne sahip olması şartıyla, Büyük Patlamanın
kaçınılmaz olduğunu gösteren bir dizi teori geliştirdiler.” Rocha tahtayı
işaret etti. “O teorilere ileriki derslerde bakacağız.”
“Profesör; Büyük Patlama’dan sonra ne olduğunu açıklar
mısınız? Yıldızlar o zaman mı ortaya çıktı?”
“Her şey on ile yirmi milyar yıl önce gerçekleşti. Enerji
bir noktada yoğunlaştı ve akıl almaz bir patlamayla genişledi.”
Tahtaya döndü ve Einstein’ın ünlü denklemini yazdı.
“Bu denkleme göre enerji kütleye eşittir, dolayısıyla enerji
dönüşürken madde ortaya çıktı. Mekân ilk anda oluşup genişlemeye başladı. Mekân
da zamanla ilişkili olduğu için mekânın ortaya çıkışı zamanın da ortaya çıkması
demektir, ki o da derhâl genişlemeye başlamıştır. O anda süper bir güç doğmuş
ve tüm kanunlar oluşmuştur.
Isı inanılmaz derecede yüksekti, on milyonlarca derece. Bu
süper güç farklı güçlere ayrılmaya başladı.
İlk nükleer reaksiyonlar başlayarak hidrojen ve helyum gibi
daha hafif elementleri ve lityum izlerini oluşturdu. Üç dakika içerisinde şu
anda mevcut ya da şimdiye kadar mevcut olmuş olan tüm madde ortaya çıktı.”
“Vücudumuzu oluşturan atomların geçmişi o tarihe mi
dayanıyor?”
“Evet. Maddenin neredeyse tümü Büyük Patlama sırasındaki
enerjiden oluştu. Bu da vücudumuzdaki tüm atomların pek çok yıldızdan geçtiğini
ve bizden önceki farklı organizmaların parçası olduğunu gösterir. O kadar çok
atomdan oluşuyoruz ki, her birimizde bizden çok önceleri yaşamış en azından bir
milyon başka canlıya ait atom olduğu düşünülüyor. İlk patlamadan sonra, evren otomatikman
kendisini yapılar şeklinde düzenlemeye başladı, ilk anda yaratılan kanunlara
bağlı olarak. Zaman içerisinde ısı kritik bir noktaya kadar düştü ve süper güç,
dört farklı güce ayrıldı. Önce çekim kuvveti geldi, bunu baskın kuvvet izledi,
sonra elektromanyetizma ve son olarak da zayıf kuvvet. Çekim kuvveti maddeyi
yerel gruplara ayırdı.
İlk yıldızlar iki yüz milyon yıl sonra parlamaya başladı.
Gezegen sistemleri, galaksiler ve galaksi grupları doğdu. Gezegenler başta
küçüktü, yıldızların etrafında dönen, kendileri de küçük yıldızları andıran,
parlak cisimlerdi. Bu cisimler tıpkı Dünya’da da olduğu gibi gittikçe soğuyup
katılaştılar. Ve işte şimdi de bu noktaya geldik.”
“Profesör, gezegenlerin sonradan katılaşan küçük yıldızlar
gibi olduğunu söylediniz. Buna göre günün birinde Güneş de mi katılaşacak?”
Sorunun cevabı, evet. Güneş ölecek. Önce Dünya, daha sonra
Güneş ölecek, sonra galaksi ve en sonunda da evren ölecek. Termodinamiğin
ikinci kanununun kaçınılmaz sonucudur bu: Evren tam entropiye doğru gidiyor.
Tahtaya döndü ve bir şeyler yazdı.
“Önce Büyük Donma denen şey olacak. Bu termodinamiğin ikinci
kanununun ve evrenin genişlemeye devam etmesinin kaçınılmaz sonucudur. Entropi
arttıkça ışık yavaş yavaş kaybolmaya başlar ve bu durum ısı her yerde eşit olup
evreni donmuş bir galaksi mezarlığına çevirene kadar devam eder.”
“Bu yarın olmayacak, değil mi?” diye şaka yaptı
öğrencilerden birisi.
“Hayır. Hesaplara göre en yakın yüz milyar yıl sonra. Rakam
çok büyük olduğu için bir şey ifade etmediğini biliyorum. İsterseniz biraz daha
açıklık getireyim. Evrenin yüz yirmi yaşına geldiğinde ölecek bir adam olduğunu
düşünün. Bu durumda güneş o on yaşındayken ortaya çıkmış olur ve şu anda da on
beş yaşındadır, daha yüz beş yıllık ömrü kalmıştır Fena sayılmaz, sizce de öyle
değil mi?”
Öğrenciler de aynı fikirdeydiler ve Luis Rocha bir kez daha
tahtaya döndü. “Evet, şimdi de Omega noktasının ikinci ihtimaline bakalım.”
“İkinci ihtimal Büyük Çöküş’tür,” dedi kalabalığa.
“Genişleme gittikçe yavaşlar ve durma noktasına gelir ve evren kendi içine
çökmeye başlar. Çekim kuvveti nedeniyle uzay, zaman ve madde tekrar sonsuz bir
enerji noktası olacak şekilde birbirlerine yaklaşmaya başlar. Büyük Çöküş’ün
Büyük Patlamanın tersi olduğunu söyleyebilirsiniz.”
“Şişen ve sönen bir balon gibi mi?”
“Aynen ama buradaki sönmenin nedeni çekim kuvvetidir.” Luis
Rocha elini cebine atıp bir metal para çıkardı. “Tıpkı bu para gibi.”
Parayı havaya attı. Para bir iki metre yükselip tekrar eline
düştü.
“Gördünüz mü? Para yukarı çıktı, durdu ve tekrar başladığı
yere geldi. Başta çekim kuvvetini yendi ama sonra ona mağlup oldu.”
Diğer bir öğrenci elini kaldırdı ve Profesör Rocha başıyla
ona konuşmasını işaret etti.“Profesör, bu ihtimallerden hangisi daha
muhtemeldir?”
“Astronomik gözlemleri düşünün. İlk olarak Büyük Çöküş
evrende bizim görebildiğimizden daha fazla maddeye ihtiyaç duyar; evrende çekim
gücü nedeniyle büzülmesine neden olacak miktarda madde yoktur Bu sorunu
çözebilmek için kara maddenin var olduğu ve doğal maddeyle etkileşimi çok az
olduğundan gözle görülmediği
iddia edilmiştir. Bu da evrenin en az yüzde doksanını ihtiva
eder ve karmaşık bir meseledir.
İkinci olarak evrenin genişlemesiyle ilgili yakın zamanda
yapılan gözlemlerin ortaya çıkardığı gerçekleri göz ardı etmeyelim. 1998’de
galaksilerin birbirlerinden uzaklaşma hızlarının arttığı tespit edildi. Tekrar
söylüyorum, artıyor. Bunun nedeni de muhtemelen karanlık enerji adındaki yeni
bir kuvvettir.
Einstein onun varlığını tahmin etmiştir ve bu enerji çekim
kuvvetiyle savaşabilecek güçtedir. Oysaki Büyük Çöküş genişlemenin yavaşlayıp
durma noktasına gelmesi ve büzülmenin başlamasını gerektirmektedir. Eğer
genişleme hızı artıyorsa bunun tek bir nedeni olabilir. Bu nedenin ne olduğunu
bilen var mı?”
Yıldız öğrenci elini kaldırdı. “Evren, Büyük Donmaya doğru
gidiyor”
Luis Rocha gülümsedi. “Bingo.”
Kaynak: Tanrı’nın Formülü; José Rodrlgues dos Santos sf:275-291 bölüm:25
Matematiksel