AKP’nin kurucularından Fatma Bostan Ünsal, iktidarın bugünkü politikalarını eleştirerek, "28 Şubat döneminde iyi kötü savunmamızı yap...
AKP’nin kurucularından Fatma Bostan Ünsal, iktidarın bugünkü
politikalarını eleştirerek, "28 Şubat döneminde iyi kötü savunmamızı
yapabiliyorduk, bugün o da yapılamıyor. OHAL mağdurları için bir ay içinde
komisyon kurulacaktı, iki aydan fazla süre geçti kurulmadı" dedi. Ünsal,
“28 Şubat darbesinde baskıya uğrayanlar olarak, o dönemde yaşadığımız zulmün,
bugün benzerlerimiz tarafından daha şiddetli bir şekilde tüm topluma uygulanması,
getirilmek istenen sistemle yapılabilecekler açısından ibret vericidir"
ifadesini kullandı.
"AK Parti içinde güç yoğunlaşmasına karşı olanlar
var" diyen Ünsal, "Yani bir kesim sistemle oynamayalım,
değiştirmeyelim görüşünde, bir kesim de 'tamam, değişsin başkanlık gelsin ama
Erdoğan’dan sonrası ne olacak' diyor. Hakikaten evet diyenler için en önemli
sebep cumhurbaşkanının Erdoğan olması. Buna evet deyip ama 'hepimiz ölümlüyüz,
Erdoğan’a bir şey olursa ne olacak' korkusu nedeniyle de evet demeyecek bir
kesim var" diye konuştu.
Evrensel gazetesinden Serpil İlgün'ün sorularını yanıtlayan
(3 Nisan 2017) Ünsal'ın açıklamaları şöyle:
Referandumda neden hayır diyeceğinizle başlayalım. Hak ve
Adalet Platformu olarak yeni anayasaya temel itiraz noktalarınız neler?
Bir kere anayasa dediğimiz şey bir toplum sözleşmesi. Bu
nedenle mümkün olduğu kadar her kesimin sürece dahil edilerek demokratik
ortamda tartışılması gerekiyor. Bu toplumsal sözleşme uygun zeminde mi
tartışıldı? Tartışılmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. “OHAL sırasında anayasa
değişikliği yapılır mı, yapılmaz mı” tartışmalı bir konu olmakla birlikte,
dünyadaki çeşitli deneyimler bize OHAL sırasında anayasa değişikliğinin
yapılamayacağını, hatta seçimlerin de yapılamayacağı söylüyor. Bunun da sebebi
özgür bir şekilde tartışmanın yapılamaması. 200 civarında medya organının
kapatıldığını, yine 200’e yakın medya mensubunun tutuklu ve 6 bin civarında
derneğin kapalı olduğunu, dolayısıyla, herkesin açık, özgür tartışma
yapabilmesi şartının yerine gelmediğini görüyoruz.
Yine değişikliğin konuşulduğu parlamentoda da açık, özgür
tartışma yapılmadığını görüyoruz. Bir diğer husus, TBMM’nin bütüncül bir
karakteri var, bakıyoruz anayasa değişikliği tartışmaları sırasında Meclisin
üçüncü büyük partisinin eş başkanları ve milletvekilleri hapiste. Özetle,
anayasanın herkesin katılacağı özgür, adil tartışmaların yapıldığı bir ortamda
hazırlanmadığını görüyoruz.
İçeriğine gelirsek...
Dünya tarihi de gösteriyor ki, demokrasi mücadelesinde bütün
hikaye aslında güçlünün (hanedanın/aristokrasinin/iktidarın) mümkün olduğunca
gücünü azaltmaya yönelik. Aristokrat değil, parlamento hukuk üretsin,
yöneticiler de bu hukuka bağlı olsun… Buradan baktığımız zaman önerilen anayasa
ile Türkiye ters istikamete gitmiş oluyor. Çünkü bu anayasa önerisi güçlüyü
daha da güçlü kılıyor. Son dönemde sık sık karşılaştırmalar yapılan
Amerika’daki başkanlık sisteminde başkan yardımcısı belli, kendisiyle beraber
seçiliyor, başkan istediğini seçemiyor ama Türkiye’ye baktığımızda kaç başkan yardımcısı
seçileceği, bunların azli vs. tümüyle bir tek kişiye bağlı. Dolayısıyla anayasa
önerisi güçlünün gücünü azaltma yönündeki tarihi akışa da ters bir akış oluyor
bana göre.
Erdoğan sizce neden ters yönde gitmeyi tercih etti?
Bu herkesin, bütün ölümlülerin isteyebileceği bir şey, ben
de dahil.
Güç sahibi olmak mı?
Evet, gücü artırmak herkesin doğal eğilimi olur diye
düşünüyorum. Mühim olan bunun önüne geçmek için herkesin aynı duyarlılıkla
hareket etmesi ve bunu bir mekanizmaya kavuşturabilmek. Anayasalar toplumsal
sözleşmeler, ama bir toplum olabilmeniz için karşınıza güvenmeniz lazım.
Toplumdaki her grubun bu güveni hissetmesi gerekiyor. Size adaletsizlik
yapılmayacağına dair bir güveninizin olması lazım ki diğer insanlarla birlikte
olabilin. İnsan hakları, adalet dediğimiz şey buradan çıkıyor. İstediğiniz
zaman birilerini hapis edilebiliyorsanız, istediğiniz zaman birilerinin bütün
mallarına el konuyorsa buradan toplum olmaz. Bunlar garanti altına alınınca
toplum olunabilir.
Burada devreye yargı giriyor ancak yargıya da tek kişi hakim
oluyor…
Evet. Güven duygusu bakımından yargı çok önemli.
Güvenebileceğimiz bir yargı olması gerekiyor ki, toplum olarak yaşamayı
sürdürebilelim. Hazırlanan anayasa önerisinde üst yargının, yani Anayasa
Mahkemesi (AYM) ve HSYK üyelerinin çoğunun bir tek kişi tarafından atanıyor
olması, diğer üyelerini de Meclisteki çoğunluğun belirlemesi önemli bir mesele.
Yargının bu kadar güçlü ve bağımsız olmamasını biz başörtüsü yasakları
döneminde deneyimlemiştik. AYM’nin başörtüsü ile ilgili düzenlemelerindeki
tutumunu unutmadık. O dönem konjonktür, hakim güç öyleydi, öyle davrandı ama
artık buradan çıkması lazım Türkiye’nin. Bunun için yargının bağımsız ve özgür
olması gerekiyor. Burada bakacağımız nokta AYM, özgürlükleri açan bir noktada
mı, değil mi? AYM’nin OHAL uygulamalarıyla ilgili tutumundan görüyoruz ki
yargı, hakim gücün etkisinde davranıyor. Dediğim gibi tek bir kişinin yargı,
yasama üzerinde etkili olması, çok aşırı güçlenmiş olması tarihin akışına ters
ama başka türlü mekanizmalarla başka çözüm yolu bulunacağını düşünüyorum.
Türkiye toplumu bu yolu bulur.
"OHAL uygulamaları 'Evet'i olumsuz etkiliyor"
Kamuoyu araştırmacılarına göre, İktidar kentli nüfusu ikna
etmekte zorlanıyor. Sayılan gruplar arasında kentli kadınlar da var. Bugüne
kadar kadınlardan aldığı desteğin hep üst sıralarda olmasıyla övünürken bugün
ikna etmede zorlanmasını nasıl okursunuz?
OHAL nedeniyle binlerce tutuklu, yüz binlerce işten atılma
var. Görüştüğümüz kadınların uygulamalar karşısında eşlerinden farklı tavır
geliştirdiklerini görüyoruz. Kadınlar kendisinin, eşinin, çocuğunun ya da
yakınının bir iftira ile bütün hayatının bitebileceğinin farkında ve güvencesiz
hissediyor kendini. Bir diğer faktör ekonomi. Yoksulluğu da en çok kadın
hisseder.
OHAL uygulamaları genel olarak referandumda evet’i olumsuz
etkiliyor. Çünkü nihayetinde referandumda bunların da oylanması söz konusu.
Biz 28 Şubat döneminde Türkiye’deki başörtülü kadınların
eğitim, çalışma ve siyasetten dışlanmalarını yabancılarla konuştuğumuzda “bu
nasıl oluyor, anlamıyoruz” diyorlardı, aynı şekilde bugün de “bu nasıl oluyor,
anlamıyoruz’ deniyor. O dönem iyi kötü savunmamızı yapabiliyorduk, bugün o da
yapılamıyor. OHAL mağdurları için bir ay içinde komisyon kurulacaktı, iki aydan
fazla süre geçti kurulmadı.
Hiçbir şekilde niçin atıldığını bilmeyen insanlar var.
İhraç edilen akademisyenlerden biri olarak siz
öğrenebildiniz mi?
Evet. Bana “FETÖ üyelik/itisak” dendi. Böyle bir şey yok,
çalışma arkadaşlarıma soruldu, onlar da herhangi bir bağlantısı yok dediler.
Bank Asya’da bin liralık bir hesap ve kredi kartım var. Tüm delil bu!
MAK araştırma şirketi, Erdoğan’ın dediğini yapmayacağını
söyleyen AKP seçmeni ölçtüklerini, bunun ilk kez yaşandığını açıkladı. Bu bulgu
bize ne söylüyor?
Evet, AK Parti içinde güç yoğunlaşmasına karşı olanlar var.
Yani bir kesim sistemle oynamayalım, değiştirmeyelim görüşünde, bir kesim de
“tamam, değişsin başkanlık gelsin ama Erdoğan’dan sonrası ne olacak” diyor.
Hakikaten evet diyenler için en önemli sebep cumhurbaşkanının Erdoğan olması.
Buna evet değip ama “hepimiz ölümlüyüz, Erdoğan’a bir şey olursa ne olacak”
korkusu nedeniyle de evet demeyecek bir kesim var. Yani Erdoğan taraftarı ama
yeni anayasaya bu endişelerle karşı çıkan bir kesim var. Bu yüzden zaten biz de
sistem değişikliğinin kişilere bağlı olmaması gerektiğini söylüyoruz. Terzilik
yapmıyoruz, sistem değişikliği yapıyoruz. Kim gelirse gelsin adil, dengeli
işleyecek bir sistem üzerinde durmak anlamlı.
Referandumda hayır çıkmasının AKP üzerindeki etkilerine dair
çeşitli projeksiyonlar yapılıyor. AKP içinde bastırılan iç tartışmaların su
yüzüne çıkacağı, FETÖ’cü siyasetçilerin ayıklanacağı, referandum sonrası
yeniden yapılanmaya gidileceği yorumlarına katılır mısınız?
Ne olur’u çok net söyleyemeyiz. AK Parti’de şu andaki
sistemi sürdürülebilir bulmayan bir kesim de var. Bunlar AK Parti içinde var
ama bunu evet’çilerle tartışıyor değiller, zaten aynı fikirde oldukları
insanlarla bunu görüşüyorlar. Hayır sonucu parti içi dengeleri değiştirebilir
ama şu anda açık bir tartışma olmadığı için, net bir şey söylemek zor.
Ama medya alanında yaşananlar bunun ipuçlarını vermiş oldu,
ne dersiniz? Zira iktidara yakın gazeteciler, yazarlar arasında birbirlerine
daha önce görülmemiş biçimde sert sözler sarf edildi, karşılıklı suçlamalar,
ağır hakaretler, hatta tehditler savruldu, Erdoğan’a şikayetler edildi. Dozu
düşse de tartışma hala devam ediyor…
Evet ama işte yine de açık tartışılmıyor, aslında bu
tartışmalardan milletin de faydalanabilmesi için daha açık yapılmasında fayda
var ama maalesef olmuyor. Çok çok kapalı mesajlar alıyor millet.
"28 Şubat'tan daha şiddetli bir zulüm uygulanıyor"
Kendisi de KHK ile ihraç edilen, Hak ve Adalet Platformu
kurucularından Prof. Cihangir İslam’ın tabiriyle “Türkiye’nin post modern bir
toplama kampına döndürülmesine” dindarlardan neden güçlü bir itiraz gelmiyor?
Aslında bunu beklemek çok doğru değil. Çünkü sorunlara hak
konsepti üzerinden bakmıyoruz. Bugün herkes OHAL’den, yüzbinlerce insanın
işinden olmasından, tutuklanmasından rahatsız olduğundan bahsediyor ama “Bu
nasıl oluyor”u toplumun düşünmesi lazım. Konjonktürlerin, sıkışmışlıkların
ötesinde bir tavır alış gerekiyor.
Hak ve Adalet Platformu’nun hayır gerekçesini açıkladığı
bildiride, “28 Şubat darbesinde baskıya uğrayanlar olarak, o dönemde
yaşadığımız zulmün, bugün benzerlerimiz tarafından daha şiddetli bir şekilde
tüm topluma uygulanması, getirilmek istenen sistemle yapılabilecekler açısından
ibret vericidir. Bu nedenle, 28 Şubat zulmünün hedef aldığı kesimlerden olan
bizler bugünün zalimi olmaya karşı çıkıyoruz!’ deniyor. Soru şu; dünün
mazlumları/mağdurları bugünün zalimi haline nasıl geldi?
Çünkü ilkeler üzerinden hesaplaşılmadı. Tarafgirlik mantığı
ile hareket edildi. 28 Subat’ta biz neye itiraz ediyorduk, insanların
fişlenmesine. Bugün de işte soruşturmalardan görüyoruz, hangi tarihte nerede
okunmuş, nerede çalışılmış, nerede kalınmış... Bu fişleme işte! Aynı. 15
Temmuz’da Bank Asya’da hesabı olmayı suç olarak görüyorsun. Oysa hiç de yasak
değildi. Veya Aktif Eğitim Sen’e üyelik 15 Temmuz’dan sonra “suç” haline gelmiş
oluyor. Sendika üyeliği için bizzat Maliye Bakanlığı senin memurundan aidat
kesiyordu.
Bir de şu problem var, eğer bir husus problemliyse herkesi
etkilemeli, ama öyle değil, bazılarını etkiliyor, bazılarını etkilemiyor. Ve
çoğu zaman da yüksek kademedekiler bundan muaf tutuldu. Bugün yaşananlar kimi
yönleriyle daha kötü. O dönem “ceza” şahsınızla sınırlıydı, şimdi eşiniz de
mağdur oluyor. Ama yaşanan sorunlara “bu sorun laikleri etkiledi”, “bu sorun
dindar camiayı etkiledi” diye değil, yanlışlıklar bunlardı yanlıştı, şimdi de
yanlış diye bakmalıyız. Kimi etkilediği önemli değil, yanlışa izin verilmemeli
üzerinden yaklaştığımızda mesafe alacağımızı düşünüyorum.
"Sorgulanamaz bir emir mümkün değildir"
Cumhurbaşkanına yakın isimlerden Yeni Şafak yazarı Hayrettin
Karaman, 31 Mart tarihli “itaat” başlıklı yazısında Kuran-ı Kerim’den ayetler
aktardıktan sonra Erdoğan’a itaat çağrısı yaptı: İslam dini gerek kamu
hayatında gerekse özel hayatta bazı sıfat ve özellikleri taşıyan kimselere
itaat edilmesini, onların buyruklarının yerine getirilmesini ve söylediklerine
uyulmasını istemiştir. Başkan, aile reisi, kumandan, ana-baba, bilmeyenlere
göre bilenler (âlimler) bunlardandır…” diyen Karaman’ın ayet yorumlayarak
Erdoğan’a itaat etme çağrısına yorumunuz ne?
Allah’a ve peygamberine itaat ile ülü’l-emr itaat farklı.
Peygamber orada tamam bir toplumun lideriydi ama bir yandan da vahiy alıyordu,
bu ikili karakteri nedeniyle hatta sahabe şöyle bir pratiği geliştirmişti,
“Bunu sen mi söylüyorsun yoksa Allah’tan aldığın vahiy mi?” Beşer olarak
söyledikleri hususlarda itirazlarını dile getirirlerdi. Artık ilahi vahiy
kesildiği için kimse mutlak bilgiye sahip olamadığı için -ki genel olarak
Müslümanlar bunda hemfikirler- sorgulanamaz bir emir mümkün değildir.
Bir de ülü’l-emrin kararının oluşmasında etkim olduysa yani
istişareye katılmış ve bir karara öyle varılmış ise o zaman bu karara saygı
duymak gerekir. Ayrıca “ülü’l-emre itaat” biz başörtülülere olumsuz
çağrışımlara sebep olan bir ifadedir. Başörtüsü yasağına uymamamız gerektiği
tam da bu ifadelerle bize sürekli hatırlatılır, dini argümanlar bu şekilde
istismar edilirdi.
‘Erdoğan neden gücü tek elde toplamak istiyor’ sorusuna bazı
yorumcular şu yanıtı veriyor: ‘Yeni anayasa ile birlikte toplum dini kurallara
göre tanzim edilecek, otoriter, muhafazakar bir cumhuriyet kurulacak!’ AKP
cephesinden gelen ‘16 Nisan’da cumhuriyet parantezi kapatılacak’ gibi
açıklamaların dayanak yapıldığı bu gibi görüşlerin karşılığı nedir?
Ben hep görünen şeyler üzerinden konuşmayı tercih ediyorum.
“AK Parti iktidara geliyor, cumhuriyet parantezini kapatacak ve dini bir toplum
kuracak…” Bu tip yaklaşımlar Türkiye’deki fay hatlarını pekiştiriyor. Bu aynı
zamanda, güçsüzün işine de yaramayacak bir diskur. Yapacağımız şey güçsüzleri
güçlendirecek, güçlünün de gücünü azaltacak bir mekanizma kurmak.
Türkiye askeri vesayet dönemlerini nasıl aştıysa, bugün de
aşılacak. Zaten tartışmalar hemen hemen aynı. O dönemde de Kardak’a çıktılar,
Yunanistan’la savaş eşiğine gelindi; bugün de Kardak’a çıkılıyor. Çünkü
Türkiye’de maalesef milliyetçilik, dini söylemler hazır destek kıtalarıdır,
hemen başvurulur. Bu hazır kıta araçlar kısa dönemde ‘evet’e de, ‘hayır’a da
destek getiriyor ama Türkiye kaybediyor. Buradan çıkmak için dilin daha
kapsayıcı, özgürlükçü olması önemli. Mesele böyle görülmediği zaman endişeler,
korkular kemikleşiyor. Bir kesim de hâlâ “Birileri gelecek başörtüsü
özgürlüğümüzü elimizden alacak” diye düşünüyor.
Ama bu kaygılar hep diri diri tutuluyor. Cumhurbaşkanı
neredeyse her konuşmasında ‘başörtünüzle öğretmen doktor oldunuz ama biz
olmazsak bunu kaybedersiniz’ mesajı veriyor...
Bunu muhalefet de yapıyor. Dini, milliyetçi simgelerin
politik malzeme haline gelmesi kutuplaşmayı derinleştiriyor çünkü sekülerlerin
de, muhafazakarların da birbiriyle ilgili oluşturulmuş yargılarını canlı
tutuyor… Ama eski etkisini yitirdiği de görülüyor. Mesela İzmir’deki referandum
çalışmasında “Hayırcı kadınlar evetçi kadınlara saldırdı, başörtüsünü çekip
çıkardılar” haberi çok tutmadı. Bunda Kabataş senaryosunun da payı vardır ama
bu bunun artık elverişli bir konu olmaktan çıkmaya başladığını da gösteriyor.
Ancak bu tür silahların elinden almanın esas yolu diğer tarafa “Kardeşim
dokunmayacağım başörtüne” garantisini vermektir. “Bunlar giderse biz başörtülü
olduğumuz için işimizden oluruz” endişesini ortadan kaldırmak. Yani hak
temelinden hareket etmek...
Güçlünün gücünü azaltmak bunun için de önemli. Hz. Ebubekir
şunu der; “Benim indimde en güçlü olan, haksız durumda olup hakkını elde edene
kadar en zayıfınız olan kişidir!” Müslüman dünyası olarak ilk dönemin bu tür
güzel örneklerini yaygınlaştıramamışız maalesef.
Bugün de güçsüzün hakkını savunması neredeyse mümkün değil.
Savunma hakkı bile tanınmıyor. Ve bu kendini muhafazakar-dindar-demokrat olarak
tanımlayan bir hükümet döneminde oluyor...
Evet, her düzende her zaman yanlışlar, adaletsizlikler
olabilir ama bunu telafi edici mekanizmaları olur. Ama Türkiye’de
mağduriyetlerin katmerleşmesi söz konusu oluyor. Müslümanların tarihi güçsüzü
güçlendirme, ortak aklı bulma hususunda çok olumlu olmasa da, bazen de hatta
güçsüzün sesini bastırmak üzere din kullanılmış olsa da yaşadığımız çok farklı
tecrübeler var, bu tecrübelerden birini alıp dini olumsuzlamak da haksızlık bir
taraftan. Çünkü din aşkın bir şey.
Toplum bu kötü tecrübeleri de aşmanın bir yolunu bulacaktır.
Kendi gibi düşünmeyeni de kabul eden, meşru gören bir duruma gelmesi gerekir
Türkiye’nin. O yüzden de dil, kullanılan diskur önemlidir diye söylüyoruz.
Referandum Türkiye’nin buraya gelmesinde de bir hayıra yol açmış olabilir!