“Başta söylediğimi bir de sonda söyleyerek bağlayacağım.
İyi komşu diye bir şey yoktur. Eğer adalet yoksa, iyisini bir kenara bırakın,
komşu dahi yoktur. Vardıysa bile, çoktan yandı bitti, kül oldu”
YANDI, BİTTİ, KÜL OLDU
Komşunuz çok mu iyi? Çok mu yardımsever, çok mu anlayışlı?
Ne zaman desteğe ihtiyaç duysanız iki eli kanda bile olsa yardımınıza mı koşar?
Gürültünüzü, nazınızı niyazınızı çeker, peygamber sabrıyla ve anlayışla mı
karşılar? Ne mutlu size… Ama bir dakika, iyi düşünün. Bu iyiliği, aranızdaki
pürüzsüz iyi komşuluk ilişkisini, bu büyük armağanı, onun sürekli boğuşmak
zorunda kaldığı, sizinse pek fark etmediğiniz, hatta muhtemelen parçası
sayılabileceğiniz bir sorunlar yumağına borçlu olmayasınız? Komşunuz neden bu
kadar iyi? İyi olmaktan, iyi, çok iyi bir komşu olmaktan başka çare
bulamadığından olabilir mi acaba?
İyi komşuluk diye bir şey var mı gerçekten? Hele İstanbul’da
ya da memleketimizin giderek çirkinleşmekte birbiriyle yarışan bilumum
şehrinde, konserve kutusundaki sarmalar misali tıkıldığımız beton bloklardaki
kâğıttan ince duvarlı dairelerde? Evliya değilseniz eğer, komşunun sesi
(öksürük, kahkaha, birtakım şehvet inlemeleri), akan banyosu, okul çağındaki
oğlunun bitmeyen blok flüt çalışması, sigara ya da yemek kokusu, ağzını
bağlamadan kapı önüne bıraktığı çöpü, geç ödediği apartman aidatı, bir ters
sözü, bir kem bakışı gibi saymakla bitmeyecek ve potansiyel olarak her gün
tekrarlanabilen bin bir sinir bozucu etken varken, mümkün mü iyi komşu olmak? Hele
siz tam kendinizi müziğe kaptırmışken yan duvardan gelen “küt küt küt!”
(halbuki sesi o kadar da açmamıştınız) ve de evinize gireni çıkanı kontrol eden
‘muhtarist’ yaklaşımlar varken, mümkün mü iyi komşuluk?
Modern zamanları geçelim, bu yazının iddiası o ki, tarih
boyunca hiçbir dönemde iyi komşuluk mümkün değildi. Olsaydı eğer, o anlı şanlı
On Emir’in ikisi, adlı adınca söylersek 9. ve 10. Emirler, komşulukla ilgili
olur muydu? Oran: Yüzde yirmi. Eğer iyi komşular olabilecek olsaydık, Tanrı
onca değerli olan kelamını komşuluk üzerine öğüt vermekle harcar mıydı? Bir
bakın hele: (1) Başka ilahların ve (2) putların olmayacak (ikisinin de âlâsı
var insan dediğin çiğ süt emmişte), (3) Rabbin ismini boş yere ağzına
almayacaksın (her dakika alıyoruz) (4) Sebt günü hiçbir iş yapmayacaksın
(yapıyoruz) (5) Babana ve anana hürmet edeceksin (tövbe tövbe!) (6)
Öldürmeyeceksin (öldürüyoruz) (7) Zina yapmayacaksın (Asla!) (8) Çalmayacaksın
(Bir gofret bile mi?) (9) Komşuna karşı yalan şahitlik etmeyeceksin (Hiç apartman
toplantısına katılmadınız mı?) (10) Komşu evine tamah etmeyeceksin (Ama… Size
de bazen komşunun tavuğu kaz görünmez mi yüce Tanrı!)
Başa dönersek, eğer çok iyi bir komşunuz varsa, onun başka
çaresi olmadığı için iyi bir komşu olduğu ihtimalini göz önünde bulundurmanız
gerek. Bunu biliyorum. Biliyorum, çünkü ben, iyi komşu olmayı adeta genetik bir
özellik haline dönüştürmüş bir topluluktan geliyorum hasbelkader, Türkiyeli bir
Ermeniyim. Eğer Türkiye’de yaşıyorsanız ve Ermeniyseniz, bir apartman
dairesinde ikamet ediyorsanız, komşularınıza karşı anlayışlı, onların
yaratabileceği her türden sorunu sineye çeken, gürültü çıkarmayan, temiz,
tertipli, aidatını geciktirmeden ödeyen, komşularının yardımına koşan bir komşu
olmaktan başka çareniz var mıdır? Onyıllardır canınıza ve malınıza dair her
türlü tacizle birlikte yaşamışsanız, ikinci sınıf vatandaş olduğunuz,
güvenilmezliğiniz, buralarda istenmediğiniz, ancak “hoşgörüldüğünüz” ve bunun
sizin için bir lütuf olduğu türlü şekillerde hissettirilmişse ve de halen hissettiriliyorsa,
yaşam alanınızda, size sığınak olan evinizde ve onun birincil çevresinde
kendinizi biraz olsun rahat hissedebilmek için, iyi bir komşu olmaktan gayrı
bir yol kalır mı size?
Elbette salt buralı Ermenilere özgü değil, evrensel bir
durum bu. Türkiye’nin batısında bir Kürt, Almanya’nın bir taşra kasabasında
sarı kafaların arasında epesmer bir Türk, Los Angeles’ın hip beyaz mahallesinde
bir siyah, dünyanın dört bir yanında akın yanında kara, karanın yanında ak olan
kim varsa, öğrenilmiş bir çaresizlik içinde, komşuları kendilerini sevsin,
onlara kötü gözle bakmasın, onları kabul etsin diye bin bir takla atıyorlar her
gün.
Ben çocukken, doğup büyüdüğüm ve İstanbul’un belki de bugüne
kalmış tek kozmopolit mahallesi olan Kurtuluş’un son durağında, bizim sokağın
Ramazan adında bir kabadayısı vardı. Ramazan’dan herkes ölümüne korkardı. Önüne
gelene küfreden, kafasına taktığına eziyet eden, sarhoş sarhoş sokakta nara
atan bir kabadayı. Eski kabadayıların esasında dürüst insanlar olduğunu,
mahallede bir tür adalet sağladıklarını kitaplardan okudum yaşım ilerleyince,
ancak biz Ramazan’ın bir halta yaradığını görmemiştik, düpedüz baş belası
herifin tekiydi. İşte ben 7-8 yaşlarındayken, gençliğinde haksızlığa tahammülü
olmayan, boyu bosu yerinde, damarı tutarsa başına neler gelebileceğini uzun
uzadıya düşünmeden bıçkınlık eden ve bu nedenle hapse de düşmüş ve hasmına
haddini bildirdiğini düşündüğü için bundan pek de pişmanlık duymamış babamın,
kendisinden iki karış kısa ve ufarak Ramazan’a, bir çırpıda hakkından
gelebilecekken neden hiç ses çıkarmadığını, onun küfrederek yaklaştığını
duyduğunda neden sessiz sedasız evin perdelerini kapattırdığını anlayamazdım.
Bugünse, babamın karakterine sahip birinin, kendisi Ermeni, Ramazan ise Türk
olmasaydı, o şekilde davranmayacağını iyi biliyorum.
Türkiye sinemasının en önemli karakter oyuncularından Nubar
Terziyan’ın, Yavuz Turgul’un Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filminde, bir
arkadaşlarının cenaze namazında saf tutan cemaat sayıca az diye tabutun
arkasında duaya durduğu sahne, son zamanlarda sosyal medyada çokça paylaşılır
oldu. Ortak belleğimizde yücegönüllülüğün, saflığın, iyi olan ne varsa onun
simgesi olan Nubar Terziyan’ın, Yeşilçam gibi bir kurtlar sofrasında hayatta
kalabilmek için bir iyilik meleği olmaktan başka çaresi var mıydı sizce? Ve
fakat nostaljik bir burun direği sızlaması eşliğinde gülümseyerek
karşıladığımız cenaze namazında saf tutan gayrimüslim tiplemesi gerçek hayatta
o kadar da hoşgörüyle karşılanmıyor tabii. Yakın dostu Ayhan Işık’ın ardından
verdiği sevgi dolu cenaze ilanına “Nubar Amcan” diye imza atan Terziyan’a
karşılık, Işık’ın ailesi, “Görülen lüzum üzerine” yayımladıkları bir
karşı-ilanla “sevgili varlıkları” Ayhan Işık’ın “Amcan Nubar Terziyan diye
çıkan ilanla hiçbir ilişkisi olmadığını” açıklama ihtiyacı duyuyordu misal. Ne
kadar gaddarca ve de öte dünyadaki Ayhan Işık’ı kim bilir hangi derin utançlara
gark ederek… Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’ndeki cenaze sahnesinde hepi
topu altı kişilik safta duranlardan biri ise, ne gariptir ki, hayatı boyunca
Ermeni olduğunu gizlemek zorunda kalarak tıpkı filmdeki gibi boyunu çok aşan
ağır bir yükü sırtlanmak zorunda kalan Sami Hazinses’ti (Samuel Uluç). İşte,
utanç ve keder duymak için bir neden daha bize.
Türkiyeli Ermeniler arasında kendini ifade edebilme
anlamında belki de en cesur figür olan, sağın solun kendisi hakkında ne
diyeceğini en kafaya takmaz görünen Hayko Cepkin’in bile, ilk albümünde
şarkıları Kurtuluş’taki evinde komşular rahatsız olmasın diye masanın altında,
şarkı sözlerini adeta fısıldayarak kaydetmesi, alameti farikası olan brutal
vokali hiç kullanmaması, o yüzden albümün onun gerçek soundundan çok farklı bir
yerde durması ilginç değil mi? Cepkin’in “Sakin Olmam Lazım” adını koyduğu
albümün kapağında, çıldırmanın kıyısında sakin kalmaya çalışarak gözümüzün
içine bakması da mı bir şey söylemiyor? Size söylemiyor olabilir, ama ben
muhayyel “İyi Komşu: Ermeni” adlı belgesel çalışmamda bu albümü soundtrack
olarak kullanmayı düşünüyorum.
Özellikle 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’nin yaşadığı
hızlı dönüşüm, geçmişe dönük bir özlemi popüler kültürün önemli bir parçası
haline getirdi. Artık tarih olmuş bir İstanbul’a, onun kültürüne,
adabımuaşeretine, mutfağına, gece hayatına duyulan bir hasret, daha önceki
zamanlarda buralarda yaşayan ve o otantik kültürün yaratıcılarından olan
gayrimüslimlere dair bir özlemi de gündeme getirdi. Kimileyin neredeyse
‘azınlıkperver’lik düzeyine varan bu hal, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin
günlük hayatın türlü yüzlerinde kurmuş olduğu hayatı adeta bir asr-ı saadet
olarak yad ederken, “Ah ne güzel komşularımızdı onlar!” nidasıyla, kılık
kıyafet, güngörmüşlük, adap erkân sahibi olma ve giderek müzik, meyhane
nostaljisi içinde, bu insanların çektiği bin bir çileyi, üzerlerindeki siyasal
ve toplumsal baskıları, uğradıkları ayrımcılıkları, yaşadıkları ve nihayetinde
artık yok olmalarına neden olan şiddet ortamını hiç dikkate almadan, bundan hiç
söz etmeden, “Meze, Beyoğlu’na çıkmak, taverna, şapka takan kadınlar, işinin
ehli Rum garson” basitliğine indirgiyordu. En hafif tabirle bir şeyleri
“ıskalayan” bu bakışa yönelik en net ve bugün artık sloganlaşmış tepkiyse,
resimleri ve karikatürleriyle üzerini örtmeye çalıştığımız karanlıkları
kurcalayan Aret Gıcır’ın, kahramanına “Ben topik değilim!” diye isyan
ettirmesiyle geldi. Evet, Ermeni, Rum, Yahudi komşular topik, lakerda ya da
borekitas değildi, ama onlar nedense ancak bir renk, bir koku, bir lezzet
olduklarında sevilebilir, sindirilebilir hale geldiler.
Topik ve sindirmek demişken, geçenlerde bir internet
sitesinde okuduğum ve beni hem şaşırtan hem sarsan bir hikâyeden bahsetmek
istiyorum (Bu konularda hâlâ şaşırabildiğime sevinmeli miyim, bilmiyorum). İyi
bir eğitim almış, köklü bir üniversiteden mezun olmuş, Beyaz Türk tabir
ettiğimiz sınıftan bir zat-ı muhterem, adına Kemal Bey diyelim, Bodrum’daki
yazlığından komşusu olan Ermeni bir aileye, kendisi için, o güne dek hiç
yemediği ve tadını çok merak ettiği topiği yapıp yapamayacaklarını sorduğunu
anlatıyordu yazıda. Bilenler bilir, topik, hazırlaması zor, ustalık isteyen,
saatlerce uğraşılması gereken bir mezedir. Biz meyhanelerde artık topiğe pek
benzemeyen topikleri iki dakikada mideye indiriyoruz ama onu hazırlaması ev
koşullarında saatler sürüyor. Kilolarca soğanın soyulup doğranması, kavrulması,
onlarca iç ve dış malzeme, yüzlerce nohutun haşlandıktan sonra zarlarının tek
tek çıkarılması ve daha nice uğraş… Kemal Bey’in “Bana topik yapsanıza!” yollu
ağır angaryası karşısında Ermeni aile, tabii ki iyi komşu olduklarından, önce,
“Topik hazırlamak zordur, biz de sürekli yemeyiz, ancak senede bir ya da iki
kez, o da bayramlarda yaparız!” filan diyerek talebi bertaraf etmeye çalışsa
da, ertesi gün, muhtemelen “Adam ağzıyla istedi, yapmazsak ayıp olur!” diye
düşünerek ve yine çok muhtemel ki içlerinden söylene söylene, topik toplarını
bin bir uğraşla hazırlayıp komşularına götürmüşler. Kemal Bey ise, ilk kez
gördüğü ve tadınca çok beğendiği topiğin bir meze olduğunu ve ancak çatal
ucuyla yendiğinde lezzetli olabileceğini hesaba katmayıp, komşuları evden ayrıldıktan
sonra bütün topikleri bir oturuşta yemiş ve sonrasında da bütün gece mide ve
bağırsak rahatsızlığı çekince, her şeyi tümden yanlış anlayıp, “Komşularımın
topiği neden senede bir-iki kez yaptığını anladım, bu meret insanın midesini
mahvediyormuş!” deyivermiş. İşte size, görgüsüzlüğünün ve şımarıklığının
kusurunu topiğin gaz yapmasına atan, üstelik bunu bir de yazıyla çevresine
duyuran gerçek bir komşu. Kıssadan hisse, siz siz olun, iyi olmaya zorladığınız
komşularınızın saatlerce emek verip, ağzınızın tadıyla yemeniz için getirdiği
topiği bir oturuşta yemeyin.
Geçenlerde bir komşum, ihtiyar bir teyze, yayıncılık
yaptığım için mücellit tanıdıklarım olduğunu düşünerek, İmam Gazali’nin bir
kitabını getirdi ve bu eskimiş kitabı çok sevdiğini, ondan sık sık dualar
okuduğunu ama kitabın dağılmak üzere olduğunu anlatıp, ciltleyecek birini bulup
bulamayacağımı sordu. Hayhay dedim ve seve seve Beyoğlu’nda tanıdığım ciltçiye
götürdüm kitabı. Son zamanlarda İstiklal Caddesi civarında işe yarayan bir sürü
işyerinin başına gelen şey benim ciltçiye de olmuştu ve dükkân kapanmıştı.
Bunun üzerine bir tanıdıktan öğrendiğim Eminönü’ndeki başka bir ciltçiye
gittim, kitabı teslim ettim ve bir süre sonra da cildi yapılınca komşuma
götürdüm. Sevindi, ödediğim parayı karşılamak istedi, ancak tabii ki parayı
almadım ve “Olur mu öyle şey Hatice Teyze!” diyerek reddettim. Ne de olsa
bizler iyi komşulardık. Hatice Teyze cildi evirdi çevirdi, gözlüklerinin
ardından gülümseyerek, “Çok da güzel olmuş!” dedi, teşekkürler etti ve memnuniyetle
kapıyı kapattı. O an, muhtemelen bu yazının fikrini zihnimde evirip çevirdiğim
günler olduğundan, daha önce aklıma düşmeyen bir düşünce peyda oldu birden ve
benzer bir isteği Hıristiyanlıkla ilgili bir kitap, mesela bir İncil için benim
Hatice Teyze’den, oğullarından veya başka bir komşumdan isteyip isteyemeyeceğim
sorusu geldi zihnime oturdu. Türkiye’yi iyi kötü benim kadar bildiğinize göre
sorunun cevabını az çok siz de tahmin edebilirsiniz.
Bu öğrenilmiş iyi komşuluk halinin bir başka örneğini yine
oturduğum apartmanda yaşadım. Komşularımızdan birinin oğlu olan Fatih kızımla
yaşıt ve geçenlerde bir gün onunla oynamak için bize geldi. Çocuklar bir süre
oynadılar, yemek saati geldiğinde onları sofraya çağırdım. O gün annem de
bendeydi ve Fatih masada çorbasını kaşıklarken birdenbire, “Geçen gün çok
gürültü yaptınız, size kızdık biz. Neden yaptınız?” diye sordu. Annemle ben
birbirimize baktık. Anneme, “Neden bahsettiğini bilmiyorum, gürültü filan
olmadı” anlamında bir bakış attım ve o da, sessizliğin uzamasından tedirgin
olup hemen sazı eline aldı, “Kusura bakma Fatihciğim, bir daha yapmayız!”
deyiverdi. Bana kalsaydı, dört yaşında çocuğa, “Ne zaman oldu bu gürültü Fatih?
Bizden geldiğine emin misin, çünkü biz gürültü çıkarmadık hiç…” filan derdim ama
o an ipi anneme bırakmak bana da rahat geldi. Madem Fatih gürültü çıkardığımızı
düşünüyordu, biz de özür dilemeliydik. Derken kızımın da bu manzarayı
seyrettiğini fark ettim ve bu öğrenilmiş çaresizliğin onun da kaderi olmaması
gerektiği fikriyle paniğe kapılıp, alelacele, “Fatih galiba sen yanılıyorsun,
çünkü biz gürültü yapmadık, belki başka bir komşudan gelmiştir o sesler” dedim.
Fatih, “Hı… hı…” diyerek başını salladı ve çorbasını kaşıklamaya devam etti.
Geç kalmıştım, istediği özrü almıştı, ne de olsa adı Fatih’ti. (Bu arada, merak
etmeyin, Hatice Teyze de, Fatih de komşularımın gerçek adları değil.)
Birilerinin iyi komşu olmak zorunda kalması nihayetinde
katman katman toplumsal adaletsizliğin üst üste gelmesiyle mümkün. Ve de,
çoğunlukta olanın, kalabalık olanın her gün ve her an, irili ufaklı nice olayda
tekrarlanan, bu tekrarlarla pekişip kabuklaşan aktif ya da pasif onayıyla. Eski
karısı Nicole Brown Simpson’ı öldürdüğü suçlamasıyla yargılanan OJ Simpson’ın
dava sürecini anlatan The People vs. OJ Simpson dizisinde, Simpson’ın siyahi
avukatı Johnnie Cochran’ın, Los Angeles’ta beyazların yaşadığı üst sınıf bir
mahallede arabasıyla gezinti yaparken bir polis tarafından durdurulduğu ve
avukat olduğunu söylemesine, pahalı bir arabanın şoför mahallinde oturmasına,
arka koltukta iki küçük kızının varlığına, ruhsatını polise vermesine rağmen,
arabadan bir suçlu gibi indirilip sıkı bir şekilde arandığı ve aşağılandığı bir
sahnede, yolun kenarındaki restoranlarda oturan yüzlerce beyazın sadece
izlemekle yetinmesi gibi örneğin. Öyle kıyametin koptuğu türden bir olay değil,
basit, sıradan bir an işte, herkesin otuz saniye sonrasında kahvesini
yudumlamaya devam ettiği.
Günter Grass, Nazi partisinin gençlik örgütü içinde yer
aldığını ilk kez anlattığı otobiyografisi Soğanı Soyarken’de, ordu öncesi bir
tür acemi eğitimi aldıkları dönemde, eline tüfek almayı reddeden Yehova Şahidi
bir gencin hikâyesini aktarır. Bütün bölük arkadaşlarının çok sevdiği, onların
her konuda yardımına koşan, botlarını parlatan, yiyeceğini daima paylaşan dünya
iyisi bu çocuk, her sabah kendisine silah verilmek istendiğinde, tüfeği almayı
reddeder, zorla eline tutuşturulan makineyi adeta şaşmaz bir ritüelle yere
düşürür ve hazırolda beklemeye devam edermiş. Neden böyle davrandığını soranlara,
bir çırpıda, “Bizböyleşeyleryapmayız” cevabını veren bu güzel çocuk, bir süre
sonra onun yüzünden bütün bölük ceza görmeye başlayınca, daha dün kekini
paylaştığı akranlarının saldırısına uğramış ve nihayetinde de toplama kampına
gönderilmiş. Grass, sevgiyle andığı bu gencin toplama kampına gönderilmesiyle o
gün bir tür ferahlık duyduğunu anlatıyor hatıratında, pişkinlik mi, yoksa
dürüstlük mü olduğuna emin olamadığım bir açıklıkla. “Bizböyleşeyleryapmayız”
diyenlere karşı “Amabizyaptırırızzatenyapmazsançokfenaolur” diyenler nedense
hep daha kalabalık.
Bu örnek, beni, komşularımızın bir gün gelip bizlerin
celladı, katili olabileceğine dair, dile getirmesi dahi insanı rahatsız eden,
muhtemelen On Emir zamanlarına kadar giden o kadim bilgiye götürüyor. Saraybosna’da
veya Ruanda’da daha dün olduğu gibi. Solingen’de yakılan Türk ailelerin
katillerinin daha birkaç gün önce market kuyruğunda kurbanlarla birlikte
beklemiş olma ihtimalinin gösterdiği gibi. 1915’te buralarda Ermenilerin
neredeyse tamamının başına geldiği gibi. Faillerinin bir kısmı halen hayatta,
aramızda olan 6-7 Eylül’de olduğu gibi.
Avustralya’ya gittiğimde tanıştığım İstanbullu bir Ermeni,
memleketten hangi şartlarda göç ettiğini anlatırken, dünyanın öte ucuna gitmeye
tek bir anda karar verdiğini söylemişti. 70’li yıllarda beraber bir dükkân
işlettikleri ve çok da iyi anlaştıkları Türk ortağı tek bir kez karakola gidip
ehliyetini çıkarmışken, ondan birkaç saat sonra aynı karakola gittiğinde
kendisinden bir dosya dolusu belge istediklerinde, bu ülkede yaşamak isteği
kalmamıştı içinde. Bir ömür ve üstüne tek bir an. 30 yıl kadar önce ise
Avustralya’ya gelmiş, çalışıp çabalamış, iş sahibi olmuştu ve harikulade
bahçeli, havuzlu villasında oturup, sıcak bir öğle vakti, cennet gibi bir
ortamda bira eşliğinde bana bunları anlatırken gözlerinden yaşların süzülmesine
engel olamıyordu. Aynı seyahatte, yine cennet gibi bir ortamda sohbet ederken,
bir dönem Gençlerbirliği’ne yönetici olarak hizmet vermiş Rafael Demircan,
yıllar yılı takımın yükünü çektikten sonra nihayet emeklerinin karşılığı olan
başarı gelip takım birinci lige çıkınca, kendisinden Ermeni kimliği nedeniyle
nasıl geri plana çekilmesinin istendiğini anlatıyordu, yine gözlerinde yaşlarla
tabii. (Meraklısı Rafael Demircan’ın hikâyesine şuradan ulaşabilir: “Rıfat
Derlerdi ama Ben Rafael’dim."
1915’te pek çok Ermeni aile, evlerini barklarını, kimi zaman
çocuklarını komşularına bırakarak çıktı ölüm yolculuğuna. Pek azı geri
dönebildi. Pek çok örnekte, bütün varlıklarını emanet ettikleri komşuları
emanete hıyanet etmiş, mallarını mülklerini gasp etmişti. Yola çıkmadan önce
sahibi oldukları evlerde dönüşte ancak kiracı olarak oturabilen aileler
biliyorum. Komşuları evlerine el koymuş, sonra da illa evlerinde yaşamak
istiyorlarsa, o halde kira ödemek zorunda olduklarını kibarca bildirmişlerdi.
Bu insanlar komşu muydu? Komşuydu işte.
Lafı fazla uzattım, farkındayım. Başta söylediğimi bir de
sonda söyleyerek bağlayacağım. İyi komşu diye bir şey yoktur. Eğer adalet
yoksa, iyisini bir kenara bırakın, komşu dahi yoktur. Vardıysa bile, çoktan
yandı bitti, kül oldu.
-Komşu, komşu !
-Hu, hu!
-Oğlun geldi mi?
-Geldi
-Ne getirdi?
-İnci, boncuk.
-Kime, kime?
-Sana, bana.
-Başka kime?
-Kara kediye
-Kara kedi nerede?
-Ağaca çıktı
-Ağaç nerede?
-Balta kesti
-Balta nerede?
-Suya düştü.
-Su nerede?
-İnek içti.
-İnek nerede?
-Dağa kaçtı.
-Dağ nerede?
-Yandı, bitti kül oldu.
(ROBER KOPTAŞ – T24)