Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

Reviews

SHOW_BLOG

Halep oradaysa arşın buradadır ya da ne yapılacaksa bugün yapılmalıdır

Halep oradaysa arşın buradadır ya da ne yapılacaksa bugün yapılmalıdır. Bugünü kazanmaya dönük müdahaleler ortaya konmalıdır ve bunun başı...

Halep oradaysa arşın buradadır ya da ne yapılacaksa bugün yapılmalıdır. Bugünü kazanmaya dönük müdahaleler ortaya konmalıdır ve bunun başında da referandumun gayri meşruluğunun tescili ve dayatılan sonucun reddedilmesi gelmektedir


2019 DEĞİL, HEMEN ŞİMDİ!

“Güçlü Türkiye”nin “güçlü lideri” Erdoğan, Trump’la 20 dakikalık “tarihi” bir görüşme yaptı. Yarısı çeviriye giden 20 dakikada Erdoğan Türkiye’sinin dört “milli” meselesi konuşuldu. YPG’ye silah desteği, Rakka Operasyonu’na katılım, Fethullah Gülen’in iadesi, Zarrab Davası. Bu kadar şeyin 20 dakikada müzakere edilmesi mantıklı olamayacağına göre hepsi önceden heyetler arasında konuşulmuş hatta bağlanmış demektir. Konuşulan şeylerin ilk sonuçları da Erdoğan ABD’ye varmadan YPG’ye silah yardımı kararnamesinin imzalanması ve vardığı gün Washington Post’ta Gülen imzalı bir yazının çıkması ile ortaya çıktı. Geriye Erdoğan’ın en önemli “milli” meselesi (“Bir vatandaşının hukukunu korumak” diye ifade ettiği) Zarrab Davası kaldı. O pazarlığın ayrıntıları ise ABD açıklamadıkça herkesin Erdoğan’ın talebine ilişkin tahminde bulunabileceği bir sır olarak kalacaktır.

Erdoğan’ın ABD ile yaşanan sorunların suçunu Obama’ya yıkıp Trump’la “güç birliği” kurma manevrası tutmamışa benziyor. Bu arada Obama’nın güvenlik danışmanlarından Colin Kahl’ın bir makalede yazdığına bakılırsa Obama’yı (ABD’yi) PYD-YPG ile çalışmaya iten neden Erdoğan’ın kendi önceliklerini dayatması imiş. Makalede mealen Erdoğan, ABD’nin gücünü kullanıp, Rusya ile bir çatışma riskini barındıran kendi -Esad’ı devirme- planını, önceliği IŞİD’le mücadeleye vermeyi öneren Obama’ya dayatmış ve yollar orda ayrılmış. Yani iş Ortadoğu politikalarında düğümleniyor. Zarrab Davası da bu düğümdeki kozlardan biri. Tabi Erdoğan, ABD’ye gitmeden önce Putin ve Şi Cinping’le (Çin devlet başkanı) görüştü ve cebinde Trump’ın hoşuna gitmeyen Suriye’de “çatışmasızlık bölgeleri” kozuyla gitti. ABD’yi Rusya’ya karşı kullanma hamlesi tutmayınca şimdi de Rusya’yı ABD’ye karşı kullanma taktiğini devreye sokmuş görünüyor. Bunun da ilk taktikteki gibi akamete uğraması kaçınılmaz görünüyor (Zarrab Davası’nda belki işe yarayabilir). Anlaşılan Suriye, Türkiye için tam anlamıyla askeri bir bataklığa dönüşmemiş olsa da bir dış politika bataklığına dönüşmüş durumda. Zira Putin de “Başka ülkelerin aksine Kürt gruplara silah göndermiyoruz. Onların da bizim göndereceğimiz silahlara özellikle gereksinimi yok. Zira silah alacak başka kaynakları var. Bu konuyu Türkiye Cumhurbaşkanı ile konuştuk” diyerek Erdoğan’ın Kürtlere dair taleplerini geri çevirdi. Ayrıca, Rusya, Türkiye ve İran’ın, Ankara’da askeri düzeyde yapacakları bir toplantıda, Şam’a danışarak söz konusu güvenli bölgelerin sınırları ve bu bölgelerdeki kontrol unsurlarını ele alacaklarını söyleyerek, Erdoğan’a Esad’la çalışmayı da dayatmış oldu. Her sıkıştığında yanında bulduğu en yakın dostu Merkel ile de mülteciler ve İncirlik etrafında sorunlar yaşamakta. Suriye halklarının katli üzerine kurulu emperyal heves bir dış politika bataklığına yol açmış durumda.

Diğer yandan Kürt Siyasi Hareketi’nin (Rojava-PYD nezdinde), hem ABD hem Rusya hem de Esad ile girdiği askeri ve politik ilişkilerdeki kısa vadeli zorunluluklar, uzun vadeli riskler barındırmaktadır. Kobanê’nin işgali sürecinde varlık yokluk meselesi, şimdilerde AKP politikalarının basıncı (İran ve Suriye’nin ertelenmiş basıncı) altında Kürt halkının haklarını kazanabileceği zeminlerin yaratılması mücadelesinin “kıldan köprüden” geçtiği; Kürtlerin kurmaya çalıştıkları altyapılarla riskleri ne kadar absorbe edebilecekleri önemsiz bir tartışma değildir. Bu tartışma, Kürt halkının özgürlüğü iddiasındaki hareketin bu hedefini koruyup koruyamayacağı; ezilen Ortadoğu halklarının kaderi üzerindeki etkilerinin nasıl olacağının yanı sıra Türkiye politikalarının nasıl bir yol izleyeceği açısından da güncel bir öneme sahiptir.    

AKP’nin dış politika kurucularının bahsedilen dış politika bataklığında debelendiği bir sırada, özellikle Doğan Medya Grubu’ndan “PYD ile anlaşalım” (Siz onu yeni bir çözüm süreci olarak okuyun) gibi kendisinden beklenmeyen cesarette öneriler gelmesi “Acaba Erdoğan nabız mı yoklatıyor?” sorularını akla getirmektedir. Çok açık ki sürdürülemez bir Suriye politikası, sürdürülemez bir Kürt politikasıdır ve iç politik bataklığa dönüşebilir. Ancak durum bir fasit daireye dönüşmüş durumda ve çıkış, Bahçeli-MHP ile kurulmuş bir koalisyonun ve “Kürtlere hiçbir kırıntı verilmeyecek, bugüne kadar elde ettikleri kazanımlar ellerinden alınacak” vaadiyle desteğini sağladığı kesimlerin yaratacağı yeni krizler göze alınmadan mümkün değildir. AKP Ortadoğu ve Kürt politikasında bir ikileme dayanmış görünüyor.

Erdoğan’ın her derde deva anayasasını şaibeli ve kıl payı geçirebilmiş olması elini güçlendirmemiş, dış politika bataklığından çıkışta pek işe yaramamış görünüyor. İçeride ise parti devleti inşasının ilk adımlarıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AKP’nin de başına geçmesi, HSK seçimleriyle yargının resmen AKP’lileştirilmesiyle uygulanmaya başlanıyor. HSK’nin seçim ve atamalar süreci tamamlandıktan sonra artık ağır cezalarla yargılanan “AKP’li olmayan” güvenilmeyen savcı ve hakimlerin, bu cezaların tehdidi altında muhalifleri yasadışı şekilde cezalandırması dönemi geride bırakılıp kendi güvenilir kadroları ile yola devam edilebilir. HSK üyelerinin seçiminde “Tek Adam” döneminin ilk icraatı devrede. HSK üyelerinin seçiminin anayasada yazıldığı şekliyle yapıldığında 2-3 gün sürecek olmasını zahmetli bulan milletvekilleri, Erdoğan’ın anayasasının gayri ciddiliğinden ve keyfiliğinden daha ilk uygulamada faydalandılar. (Erdoğan ve Bahçeli’nin zaten belirlediği isimlerin seçilmesi için “anayasayı” işletmeyi haklı olarak gereksiz buluyorlar.) Bu, 2019 projesi yapanlar için kötü bir haber.

CHP başta olmak üzere “hayır cephesi”nin bileşenlerinin hatırı sayılır bir kısmı randevuyu 2019’a vermiş görünüyor. Erdoğan’ın da talebi buydu zaten! Tek fark var o da Erdoğan kendi koyduğu kurallara göre oynamayı talep ederken, bahsi geçen bileşenler referandumun rövanşı olarak (ikinci referandum) tarif ediyorlar. Yani 2019’da başkan adayı değil, yeni bir anayasa yapacak (aslında eskiye döndürecek, Özgür Özel’in ifadesiyle) bir “el emin” adayla gidilmesini tarif ediyorlar. Oysa Erdoğan o tarih (2019’dan önce de olabilir) geldiğinde toplumun önüne eski anayasaya geri dönülmesinden daha ilgi çekici öneriler, hedefler koyabilecek olanaklara sahip tek kişidir. Dolayısıyla 2019’u kazanmaya kilitlenmek handikaplı, inandırıcılıktan yoksun ve yenilgiye şimdiden mahkum bir politikadır.

Erdoğan, gerek gücünü tahkim etmek, gerekse de karşı tarafı dağıtmak için operasyon, tutuklama, itibarsızlaştırma, satın alma gibi yöntemler de içinde olmak üzere bu süre boyunca boş durmayacak, hamle üzerine hamle yapacaktır. Yani sıcak politika yapacaktır. Halep oradaysa arşın buradadır ya da ne yapılacaksa bugün yapılmalıdır. Bugünü kazanmaya dönük müdahaleler ortaya konmalıdır ve bunun başında da referandumun gayrimeşruluğunun tescili ve dayatılan sonucun reddedilmesi gelmektedir. 2019 hesabı yapanların dahil, muhalefetin yapması gereken artık tamamen devre dışı bırakılacak parlamento dışında da mücadele zeminleri ve gündemleri hemen şimdi üretmektir. Yeni “sistemin” meşruiyet kazanmaması, toplumun gayrimeşru olanı sorgulaması için AKP ile açıktan politika farklılıklarının ortaya konması ve bunun için mücadele edilmesi gerekir ki “hayır” kitleleri bu mücadeleyi yürüten adresler etrafında toparlanabilsin en azından bu adreslere bakabilsin. Suriye politikası, Kürt politikası, emperyalizmle ilişkiler, laiklik ve İslamcılık karşısında tutum, sermaye karşısında tutumlarda AKP politikalarının dışına çıkamayan, onun normlarını kabul eden yöntemler yeni bir anayasa ihtiyacı yaratamaz ve Erdoğan karşısında yenilir.

CHP’nin referandum karşısındaki edilgen ve AKP’nin elini rahatlatan tutumu iç krize dönüşmüş durumdadır. Halkın iradesi çalındığında halka başvurmak yerine çalanlara başvurmak gibi absürt bir işten başkasını yapamayan bir CHP’nin sürecin belirleyici aktörü olması mümkün olmadığı gibi sürecin kurbanı olması pek muhtemeldir. Sürecin gerektirdiği görevleri yerine getirmeyen tüm aktörler için aynı şey geçerlidir. AKP’nin “sokak” korkusunun CHP tarafından da paylaşılması mazeretleri, işgalci bir kuvvet karşısında direnmemekle eşanlamlıdır. Oysa sokak, temsil siyasetinin kurumlarıyla birlikte işlemez hale getirildiği ortadan kaldırıldığı yerde halkın siyasete doğrudan müdahalesidir. Parlamentonun, yargının bağımsızlığını ve işlevini yitirdiğini söylendikten sonra sokağın reddedilmesi ne akla uygundur ne de kitlelerin uzun vadede bu telkini dinlemesi mümkündür.  

Hayır cephesinin asgari müştereğinin “Tek Adam” kavramıyla ifade edilen diktatörlüğe karşı demokrasi talebi, eskiyi korumayı da içinde barındırıyordu. Ancak eskiyi geri getirmenin aynı oranda talep edilmesi mümkün değildir. İç gerilim potansiyeline sahip “hayır”cı kitlelerin ortaklıkları (2019’a kilitlenerek değil) ancak bugünün mücadelesi içerisinde ilerletilebilir. Bugünün mücadelesi ise AKP’nin halk düşmanı politikalarına karşı parça parça veya ortaklaşa yürütülecek olanlardır. Azami taleplere veya kimliklere dayalı olmayan ancak kimlikleri yok saymayan, demokrasi, adalet ve özgürlükler zemininde bir ortaklaşmanın temeli, AKP’nin her uygulaması gayrimeşru ilan edilerek atılabilir. Bu konuda inisiyatif alan aktörler “hayır cephesi”nin toparlayıcısı da olacaktır.

Referandumda haksızlığa uğradığını düşünen yüzde elliyi aşkın kesimler, en küçük direniş iradesine dahi dikkat kesilmektedir. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın KHK ile işten atılmaya karşı yaptıkları açlık grevi eylemine gösterilen ilgi bunu göstermektedir. Başta KESK ve DİSK olmak üzere emek örgütleri bu potansiyeli görmelidir. Devletin resmen parti devletine, yargının resmen parti yargısına dönüştürüldüğü, ekonomik krizin faturasının işçilere ve diğer emeği ile geçinenlere yıkıldığı bir süreçte halkın hakları mücadelesi demokrasi ve adalet mücadelesiyle neredeyse kendiliğinden iç içe geçmektedir. Devrimciler bu mücadelelerin motoru olabildikleri ve “Hayır Meclisleri” örneğinde olduğu gibi uygun örgütlenmeler yaratabildikleri ölçüde sürecin de belirleyeni olacaklardır. (SENDİKA.ORG)

EKONOMİ/PARA/PİYASA