“Hayır cephesini organize blok haline sokacak merkez boş durumdadır. Merkez boş olduğu içindir ki Erdoğan blok içinde geniş manevra imkanl...
“Hayır cephesini organize blok haline sokacak merkez boş
durumdadır. Merkez boş olduğu içindir ki Erdoğan blok içinde geniş manevra
imkanları bulabilmektedir. Bu boşluk ancak insan hak ve özgürlüklerini temel
referans yapan bir söylem geliştirilerek doldurulabilir. Ancak bu şekilde
blokun toplu hareketi, grup karakteri kazanması sağlanabilir. Blok içindeki
savrulmalar, iktidara eklemlenmeler ancak güçlü bir merkez yaratılabildiğinde
engellenebilir. Erdoğan’ın Hayır Bloku içindeki unsurları birbirlerine karşı
kullanmasının, Hayır Bloku’ndan müttefikler çıkarabilmesinin önüne ancak bu
şekilde geçilebilir”
REFERANDUM VE “HAYIR BLOKU”(1): NİTELİK
Her biri sadece kendi tekil tepkisini ortaya koyduğu için
Hayır Blokunu oluşturan unsurların ortak bir zeminde sadece ve en fazla “yan
yana durdukları” söylenebilir. Sadece hepsi de paralel şekilde toplum dışına
itilmiş unsurlardır ve buna hepsi de tepki içindedirler.
Referandumda toplumun en az yarısı beklentilerin ötesinde
bir “Hayır” tepkisi gösterdi. Hayır’ın gerçek oranının yüzde 50’nin üstünde
olduğunu düşünsem de tepkinin gücünü oy oranıyla ölçmek yanıltıcı olur. Zira bu
orana “Hayır” demenin resmen yasaklandığı, “Hayır” diyenlerin büyük baskı ve
zorbalık gördüğü, içeri tıkıldığı, propaganda yapma imkânlarının yok edildiği,
“Evet” için ise medyadan devlet kurumlarına bütün imkânların sonuna kadar
kullanıldığı şartlarda ulaşıldı. Özgür ve eşit şartlarda “Evet”in azınlıkta
kalacağı, anlaşılıyor ki, hükümet tarafından da baştan itibaren açık şekilde
biliniyordu. Bu baskılara rağmen toplumun en az yarısı Erdoğan’a muazzam bir
tepki gösterdi ve bütün korkutma/sindirme/susturma girişimlerine rağmen devasa
bir “Hayır Bloku” ortaya çıktı.
Tepkinin sertliği, Blok’un genişliği sol grup ve partiler de
dâhil blok içindeki birçok siyasal odakta büyük heyecan ve öforiye yol açtı.
Bunlar blokun bugünkü durumunu veri kabul edip gelecek -Erdoğan’ı yıkma-
planları yapmaya çoktan başladılar bile. Kimileri 2019’daki Cumhurbaşkanı
adayını tartışıyor. Ne var ki bu hesapların sağlamlığı konusuna temkinli
yaklaşmanın doğru olacağı kanaatindeyim. Tepkinin gücü ve derinliği tartışmasız
olsa da, Hayır Bloku’nun “blok karakteri”ni iyi bir sorgulamaya tabi
tuttuğumuzda hesabın güvenilirliğine neden temkinli yaklaşmak gerektiği ortaya
çıkacaktır. Bu kısa yazı dizisinde bu sorgulamayı yapmaya, Hayır Bloku’nun
geleceği ile ilgili politikalar konusunda üzerinden atlanan kimi noktaları
ortaya koymaya çalışacağım.
Hayır Bloku’nu bir arada tutan zemin
Hayır Bloku’nun Erdoğan’ın kendisini sultan yetkileriyle
donatacağı bir düzen dayatmasına tepki olarak ortaya çıkmış olması bizi ciddi
metodoloji sorunları ile karşı karşıya bırakmaktadır. Her ne kadar referandumda
bariz bir toplumsal bölünme ortaya çıkmış, toplum uzlaşmaz iki blok halinde
karşı karşıya gelmiş ise de, bunlardan Evet Bloku kendine has pozitif içerik ve
hedeflerle ortaya çıkmış, kendi başına var olan bir blok karakteri sergilerken,
aynı şeyi Hayır Bloku için söyleyebilmek mümkün değildir. Hayır Bloku’nun temel
karakteristiği, varoluşunun Erdoğan-AKP blokunun reddine dayanması, varlık
tanımının bununla sınırlı olmasıdır. Erdoğan’ın başkanlığına karşı olmak, en uç
boyutta da, mevcut iktidarın yıkılmasını istemek dışında kendini tanımlayan, ne
olmak istediğini ortaya koyan, pozitif bir içeriğe, hedef ve projeye sahip
değildir. Hayır Bloku bu haliyle kendini neyin olacağı, nasıl bir
toplum-toplumsal işleyişin hedeflendiği ile değil, sadece neyin olmayacağı
temelinde tanımlayabilen bir oluşumdur. Bu oluşumun ortaya çıkışında en büyük
rolü bizzat Erdoğan-AKP iktidarı dışlamalarıyla oynamaktadır. Bu dışlamalar
olmadığında, Erdoğan’a gene de karşı olanlar olsa da bir karşı blok görünümü ve
varlığı ortadan kalkar.
Referandum; dışlanan, hayat alanları yok edilen, toplumdan
sayılmayan, siyasal katılımdan kovulan unsurlar açısından -ki bunlar son derece
heterojen, hatta birbirleriyle de çatışma halindeki unsurlardır – tepkilerini
açığa vurabilecekleri bir zemin sundu. Bir Hayır Bloku şeklinde görünmelerinin
gerisinde aralarındaki pozitif –inşa edici- bir hedef ortaklığı değil, her bir
unsurun sadece kendi derdi için gösterdiği tekil tepkinin böyle bir ortak zeminde
vuku bulması yatar. Her biri sadece kendi tepkisini ortaya koymuş, ama bu
tepkiler aynı fırsat zemininde gerçekleşmiştir. Blok görünümleri buradan
kaynaklanır. Bunun ötesinde dikkate alınır bir ortaklık söz konusu değildir.
Bir başka deyişle, dayatılan zemin nedeniyle Hayır tepkisi bir Blok’un tepkisi
görünümü kazanmış, hayır diyenler de bunun bileşeni olmuşlardır.
Her biri sadece kendi tekil tepkisini ortaya koyduğu için
Hayır Blokunu oluşturan unsurların ortak bir zeminde sadece ve en fazla “yan
yana durdukları” söylenebilir. Sadece hepsi de paralel şekilde toplum dışına
itilmiş unsurlardır ve buna hepsi de tepki içindedirler. Referandumda da her
biri aslında sadece kendi dışlanmışlığına tepkisini, hem de en sert biçimde
ortaya koymuştur. Tepkiler aynı zeminde ve aynı iktidara yöneldiği için bunlar
bir blok görüntüsü içine girmişlerdir. Hayır Bloku, aslında yan yana duran
tekil tepkilerin aritmetik toplamıdır. Bileşik organik, organize bir grup
değildir.
Blokun varlığı, varoluşu ile ilgili temel tanımlamayı da
buradan çıkarabiliriz: Erdoğan-AKP iktidarı ve dışlamaları bu blokun varlık
koşulunu oluşturur. Bu iktidar ve dışlamaları olduğu için bu blok vardır,
varlığını bu dışlama ve iktidara borçludur.
Evet Bloku’nun farkı
Evet Bloku ise bu bakımdan Hayır Bloku’ndan tamamen
farklıdır. Sahip olduğu pozitif hedeflerle bir irade bloku karakteri gösterir.
İçinde yer alan unsurlar duygusal bağlar yanında (Erdoğan sevgisi) tanımlanmış
hedefler itibariyle de bloka ve birbirlerine bağlıdırlar. Blok içindekiler, blok
hedeflerini ortak şekilde benimserler, blok içi kavgalar eksik olmasa da blok
hedefleri paylaşılır. Bunlar aynı zamanda her bir unsurun da kendi hedefidir,
blok bileşenleri blok hedeflerini kendi hedefleri olarak benimser ve
savunurlar. Evet ve Hayır Blokları iradi blok olup olmama temelinde karakter
farklılığı gösterirler.
Bu ince ayrıma ilk dikkat çeken düşünür Hegel olmuştur.
Meşhur diyalektiğinin ikinci adımını oluşturan olumsuzlama (Negation) için şunu
söyler: “Olumsuzlamada olumsuzlanan yaşamaya devam eder.” Alexandre Kojeve
“Hegel” isimli kitabında buna açıklık getirir: “Olumsuzlamanın kendi başına bir
varlığı yoktur. Varlığı, olumsuzladığı şeye bağlıdır.” Yüzüğün deliğini de örnek verir: “Yüzük varsa
deliği de vardır. Yüzük yoksa deliği de yoktur. Deliğin kendi başına bir
varlığı bulunmaz, varlığı yüzüğe bağlıdır.” Kendi başına bir varlığı olmayan,
ancak olumsuzladığı şeyle birlikte var olabilen bu olumsuzlamayı Hegel
“Belirlenmiş Negasyon” olarak isimlendirir: Ancak olumsuzladığı şeyle var olabilen
negasyon.
Hayır Bloku kendi başına kaldığında
Bu soyut ifadeleri anlaşılır hale getirmek amacıyla bir
örneğe başvuralım. Yaklaşık 100 ev veya daireden oluşan bir sitede oturduğumuzu
varsayalım. Evlerin yarısı tekil insanlara satılmış, kalan yarsı da inşaatı
yapan firmanın mülkiyetinde olsun. Sitenin atıl vaziyetteki kimi ortak
alanlarının nasıl değerlendireceği konusunda bir toplantı düzenlendiğini
düşünelim. Evleri yapan şirket, arka kısımdaki geniş kullanılmayan alanın
yandaki otoparka kiraya verilmesini önerir ve evlerin çoğunun kendi
mülkiyetinde olmasına güvenerek de bunu adeta dayatır. Gerekçesini bu sayede
siteye ciddi bir gelir kaynağı yaratmak oluşturur. Zira giderler çok, aidat
ödemeleri sıkıntılıdır.
Bu öneri tekil ev sahiplerini çok kızdırır. “Böyle saçmalık
mı olur” diye toplu halde karşı çıkarlar. Firmaya karşı son derece tepkili bir
blok ortaya çıkmıştır. Gösterilen sert tepki karşısında şirket önerisini geri
çeker, “Ben karışmıyorum, varın kendiniz karar verin” diyerek çıkar gider.
Hayır Bloku kendi başına kalmıştır. Büyük bir iştah ve heyecanla tartışmaya
başlarlar. Bir ev sahibi “Burayı otoparka kiraya versek akşam kendi arabamızı
para verip park edeceğiz. Bunun yerine kendi arabalarımız için park yeri
yapalım” der. Bir diğeri “Böyle saçmalık mı olur. Çocukların oyun oynayacak
yeri yok, bize araba parkı değil, oyun parkı lazım” diye karşı çıkar. Bir
başkası “Yav, burası çim saha için ideal” derken yanındaki “yahu 100 metre
ilerde cim saha var. Bir havuz yapalım da çoluk çocuk serinlesin” diye karşı
çıkar. Ve bu böyle dallanıp budaklanır. Şirket ortadan çekildiğinde tekil ev
sahipleri birbirlerine düşerler. Bu tür tartışmaların kavgalara kadar
varabileceği de günlük tecrübelerimizle sabittir. Ancak şu kadarını açık olarak
söyleyebiliriz: Eğer başta bunlar bir blok oluşturdularsa, bunun gerisinde
inşaatı yapan şirketin önerisinin hiç kimsenin kafasına yatmamış, herkesi
kızdırmış olması yatar. “Şirkete karşı blok” olmuşlardır. Blok oluşumu şirketin
kendi önerisini dayatmış olmasına dayanır. Şirket ve önerisi bu blok oluşumunun
varoluş koşuludur. Blok “şirkete karşıdır.” Şirket çekildiğinde -olmadığında-
blok çözülür, blok karakteri ortadan kalkar.
Mübarek gittiğinde
Hayır Bloku için de aynı şey geçerlidir. Burada da dışlama
ve dayatma ortadan kalktığında grup da çözülür. Bunu görmek için Arap
Baharı’nda Mısır’da yaşananlara göz atmak yeterli olacaktır. Mübarek rejimi
karşısında kimi gözlemcilere göre tarihin gördüğü en büyük kalabalıklar Kahire
meydanlarına dökülmüş, hep bir ağızdan “Mübarek gitsin” denmiştir. Mübarek
koltuğunda oturduğu müddetçe de bu büyük kalabalık bir blok görünümü
sergilemiştir. Mübarek iktidarı bıraktığında ise blok çözülmüş, bileşenlerine
ayrılmıştır. Ve bilindiği üzere, en temel konularda -seçimlerde ortak aday-
bile bir ortaklık ortaya koyamamışlardır. İçlerindeki en organize grup Müslüman
Kardeşler seçimlerden bu sayede galip çıkmıştır. Bu sefer de onlar kendi
iktidar uygulamalarıyla yeni bir Hayır Bloku’nun ortaya çıkmasına neden
olmuşlar, bu blok da gene ortak pozitif bir irade geliştiremediğinden kazançlı
çıkan ordu ve Sisi olmuştur. Örneklerin sergilediği gibi, sırf dışlamaya dayalı
bir blok, kendi başına bir varoluşa sahip olmadığı için, dışlayan ortadan
kalktığında çözülmektedir.
Erdoğan-AKP iktidarı ve bu iktidarın dışlamaları-dayatmaları
olmadığında benzer şekilde Hayır Bloku da varlık zeminini kaybeder. Mısır’daki
gibi çözülme, hatta iç çatışmalar başlar. Erdoğan’ın verdiğimiz örnekteki
şirketten farkı, toplantıyı terk etme bir niyetinin hiç olmamasıdır. Planlarını
her ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmek kararlılığı içindedir. Mübarek’ten farkı da ciddi bir tabana ve güce
sahip olmasıdır. Hayır Bloku’nun sergilediği güç onu Mübarek gibi iktidardan
uzaklaştırmaya yetmekten çok uzaktır. Buna devlet kurumlarındaki hâkimiyeti de
eklendiğinde mutlak hakimiyetinin -ve sergilediği tehlikenin- boyutları ortaya
çıkar.
Ama Erdoğan’ın iktidarı bırakma gibi bir niyetinin olmaması
aynı zamanda Hayır Bloku’nun varoluş koşulunun da devam edeceği anlamına gelir.
Blok’un yarattığı heyecan ve öforinin, üzerine yapılan gelecek hesaplarının
gerisinde de bu güven yatar. Baskı ve zulüm devam ettikçe Erdoğan bir karşı
bloklaşmadan kurtulamayacak, her zaman bir karşı blok ortaya çıkacaktır. Ancak
ortaya koymaya çalıştığımız gibi, bu karşı blok anlatmaya çalıştığımız zaaflara
sahip bir blok olacaktır.
Peki ya irade bloku?
Hayır Bloku’nun bir ucunda MHP ve ulusalcılar diğer ucunda
ise HDP’den PKK’ye Kürt hareketi bulunur ki bunların ortak bir hedef
yaratabilmeleri son derece zor görünmektedir. Hatta hatırlanırsa “Hayır”ı
kısmen birbirlerine husumetleri ile gerekçelendirmişlerdir. Örneğin, Barolar Birliği Başkanı “Evet
federasyon demektir” derken esas itibariyle toplumdaki Kürt alerjisini harekete
geçirmeye çalışır. Ama “Hayır Bloku” dendiğinde Baro Başkanı da Kürt hareketi
de birlikte kastedilir. Bu sebeple, Hayır Bloku’nda bunların sadece “yan yana
durdukları”ndan söz edilebilir. Bununla birlikte, blok Alevilerden sosyalist
sola, kimi liberallerden, ılımlı Kemalistlere, (bazı) işçi sendikalarından
kadın ve eşcinsel harekete kadar geniş bir yelpazeyi de içinde
barındırmaktadır. Aralarında çatışma ve çekişme olmasa da, ortak bir pozitif
irade olmadığı için, bunlar da bugünkü konumlarıyla blok içinde sadece yan yana
dururlar.
Politika yapmak, esas itibariyle, bu “yan yana duran” unsurlardan
organize bir grup, ortak hedefleri olan bir irade bloku yaratma uğraşısıdır. Bu
durumda, “yan yana duran” unsurların nasıl olup da aynı iradeyi sergileyen bir
grup davranışı içine sokulacağı politikanın temel görevi haline gelir. Buna
ilişkin düşüncelerimi yazının 3. ve 4. bölümlerinde ortaya koymaya çalışacağım.
Ama önce, Hayır Bloku’nun sergilediği zaafların Erdoğan-AKP bloku için ne tür
imkân ve hareket alanları yarattığına yakından bakmak faydalı olacaktır.
REFERANDUM VE “HAYIR BLOKU”(2): YAN YANALIK VE ERDOĞAN’IN
MANEVRA İMKANLARI
Birinci bölümde Hayır Bloku’nun varoluş ve ortaya çıkış
koşulunun iktidarın dışlamaları olduğunu, bu dışlamalar olduğu için
dışlananların bir blok görüntüsü sergilediğini, ama blokun bunun ötesinde
kendine has, pozitif – kurucu, inşa edici– hedeflere sahip olmadığını ifade
ettik. Bu özelliğiyle blok esas itibariyle hepsi de iktidar tarafından
dışlanmış unsurların itildikleri alanda yan yana durdukları heterojen bir
dışlanmışlar topluluğudur. Heterojen unsurlar arasında bir irade birliği
yoktur. Sergiledikleri, iktidara karşı olmak ve hatta onu yıkmak istemek gibi
ortaklık ise, hepsinin de aynı şekilde dışlanmış olmalarına dayanır. Aralarındaki bir irade oluşumu sürecinin
ürünü değildir. Bu bölümde, daha sonra ortaya koyacağım argümanların takibini
kolaylaştıracak bir grafiği tanıtmak istiyorum. Referandum tartışmaları
başlamadan önce siyasal sosyoloji şöyle bir bölünme sergiliyordu. Bu dönemde
Evet ve Hayır bloklarının henüz gündemde olmadığı akılda tutulmalıdır.
Ortadaki yatay çizgi toplumsal bölünmeyi temsil etmektedir.
Alt kesimdeki unsurların her biri diğerlerinden bağımsız şekilde toplum dışına
itilmiştir; Erdoğan ve AKP ile esas itibariyle kendi mağduriyet ve husumetini
yaşar. Diğerleriyle ortaklığı onların da benzer bir kader yaşıyor olmalarıdır.
Onlar da esas itibariyle Erdoğan-AKP blokuyla sadece kendi mağduriyet ve
husumetlerini yaşarlar. Aynı gücün mağduru olmaları yegane ortak yanlarını
oluşturur. Yan yana, aritmetik bir toplam olarak hep birlikte bir
“dışlanmışlar” topluluğu teşkil ederler ve sadece bu temelde birbirleriyle
–dolaylı- bir ilişkileri vardır.
Ama bu heterojen topluluk birbirleriyle de çatışma
içindedir. Bu da onların blok karakterini yok eden bir ilave özelliktir. Ama,
daha önemlisi, kendi içlerinde çatışma yaşamaları onları Erdoğan ve AKP
tarafından “kullanılmaya” açık hale getirir. Blok’un kendi içinde sergilediği
bu “iç çatışma dinamiği” ülkede 80’lerden bu yana süren uzun dönemli “çatışma
eksenlerine” dayanır. Ekonomiyi bir tarafa bırakırsak, 80’lerden bu yana en
temel politik kümeleşmeler bu çatışma eksenleri temelinde ortaya çıkmakta,
ittifaklar ve politik hedefler bu eksenler temelinde belirlenmektedir. Bu
çatışma eksenleri değişik toplumsal kümeleşmelerin hassas kırmızı çizgilerini
de ortaya çıkarırlar. Önemleri de buradan gelir. Kitle desteği arayan, belli
bir toplumsal kesime güvenilir biçimde dayanmak isteyen her bir siyasal
odak-aktör bu çatışma eksenlerinde kendine bir pozisyon belirleme zorunluluğu
ile karşı karşıyadır.
Bu uzun dönemli çatışma eksenleri göz önünde
bulundurulduğunda Hayır Bloku’nun dayandığı “heterojen dışlanmışlar
topluluğu”nun neden kendi içinde de çatışmalı olduğu kolayca anlaşılır:
Kemalist kesim Siyasal İslam’la laiklik-şeriat ekseninde,
Kürt Hareketi’yle de üniter devlet – otonomi ekseninde çatışma halindedir. Bu
çatışma potansiyeli sadece Kemalist kesimin siyasal sözcüleriyle sınırlı
olmayıp, dayandığı laik-modern, Kemalist halk kesimlerinde de oldukça
yaygındır. Aleviler siyasal İslam’la laiklik-şeriat ekseninde bir çatışma
içinde iken, ciddi bir Alevi kesimin Kürt hareketiyle ciddi bir çelişki içinde
olmadıklarını fark ediyoruz. Bu yönleriyle Kemalistlerden ayrılırlar ve kendi
başına bir topluluk olarak değerlendirilmeyi hak ederler. Siyasal İslam,
Kemalistler ve Alevilerle laiklik–şeriat ekseninde çatışma içinde iken, Kürt
Hareketiyle son derece oportünist–pragmatist bir ilişki içindedir. Ne üniter
devlet ne de Türk milliyetçiliği temel değerlerinden olmadığından bunlara
kurdukları/kurmak istedikleri ittifaklar temelinde son derece
oportünist–pragmatist yaklaşmaktadır. Bu da önüne son derece geniş bir
taktiksel manevra alanı açmaktadır. Bu çerçevede önce Gülen Cemaati ile ittifak
yapıp ortak hedef Kemalist-askeri vesayetle hesaplaşabilmişler; Avrupa Birliği
üyeliği girişimiyle bu mücadelede liberalleri de yanlarına çekebilmişlerdir.
Peşinden gelen tasfiyelerle Kemalizmin devlet kurumları içinde, özellikle de
yargıda temsilcisi ve koruyucusu kalmamıştır. Bu esnada “Milleti,
milliyetçiliği lügatimizden sildik” diyerek Kürtlerle de bir yakınlaşma
geliştirmiş, o dönemki dışlanmışlar topluluğunda bir daralma ve bölünme
yaratmışlardır. Kürtlerin en azından tarafsızlaştırıldığı bu dönemde toplumsal
bölünme çizgisi şöyle bir kayma gösterir.
Kürtlerle yakınlaşma Erdoğan-AKP blokunun beklentilerini
karşılamadığında, hatta “çözüm süreci”nin kendinden çok Kürt Hareketi’nin
güçlenmesine katkı yaptığı anlaşıldığında ise Dolmabahçe’de masa devrilmiş,
Kürtler dışlanmışlar topluluğuna kesin şekilde geri gönderilmişlerdir. Bu
dönemde Erdoğan Kürtleri dışladığı için mi ordu ve ulusalcılarla yakınlaşma
olmuştur; yoksa orduyu yanına çekebilmek için mi böyle bir yakınlaşmayı zorunlu
görmüş ve Dolmabahçe’deki masayı devirmiştir, bunu ancak konunun uzmanı siyasal
gözlemciler cevaplayabilirler. Ama Kürtleri dışlama ile Ulusalcılarla
yakınlaşma paralel yaşanan gelişmeler olmuştur. Bahçeli de Başkanlığa olmasa
bile Partili Cumhurbaşkanlığına yeşil ışık yaktığında toplumsal bölünme çizgisi
bu sefer tam tersi istikamette bir kayma yaşamıştır. Kürtler karşıya alınırken
MHP ve Ulusalcılar ve tabi eski ve yeni askerler Hakim Blok içine/yanına
çekilmiş-çekilmeye çalışılmıştır.
Anlatımımızda dış dünya ile olan ilişki ve gelişmeleri göz
önüne almadık. Ama gerek Fırat Kalkanı gerekse referandum öncesi Almanya ve
Hollanda ile yaşanan gerginlikteki politikaları göstermiştir ki Erdoğan CHP’yi
de milliyetçilik ve “Ülke ve devlet onuru” temelinde çok rahat
tarafsızlaştırılabilmekte, hatta tekil meselelerde müttefik haline
getirebilmektedir. CHP bu esnada Almanya ve Hollanda’ya karşı hükümet
politikalarını destekledi. Daha önce de bir yandan Fırat Kalkanı’na –tümden
olmasa da – destek çıkmış, Parlementoda dokunulmazlıkların kaldırılmasına oy
vermişti. Son olarak da sokağa çıkmış kendi tabanına sahip çıkmadı, hatta
bunları “sattı”. Tuhaf bir şekilde Erdoğan neredeyse hiç bir bedel ödemeden CHP
desteğinin keyfini yaşıyor. CHP “devleti savunma” adına Evren’in Necdelt Calp’a
biçtiği işlevi gönüllü üstlenmiş görünüyor.
Bütün bunlar “Hayır Bloku”nun ne kadar kırılgan ve zayıf bir
zemine sahip olduğunu gösterir. Ve bu şartlarda “Hayır Bloku” hazır mevcut bir
yapı olmayıp, koşulları hazır ama henüz yaratılmayı bekleyen bir politik güç
özelliği gösterir. Bu heterojen dışlanmışlar topluluğunu nasıl bir irade
bloğuna dönüştürüleceği ise politikanın, özellikle de Erdoğan-AKP blokunun
karşısına çıkmak isteyen unsurların –en başta da solun– önündeki en önemli
politik görevdir. Önümüzdeki dönemde politik başarı bugünkü heterojen, bağlantısız
Hayır Bloku’ndan –en azından büyük bölümü itibariyle – iradi bir karşı blok
yaratıp yaratmamaya bağlı olacaktır. Geliştirilecek politikaların, atılacak
adımların doğruluğu veya yanlışlığı da böyle bir irade bloku yaratmaya hizmet
edip etmemeleriyle ölçülecektir.
REFERANDUM VE “HAYIR BLOKU”(3): İRADİ HAYIR BLOKU’NUN TEMELİ
OLARAK “İNSAN HAKLARI”
Yan yana duran heterojen unsurlardan ortak irade sergileyen
bir grup yaratmak Hayır Bloku’nun temel politik sorununu oluşturur. İrade
sahibi olmak, birincisi yıkmanın ötesinde kurucu, inşa edici bir hedefe (amaç),
ikincisi de bu amaca ulaşma arzu ve motivasyonuna (tasa) sahip olmayı içerir.
Bunlardan amaç rasyonel düşünsel, tasa duygusal bağlanmayı dile getirir. İrade
terim olarak bunların ikisini de içerir. Örneğin, bir çocuğun sağlıklı
beslenmesi gerektiği rasyonel bir düşüncedir. Ama bu çocuk eğer kendi
çocuğumuzsa bu rasyonel düşünce aynı zamanda bizim tasamızdır da. Bu durunda
sadece düşüncenin rasyonelliğini onaylamakla kalmayız, bizzat kendimizi
ilgilendiren, kişi olarak fiilen uğraşmamız gereken kendi amacımız olarak
algılar ve yaşarız. Öyleyse bir irade bloku yaratmak hem amaç, hedef ortaya
koymayı, hem de duygusal bağ -ortak tasa- yaratmayı içerir. Aslında bunlar da
birbirinden kopuk olmayıp iç içedirler.
Dışlamayı tek varoluş koşulu olmaktan çıkarmak
Rasyonel yanıyla irade bloku yaratmak her şeyden önce mevcut
yan yana varoluşa bir tanımlayıcı prensip getirmeyi içerir. Bu
yapılabildiğinde, Erdoğan-AKP iktidarı ve dışlamaları blokun yegane varoluş
koşulu olmaktan çıkar; blok kendi hedef ve değerleriyle bir kimliğe, kendi
bağımsız varlığına kavuşur, yan yana duran unsurlar amacı belli bir grup
karakteri kazanmaya başlarlar. Ancak bu durumda bile grubun varoluşunun Erdoğan-AKP
blokunun dışlamalarından mutlak anlamda bağımsızlaşabileceğini düşünmek yanlış
olur. Zira, dışlama mutlak anlamda ortadan kalktığında, mücadele etme
zorunluluğu da birlikte hareket etme zorunluluğu da ortadan kalkmış demektir.
Bunlar yan yana durmayı bile bırakırlar. Bir iradi blok oluşturma hedefinin
gerisinde birlikte hareket etme mecburiyeti yatar. Bu mecburiyet tekil
unsurların bir yandan bir sorunu çözme zorunluluğu içinde bulunmalarından öte
yandan ise bu hedefe kendi başlarına, sırf kendi güçleriyle ulaşma imkanı
bulunmamasından, buna güçlerinin yetmemesinden kaynaklanır. Hakim blokun
ortadan kalkması, ya da dışlamaların son bulması bu mecburiyeti ortadan
kaldırır. Unsurları mücadeleye ve bir arada olmaya zorlayan neden ve dürtü
kalmaz. Bu nedenle, dışlama bir blok oluşturmanın koşulu olmaya devam eder.
Hegel’in “belirlenmiş negasyon” kavramını bu çerçevede anlamak gerekir. Bu
nedenle şunu geçici bir tez olarak söyleyebiliriz: Bir grubun kimlik kazanması,
kendine tanımlayıcı prensip/hedef belirlemesi zaman ve mekandan -koşullardan,
konjonktürde yaşadığı sorunlardan, maruz kaldığı baskı ve dışlamalardan-
bağımsız olmayıp, içinde yaşanılan bu koşullar çerçevesinde gerçekleşir.
Koşulların değişmesi grubun kimliğinin – amacının, tanımlayıcı prensibinin,
bileşenlerinin- de değişeceğini anlatır. Grubun devamı, kendini yeniden
üretmesi, bu nedenle, her bir durumda koşulları doğru okumasına bağlıdır.
Bir “dava” yaratmak
Dışlanmışlar topluluğu sırf hakim gücü yıkmanın ötesine
geçip kendine tanımlayıcı prensip ve hedefler koymaya başladığında
birliktelikleri yan yana duruş olmaktan çıkacaktır. Ama belli hedef ve ilkeler
doğrultusunda mücadele etmek bir “dava” yaratmak anlamına gelir: amaçta ve
tasada ortaklık. Bu durumda, Hayır Bloku’nun kendine pozitif -kurucu, inşa
edici- bir kimlik geliştirmesi, kendi başına bir varoluşa sahip olması neyin
peşinde koştuğunu bilen bir “dava” yaratması demektir. Bu gerçekleştiğinde
ortaya bir dava ve bir dava hareketi çıkar, heterojen topluluk bu davanın ortak
aidiyet sergileyen organize grubuna dönüşür. İçindeki unsurlar da ortak davanın
taşıyıcıları ve bileşenleri haline gelirler. Erdoğan-AKP blokunu dize
getirebilecek bir politik güç yan yana duran dışlanmış unsurlardan bu şekilde
ortak bir dava yaratmakla mümkün olabilir.
Bloka kimlik verecek “dava hedefi” ütopik, hayattan ve bir
araya gelmesi amaçlanan unsurlardan kopuk bir şey olmayacaksa -ki sırf ütopyaya
dayalı (ütopik) davaların taşıyıcı kitle bulmakta zorlandığı yeterince
kanıtlanmış bir olgudur- bu hedefi belirlerken sözkonusu unsurların
sergiledikleri politik sosyoloji zemininde yürümek, hedef ve politikayı bu
zeminde belirlemek gerekir. Bu konuda solun, özellikle de Devrimci Yol’un 70’li
yıllardaki pratiği yeterince zengin bir birikim sunmaktadır. Hatta, kimilerine
garip gelecek olsa da, elimizde bunun dışında başvurabileceğimiz işe yarar bir
başka tecrübenin bulunmadığı da çok rahat söylenebilir. Bu birikimi, tabii ki,
günümüz koşullarına yorumlayarak kılavuz almak gerekir.
“Direnen halk kesimleri”
Referans alacağımız tecrübenin en önde gelen düsturunu,
politikanın yaşanan hayata, “halkın zaten sergilediği, halk içinde kendi başına
ortaya çıkmış mücadele eğilimlerine” dayanması gerektiği prensibi oluşturur.
Devrimci Yol geçmişte politik misyonunu halk içinde kendiliğinden ortaya çıkmış
direnme eğilimlerini örgütlemek, organize hale getirmek ve bunları problemin
köklü şekilde ortadan kalkacağı bir toplum hedefine yönlendirmek olarak
tanımlıyordu. Günlük politik uğraşısının içeriğini de hedefini de somut,
yaşanan hayattan, ortaya çıkmış problemlerden ve bunlara karşı ortaya çıkmış
mücadele eğilimlerinden türetiyordu. Hayatın içinden çıkmayan hiçbir şeyle de
uğraşmadığını sayısız defalar dile getirmiştir. Politik mücadele halk içinde
zaten ortaya çıkmış tepki ve taleplere dayanmalı, bunları ortaya çıkaran
nedenlerin köklü şekilde ortadan kalkacağı bir toplumsal işleyişi de hedef
olarak belirlemelidir. Bugün de yapılması gereken bundan farklı değildir.
Hayır Bloku içindeki unsurlar Devrimci Yol söylemindeki
“direnen halk kesimlerine” denk düşerler. Ne var ki bugün “halk kesimleri
içinde ortaya çıkmış direnme eğilimleri” hem içerik ve yönelim, hem de biçim
itibariyle 70’li yıllardan son derece farklıdırlar. 70’li yıllarda insanların
en önde gelen problemini can güvenliği oluşturuyordu. İktidar sivil ve resmi
güçleri ile insanların canına kast etmiş, insanların akşama eve sağ salim geri
geleceği garantisi kalmamıştı. Üniversite ve liselerden mahallelere, Maraş,
Malatya, Çorum’a kadar yaşanalar bunu gösterir. Bugün ise insanlar -henüz-
böyle bir can derdi, ölüm korkusu içinde bulunmuyorlar. En temel problemlerini
bir yandan alıştıkları, kendilerine uygun ya da doğru gördükleri bir hayatı, ya
da hayatlarını inançlarına, değerlerine uygun şekilde yaşayamamaları; belli bir
hayat tarzının yukardan dayatılması; öte yandan da bu dayatmayı kabul
etmeyenlere, karşı çıkanlara baskı uygulanması, tutuklanması, içeri atılması ve
dışlanan kesimlerin hak arama ve siyasal süreçlere katılım imkânlarının ortadan
kaldırılması oluşturuyor. İnsanların hayat alanları yok edilirken itiraz
imkânları da ortadan kaldırılıyor.
Dağınık hak mücadeleleri
70’li yıllarda insanlar “meşru müdafaa” yapıyor, kendi can
güvenliklerini ellerindeki derme çatma imkânlarla kendileri sağlıyor,
okullarını, mahallelerini gece gündüz bekliyor, bu şekilde kendilerine
yaşayabilecekleri bir hayat alanını yaratmaya çalışıyorlardı. Bugün ise
insanlar kendilerine bir hayat alanı açabilmek için hak ve özgürlük mücadelesi
veriyorlar. Nereye baksak bir hak ve özgürlük ihlali şikâyeti duyuyor, bir hak
arama ve özgürlük mücadelesi görüyoruz. Bugünün gerçeği, “sahip çıkılması,
örgütlendirilmesi, geliştirilmesi, organize hale sokulması, temelli ortadan
kalkacakları bir hedefe yönlendirilmesi” gereken kendiliğinden eğilimler bu
“hak ve özgürlük arama” mücadeleleridir.
Bununla birlikte bu hak mücadeleleri 70’lerdekine benzer
dağınık bir tablo sergiliyor. Şöyle ki: Dışlanan her bir kesim kendi hak ve özgürlüğünün
arayışı içindedir, ama sadece kendi hak ve özgürlüğünün peşindedir. Hatta öyle
ki, dışlanan laik-Kemalist kesimin sözcülerinden bir hukuk doçenti -ki aynı
zamanda ülkenin en büyük barosunun (eski) başkanıdır- çıktığı bir televizyon
programında Kürtlerin kimi hak arayışlarını “özgürlüğün kötüye kullanımı”
olarak ilan edebiliyor. Bu örneğin de açıkça ortaya koyduğu gibi, her bir
kesimin kendi hak ve özgürlüklerinin peşinde olması bunların toplamından
kendiliğinden bir ortak özgürlük ve demokrasi davası ve hareketi yaratmıyor.
Aslında tarihin her döneminde hak ve özgürlük arayışına, hak
ve özgürlük mücadelesine rastlanır. Tarihin bütünü hak ve özgürlük
mücadeleleriyle doludur. Bu eski hak ve özgürlük arayışlarının günümüz
mücadelelerinden temel farkını, ulaşmak istedikleri hedefin sadece kendileri
(sınıf, zümre, şehir, kurum, bölge vb) ile sınırlı bir imtiyazdan ibaret olması
oluşturur. Sırf kendi hak ve özgürlüğünün peşinde olmak, başarılı olunduğunda
sadece bu kesimle ilgili bir imtiyaz ortaya çıkarır. Bu şekildeki bir imtiyaz
arayışı ise hak arayışını ortak dava yapabilmekten çok uzaktadır. Tekil hak
arayışlarının ortak bir irade sergileyebilmesi için tekil hak arayışlarına
kaynaklık yapabilecek bir genel söylem geliştirmek gerekir, öyle ki, bu genel
söylem ortak bir söylem olarak her bir kesime kendi hak ve özgürlüğünü elde
edeceğinin imkânı ve garantisini veren ortak referans olabilme karakteri
taşımalıdır. Tekil hak arayışları ancak böyle bir referans olduğunda sırf
kendisi ile sınırlı imtiyaz arayışı olmaktan çıkarılabilir, bir ve aynı
özgürlük arayışının parçası, bir ve aynı davanın bileşenleri haline
getirilebilirler. Günümüz İnsan Hakları söylemi bu koşulu sağlayabilen bir
özellik gösterir. Zira, ayırt edici özelliğini sözkonusu hakkın herkes için
olması, hak arayışının evrensel (herkes için geçerli) bir prensip şeklinde
ortaya konulması oluşturur. İstenen hak ya da özgürlük, duruma göre ya bütün
insanlar ya da bütün vatandaşlar içindir. Günümüzün hukuk anlayışı hakkın
sahibi olarak belli, özel bir toplum kesimini değil en genel, en soyut haliyle
“insanı” tanımlar. Bütün somut özelliklerinden -dilinden, dininden, etnik
kökeninden, cinsiyetinden, derisinin renginden vb- bağımsız olarak “sırf insan”
hakkın sahibidir. Bu ‘insan’ her kılığa girebilir, ama kişi taşıdığı somut
kimliği itibariyle değil sırf ‘insan’ olarak hakkın sahibi ve taşıyıcısıdır.
İnsan Haklarının bu işlevi doldurma yeteneğini daha da somutlaştırmak faydalı
olacaktır.
İnsan Hakları
Filozoflar özgürlüğün düşünme ile başladığını söylerler.
Birçok kimse de buna dayanarak kişi zindanda bile olsa özgürlüğünün yok
edilemeyeceğini haklı olarak, ifade ederler. İnsan her koşul altında özgür
düşünebilir. Ancak, İnsan Hakları söylemi düşünmeyi değil düşünülenin ‘özgür
ifadesini’ hak olarak tanımlar. Zira, düşünme engellenemezse de bunun ifadesi
çok rahat engellenebilmektedir. ‘Özgür ifade’ hakkı bu noktadan sonra farklı
bir toplumsallaşmaya alan açar. Bunu Claude Lefort’a müracaatla şöyle tasvir
edebiliriz: Bir kimsenin düşüncesini özgürce ifade hakkı bir başkasının bunu
özgürce dinlemesini ve karşı düşüncesini ifade edebilmesini de içerir. Böylece
birincisi, toplumda temelini konuşma ve karşı konuşmanın oluşturduğu yatay bir
toplumsallaşmanın zemini ortaya çıkar. Yaşam tasavvurları, hayatın gidişatına
ve amacına ilişkin bu yatay toplumsallaşma temelinde gelişir; topluma yukardan
bir hayat dayatma zemini kalmaz ya da bu yapılsa bile ona karşı bir alternatif
toplumsal işleyiş ortaya çıkar. İkincisi, İnsan Hakları öğretisinin vazettiği
‘kendini özgürce gerçekleştirme’ hakkı, kişinin kendine uygun gördüğü, kendi
iradesiyle tasavvur ettiği bir hayatı yaşama hakkını ifade eder. Bu hak kişiye
sırf kendi tasavvuru doğrultusunda yaşayabileceği bir yaşam alanı açar. Can
güvenliği, kişisel onurun dokunulmazlığı, özel alanın dokunulmazlığı vb gibi
haklar da kişinin bu ‘kendine özgü’ hayatını garanti altına alır. İkinci ve
üçüncü nesil olarak adlandırılan haklar herkesin kendine özgü hayatını
yaşayabilmesi için maddi koşulların sağlanmasına yönelik pozitif haklardır.
Kişinin diğerlerinden farklı, sırf kendine özgü hayatını yaşayabilmesi değer
olarak konulur, teşvik edilir; bunun koşulları sağlanmaya çalışılır.
Farklılığın eşit şekilde yaşanabilmesi amaçlanır. Kadın hakları buna en iyi
örneği oluşturur.
Siyasal özgürlükler ve siyasal katılım hakları -seçilmiş
bile olsa- hiç kimsenin tek başına toplum adına konuşamayacağını, toplum
iradesinin bu yatay toplumsallaşma süreçleri içinde belirleneceğini kurala
bağlar. Özel haklarla birlikte ele alındığında bu haklar sayesinde toplum
yukardan sultan iradesiyle belirlenen, yönetilen bir toplum olmaktan çıkar,
kendini sürekli sorgulayan/sorgulayabilen bir toplum karakteri kazanır.
Toplumda neyin olacağını tek başına belirleyen bir ‘padişah imtiyazı’ kalmaz.
Günümüzün esas sorununu da zaten bu oluşturmaktadır: Toplumda neyin olacağı
‘padişah iradesi’ ile mi yoksa yatay toplumsallaşma süreçleri üzerinden mi
belirlenecektir?
Özetle, hak ve özgülük arayışında İnsan Hakları temel
referans yapıldığında, her bir kesim gene sadece kendisi olmanın, kendine uygun
gördüğü hayatı yaşamanın şartlarına kavuştuğu halde, bu mücadele her bir
kesimin sırf kendi imtiyazı peşinde koştuğu kaotik bir mücadele olmaktan çıkar.
Hak ve özgürlük ortak değer, ortak referans haline gelir; yürütülen mücadele de
ortak bir davaya dönüşür. Herkes kendi hak ve özgürlüklerinin peşinde koşarken,
ortak bir davanın bileşenleri, aynı iradenin taşıyıcıları haline gelirler. Bir
irade bloku ortaya çıkar.
Zira, kişi, hak veya özgürlüğünü toplumdaki yerinden (ait
olduğu sınıf, zümre ya da bölgeden) değil de sırf insan olmasından
türettiğinde, bu özgürlük öğretisi artık insan sayılan her türlü yaratığın
kendi hayatını yaşamasının koşulu ve teminatı olur. Tek bir prensip topluluğu
oluşturan heterojen unsurların kendilerini ve farklılıklarını yaşamalarının
ifadesi ve gerçekleşme koşulu, bütün bu tekil hedeflerin temsilcisi haline
gelir. Prensip insanlara belli bir hayatı dayatmaz, aksine onların her birinin
kendi hayatını yaşama hakkına sahip olduğunu vazeder, her bir unsurun sadece
kendini yaşayacağını vadeder.
Alternatif bir toplumsal varoluş ilkesi
İnsan hakları -genel- davası farklı hak ve özgürlük
arayışlarını ortak bir davaya dönüştürme işlevini yerine getirebilecek, bunlar
arasında ortak bir irade ve ortak bir dava yaratabilecek yegane söylem
konumundadır. Dahası, böyle bir yatay toplumsallaşma kaynağı olarak Erdoğan-AKP
iktidarına alternatif bir toplumsal varoluş ilkesini de ortaya koyar. Bu
yanıyla, alternatif bir toplumsal işleyiş projesidir. Bir ‘anti-statüko’
söylemden beklenen bütün işlevleri karşılar.
Hayır Bloku içindeki yaklaşımlarla kıyasladığımızda
argümanımızın gücü daha iyi ortaya çıkacaktır. CHP ve Ulusalcı hak arayışları
laikliği tanımlayıcı prensip olarak almaktadırlar. Bunlara göre, Erdoğan-AKP
blokuna karşı mücadele Kemalist, laik cumhuriyeti ve üniter devleti savunma
mücadelesi olarak yürütülmeli, Hayır Bloku’ndaki taleplerin meşruluğu bu temel
ilkeden türetilmelidir. Yukarıda baro başkanı hukukçunun “özgürlüğün kötüye
kullanıldığı” savının gerisinde de bu değerlere referans yatar. Bu tez Hayır
Bloku içinde bir kısım Alevi, sosyalist sol çevrelerde, sendika ve kadın
hareketinin vb bir kısmında da destek bulabilmekte, bu kesimler laiklik ve
Kemalist cumhuriyeti savunma mücadelesinde kendi amaçlarının da gerçekleştiğini
görmektedirler. Ne var ki aynı şeyi Hayır Bloku’nun geniş bir parçasını
oluşturan Kürt hareketi için söyleyebilmek mümkün değildir. Hatta bunlar
bırakın Kemalist cumhuriyette kendi problemlerinin çözüldüğünü görmeyi,
Kemalizmi ve Kemalist cumhuriyet ilkelerini bizzat kendi problemlerinin sebebi
olarak değerlendirmektedirler.
“Bütün diğer sorunların anası”
Gene Kürt Hareketi içinde bazı kesimler Kürt sorununu bütün
diğer sorunların anası (doğurucusu) olarak görmekte, “barış” ya da “çözüm”ü
herkes açısından hedeflenmesi gereken ana amaç olarak düşünmektedirler ve herkesi
barış veya çözüm temelinde bir arada saf tutmaya çağırmaktadırlar. Barış
olduğunda veya Kürt sorunu çözüme kavuştuğunda ülkedeki bütün diğer sorunların
önündeki temel engel ortadan kalkmış olacak, ülke kendi meselelerine dönme,
bunlarla uğraşma şansı yakalayacaktır. Bu kesimlerin düşüncesine göre bu
gerçekleşmeden ülkedeki hiç kimsenin kendi derdiyle uğraşma şansı
bulunmamaktadır. Kürt meselesi her zaman diğer sorunların önüne engel olarak
çıkmaktadır. Barışın yaygın bir beklenti olduğunu teslim etmekle birlikte,
mevcut şartlarda temel davanın bu temelde yaratılabileceğini düşünmek naif bir
beklenti olur. Zira, kişi ancak kendi probleminin de çözüm umudu olarak gördüğü
bir mücadeleye taşıyıcı, aktif bileşen olarak katılabilir. Kendi başına barış
ya da devlet ve Kürt hareketinin anlaşarak sorunu bir çözüme bağlamasının,
örneğin, laik-modern bir kadının kendine uygun gördüğü bir hayatı yaşamasının
nasıl temsilcisi olacağı, hangi yönüyle bu talebe gerçekleşme umudu yaratacağı
hayli meçhuldür. Bir diktatör de sıkıştığında belli bir kesimin taleplerini
onaylayabilir, hatta otonomi bile verebilir. Ama bir kesimin taleplerinin
onaylanması, onu diğerleri için diktatör olmaktan çıkarmaz; onların
taleplerinin de bu şekilde çözülmüş olacağını ifade etmez. Aksine, onların
problemlerinin kaynağı olmaya devam edebilir.
Merkezdeki boşluk
Eğer Hayır cephesi, göstermeye çalıştığımız gibi, ancak
‘İnsan Hakları’ temel referans söylem yapılarak bir iradi bloka
dönüşebilecekse, bu durumda Hayır cephesinin merkezinde muazzam bir boşluk
bulunuyor demektir. Hayır cephesini organize blok haline sokacak merkez boş
durumdadır. Merkez boş olduğu içindir ki Erdoğan blok içinde geniş manevra
imkanları bulabilmektedir. Bu boşluk ancak insan hak ve özgürlüklerini temel
referans yapan bir söylem geliştirilerek doldurulabilir. Ancak bu şekilde
blokun toplu hareketi, grup karakteri kazanması sağlanabilir. Blok içindeki
savrulmalar, iktidara eklemlenmeler ancak güçlü bir merkez yaratılabildiğinde
engellenebilir. Erdoğan’ın Hayır Bloku içindeki unsurları birbirlerine karşı
kullanmasının, Hayır Bloku’ndan müttefikler çıkarabilmesinin önüne ancak bu
şekilde geçilebilir.
Demokrasiler genellikle “halk egemenliği” ilkesinin hakim
kılınmasıyla eş tutulurlar. Halk doğrudan kendi yönettiğinde -örneğin antik
demokrasi- veya yöneticilerini seçtiğinde demokrasi olacağı ve problemlerin
ortadan kalkacağı düşünülür. Gerek seçilmiş biri olarak Erdoğan’ın Türkiye’ye
yaşattığı tecrübeler, gerekse siyaset felsefesinde Rousseau’nun parçalanmayı
kabul etmeyen “genel irade” kavramı bunun pek de isabetli bir düşünce
olmadığını gösterir. Mutlak monarşilere karşı ortaya çıkmaya başlayan “Halk egemenlik”leri ancak “birey hak ve
özgürlükleri”yle genişletildiklerinde demokrasileri ortaya çıkmaya başlamıştır.
Günümüzde sıkça dile getirilen ‘plebisiter diktatörlük’ terimi de bu ayrımı
ifade eder. Halk oyu kendi başına ancak çoğunluk iktidarı olabilir. Çoğunluk
azınlığı ezmeye kalktığında ise azınlığa kendine yaşam alanı sunacak bir
referans ilke mevcut değil demektir. İnsan Hakları işte böyle bir referans
sunar. Temel referans olduğunda toplumu tamamıyla yatay toplumsallaşma
süreçlerine tabi kılması nedeniyle de sadece Hayır Bloku’na pozitif ilke
sunmakla kalmaz, aynı zamanda, mevcut iktidara alternatif radikal demokrat bir
toplum projesi olma karakteri de taşır. (MEHMET SÜREYYA KARAKURT – SENDİKA.ORG)