HIDE
GRID_STYLE
TRUE
SHOW_BLOG

HAYIR BLOKU (1) (2) (3) (Mehmet Süreyya Karakurt)

“Hayır cephesini organize blok haline sokacak merkez boş durumdadır. Merkez boş olduğu içindir ki Erdoğan blok içinde geniş manevra imkanl...

“Hayır cephesini organize blok haline sokacak merkez boş durumdadır. Merkez boş olduğu içindir ki Erdoğan blok içinde geniş manevra imkanları bulabilmektedir. Bu boşluk ancak insan hak ve özgürlüklerini temel referans yapan bir söylem geliştirilerek doldurulabilir. Ancak bu şekilde blokun toplu hareketi, grup karakteri kazanması sağlanabilir. Blok içindeki savrulmalar, iktidara eklemlenmeler ancak güçlü bir merkez yaratılabildiğinde engellenebilir. Erdoğan’ın Hayır Bloku içindeki unsurları birbirlerine karşı kullanmasının, Hayır Bloku’ndan müttefikler çıkarabilmesinin önüne ancak bu şekilde geçilebilir”


REFERANDUM VE “HAYIR BLOKU”(1): NİTELİK

Her biri sadece kendi tekil tepkisini ortaya koyduğu için Hayır Blokunu oluşturan unsurların ortak bir zeminde sadece ve en fazla “yan yana durdukları” söylenebilir. Sadece hepsi de paralel şekilde toplum dışına itilmiş unsurlardır ve buna hepsi de tepki içindedirler.

Referandumda toplumun en az yarısı beklentilerin ötesinde bir “Hayır” tepkisi gösterdi. Hayır’ın gerçek oranının yüzde 50’nin üstünde olduğunu düşünsem de tepkinin gücünü oy oranıyla ölçmek yanıltıcı olur. Zira bu orana “Hayır” demenin resmen yasaklandığı, “Hayır” diyenlerin büyük baskı ve zorbalık gördüğü, içeri tıkıldığı, propaganda yapma imkânlarının yok edildiği, “Evet” için ise medyadan devlet kurumlarına bütün imkânların sonuna kadar kullanıldığı şartlarda ulaşıldı. Özgür ve eşit şartlarda “Evet”in azınlıkta kalacağı, anlaşılıyor ki, hükümet tarafından da baştan itibaren açık şekilde biliniyordu. Bu baskılara rağmen toplumun en az yarısı Erdoğan’a muazzam bir tepki gösterdi ve bütün korkutma/sindirme/susturma girişimlerine rağmen devasa bir “Hayır Bloku” ortaya çıktı.

Tepkinin sertliği, Blok’un genişliği sol grup ve partiler de dâhil blok içindeki birçok siyasal odakta büyük heyecan ve öforiye yol açtı. Bunlar blokun bugünkü durumunu veri kabul edip gelecek -Erdoğan’ı yıkma- planları yapmaya çoktan başladılar bile. Kimileri 2019’daki Cumhurbaşkanı adayını tartışıyor. Ne var ki bu hesapların sağlamlığı konusuna temkinli yaklaşmanın doğru olacağı kanaatindeyim. Tepkinin gücü ve derinliği tartışmasız olsa da, Hayır Bloku’nun “blok karakteri”ni iyi bir sorgulamaya tabi tuttuğumuzda hesabın güvenilirliğine neden temkinli yaklaşmak gerektiği ortaya çıkacaktır. Bu kısa yazı dizisinde bu sorgulamayı yapmaya, Hayır Bloku’nun geleceği ile ilgili politikalar konusunda üzerinden atlanan kimi noktaları ortaya koymaya çalışacağım.

Hayır Bloku’nu bir arada tutan zemin

Hayır Bloku’nun Erdoğan’ın kendisini sultan yetkileriyle donatacağı bir düzen dayatmasına tepki olarak ortaya çıkmış olması bizi ciddi metodoloji sorunları ile karşı karşıya bırakmaktadır. Her ne kadar referandumda bariz bir toplumsal bölünme ortaya çıkmış, toplum uzlaşmaz iki blok halinde karşı karşıya gelmiş ise de, bunlardan Evet Bloku kendine has pozitif içerik ve hedeflerle ortaya çıkmış, kendi başına var olan bir blok karakteri sergilerken, aynı şeyi Hayır Bloku için söyleyebilmek mümkün değildir. Hayır Bloku’nun temel karakteristiği, varoluşunun Erdoğan-AKP blokunun reddine dayanması, varlık tanımının bununla sınırlı olmasıdır. Erdoğan’ın başkanlığına karşı olmak, en uç boyutta da, mevcut iktidarın yıkılmasını istemek dışında kendini tanımlayan, ne olmak istediğini ortaya koyan, pozitif bir içeriğe, hedef ve projeye sahip değildir. Hayır Bloku bu haliyle kendini neyin olacağı, nasıl bir toplum-toplumsal işleyişin hedeflendiği ile değil, sadece neyin olmayacağı temelinde tanımlayabilen bir oluşumdur. Bu oluşumun ortaya çıkışında en büyük rolü bizzat Erdoğan-AKP iktidarı dışlamalarıyla oynamaktadır. Bu dışlamalar olmadığında, Erdoğan’a gene de karşı olanlar olsa da bir karşı blok görünümü ve varlığı ortadan kalkar.

Referandum; dışlanan, hayat alanları yok edilen, toplumdan sayılmayan, siyasal katılımdan kovulan unsurlar açısından -ki bunlar son derece heterojen, hatta birbirleriyle de çatışma halindeki unsurlardır – tepkilerini açığa vurabilecekleri bir zemin sundu. Bir Hayır Bloku şeklinde görünmelerinin gerisinde aralarındaki pozitif –inşa edici- bir hedef ortaklığı değil, her bir unsurun sadece kendi derdi için gösterdiği tekil tepkinin böyle bir ortak zeminde vuku bulması yatar. Her biri sadece kendi tepkisini ortaya koymuş, ama bu tepkiler aynı fırsat zemininde gerçekleşmiştir. Blok görünümleri buradan kaynaklanır. Bunun ötesinde dikkate alınır bir ortaklık söz konusu değildir. Bir başka deyişle, dayatılan zemin nedeniyle Hayır tepkisi bir Blok’un tepkisi görünümü kazanmış, hayır diyenler de bunun bileşeni olmuşlardır.

Her biri sadece kendi tekil tepkisini ortaya koyduğu için Hayır Blokunu oluşturan unsurların ortak bir zeminde sadece ve en fazla “yan yana durdukları” söylenebilir. Sadece hepsi de paralel şekilde toplum dışına itilmiş unsurlardır ve buna hepsi de tepki içindedirler. Referandumda da her biri aslında sadece kendi dışlanmışlığına tepkisini, hem de en sert biçimde ortaya koymuştur. Tepkiler aynı zeminde ve aynı iktidara yöneldiği için bunlar bir blok görüntüsü içine girmişlerdir. Hayır Bloku, aslında yan yana duran tekil tepkilerin aritmetik toplamıdır. Bileşik organik, organize bir grup değildir.

Blokun varlığı, varoluşu ile ilgili temel tanımlamayı da buradan çıkarabiliriz: Erdoğan-AKP iktidarı ve dışlamaları bu blokun varlık koşulunu oluşturur. Bu iktidar ve dışlamaları olduğu için bu blok vardır, varlığını bu dışlama ve iktidara borçludur.

Evet Bloku’nun farkı

Evet Bloku ise bu bakımdan Hayır Bloku’ndan tamamen farklıdır. Sahip olduğu pozitif hedeflerle bir irade bloku karakteri gösterir. İçinde yer alan unsurlar duygusal bağlar yanında (Erdoğan sevgisi) tanımlanmış hedefler itibariyle de bloka ve birbirlerine bağlıdırlar. Blok içindekiler, blok hedeflerini ortak şekilde benimserler, blok içi kavgalar eksik olmasa da blok hedefleri paylaşılır. Bunlar aynı zamanda her bir unsurun da kendi hedefidir, blok bileşenleri blok hedeflerini kendi hedefleri olarak benimser ve savunurlar. Evet ve Hayır Blokları iradi blok olup olmama temelinde karakter farklılığı gösterirler.

Bu ince ayrıma ilk dikkat çeken düşünür Hegel olmuştur. Meşhur diyalektiğinin ikinci adımını oluşturan olumsuzlama (Negation) için şunu söyler: “Olumsuzlamada olumsuzlanan yaşamaya devam eder.” Alexandre Kojeve “Hegel” isimli kitabında buna açıklık getirir: “Olumsuzlamanın kendi başına bir varlığı yoktur. Varlığı, olumsuzladığı şeye bağlıdır.”  Yüzüğün deliğini de örnek verir: “Yüzük varsa deliği de vardır. Yüzük yoksa deliği de yoktur. Deliğin kendi başına bir varlığı bulunmaz, varlığı yüzüğe bağlıdır.” Kendi başına bir varlığı olmayan, ancak olumsuzladığı şeyle birlikte var olabilen bu olumsuzlamayı Hegel “Belirlenmiş Negasyon” olarak isimlendirir: Ancak olumsuzladığı şeyle var olabilen negasyon.

Hayır Bloku kendi başına kaldığında

Bu soyut ifadeleri anlaşılır hale getirmek amacıyla bir örneğe başvuralım. Yaklaşık 100 ev veya daireden oluşan bir sitede oturduğumuzu varsayalım. Evlerin yarısı tekil insanlara satılmış, kalan yarsı da inşaatı yapan firmanın mülkiyetinde olsun. Sitenin atıl vaziyetteki kimi ortak alanlarının nasıl değerlendireceği konusunda bir toplantı düzenlendiğini düşünelim. Evleri yapan şirket, arka kısımdaki geniş kullanılmayan alanın yandaki otoparka kiraya verilmesini önerir ve evlerin çoğunun kendi mülkiyetinde olmasına güvenerek de bunu adeta dayatır. Gerekçesini bu sayede siteye ciddi bir gelir kaynağı yaratmak oluşturur. Zira giderler çok, aidat ödemeleri sıkıntılıdır.

Bu öneri tekil ev sahiplerini çok kızdırır. “Böyle saçmalık mı olur” diye toplu halde karşı çıkarlar. Firmaya karşı son derece tepkili bir blok ortaya çıkmıştır. Gösterilen sert tepki karşısında şirket önerisini geri çeker, “Ben karışmıyorum, varın kendiniz karar verin” diyerek çıkar gider. Hayır Bloku kendi başına kalmıştır. Büyük bir iştah ve heyecanla tartışmaya başlarlar. Bir ev sahibi “Burayı otoparka kiraya versek akşam kendi arabamızı para verip park edeceğiz. Bunun yerine kendi arabalarımız için park yeri yapalım” der. Bir diğeri “Böyle saçmalık mı olur. Çocukların oyun oynayacak yeri yok, bize araba parkı değil, oyun parkı lazım” diye karşı çıkar. Bir başkası “Yav, burası çim saha için ideal” derken yanındaki “yahu 100 metre ilerde cim saha var. Bir havuz yapalım da çoluk çocuk serinlesin” diye karşı çıkar. Ve bu böyle dallanıp budaklanır. Şirket ortadan çekildiğinde tekil ev sahipleri birbirlerine düşerler. Bu tür tartışmaların kavgalara kadar varabileceği de günlük tecrübelerimizle sabittir. Ancak şu kadarını açık olarak söyleyebiliriz: Eğer başta bunlar bir blok oluşturdularsa, bunun gerisinde inşaatı yapan şirketin önerisinin hiç kimsenin kafasına yatmamış, herkesi kızdırmış olması yatar. “Şirkete karşı blok” olmuşlardır. Blok oluşumu şirketin kendi önerisini dayatmış olmasına dayanır. Şirket ve önerisi bu blok oluşumunun varoluş koşuludur. Blok “şirkete karşıdır.” Şirket çekildiğinde -olmadığında- blok çözülür, blok karakteri ortadan kalkar.

Mübarek gittiğinde

Hayır Bloku için de aynı şey geçerlidir. Burada da dışlama ve dayatma ortadan kalktığında grup da çözülür. Bunu görmek için Arap Baharı’nda Mısır’da yaşananlara göz atmak yeterli olacaktır. Mübarek rejimi karşısında kimi gözlemcilere göre tarihin gördüğü en büyük kalabalıklar Kahire meydanlarına dökülmüş, hep bir ağızdan “Mübarek gitsin” denmiştir. Mübarek koltuğunda oturduğu müddetçe de bu büyük kalabalık bir blok görünümü sergilemiştir. Mübarek iktidarı bıraktığında ise blok çözülmüş, bileşenlerine ayrılmıştır. Ve bilindiği üzere, en temel konularda -seçimlerde ortak aday- bile bir ortaklık ortaya koyamamışlardır. İçlerindeki en organize grup Müslüman Kardeşler seçimlerden bu sayede galip çıkmıştır. Bu sefer de onlar kendi iktidar uygulamalarıyla yeni bir Hayır Bloku’nun ortaya çıkmasına neden olmuşlar, bu blok da gene ortak pozitif bir irade geliştiremediğinden kazançlı çıkan ordu ve Sisi olmuştur. Örneklerin sergilediği gibi, sırf dışlamaya dayalı bir blok, kendi başına bir varoluşa sahip olmadığı için, dışlayan ortadan kalktığında çözülmektedir.

Erdoğan-AKP iktidarı ve bu iktidarın dışlamaları-dayatmaları olmadığında benzer şekilde Hayır Bloku da varlık zeminini kaybeder. Mısır’daki gibi çözülme, hatta iç çatışmalar başlar. Erdoğan’ın verdiğimiz örnekteki şirketten farkı, toplantıyı terk etme bir niyetinin hiç olmamasıdır. Planlarını her ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmek kararlılığı içindedir.  Mübarek’ten farkı da ciddi bir tabana ve güce sahip olmasıdır. Hayır Bloku’nun sergilediği güç onu Mübarek gibi iktidardan uzaklaştırmaya yetmekten çok uzaktır. Buna devlet kurumlarındaki hâkimiyeti de eklendiğinde mutlak hakimiyetinin -ve sergilediği tehlikenin- boyutları ortaya çıkar.

Ama Erdoğan’ın iktidarı bırakma gibi bir niyetinin olmaması aynı zamanda Hayır Bloku’nun varoluş koşulunun da devam edeceği anlamına gelir. Blok’un yarattığı heyecan ve öforinin, üzerine yapılan gelecek hesaplarının gerisinde de bu güven yatar. Baskı ve zulüm devam ettikçe Erdoğan bir karşı bloklaşmadan kurtulamayacak, her zaman bir karşı blok ortaya çıkacaktır. Ancak ortaya koymaya çalıştığımız gibi, bu karşı blok anlatmaya çalıştığımız zaaflara sahip bir blok olacaktır.

Peki ya irade bloku?

Hayır Bloku’nun bir ucunda MHP ve ulusalcılar diğer ucunda ise HDP’den PKK’ye Kürt hareketi bulunur ki bunların ortak bir hedef yaratabilmeleri son derece zor görünmektedir. Hatta hatırlanırsa “Hayır”ı kısmen birbirlerine husumetleri ile gerekçelendirmişlerdir.  Örneğin, Barolar Birliği Başkanı “Evet federasyon demektir” derken esas itibariyle toplumdaki Kürt alerjisini harekete geçirmeye çalışır. Ama “Hayır Bloku” dendiğinde Baro Başkanı da Kürt hareketi de birlikte kastedilir. Bu sebeple, Hayır Bloku’nda bunların sadece “yan yana durdukları”ndan söz edilebilir. Bununla birlikte, blok Alevilerden sosyalist sola, kimi liberallerden, ılımlı Kemalistlere, (bazı) işçi sendikalarından kadın ve eşcinsel harekete kadar geniş bir yelpazeyi de içinde barındırmaktadır. Aralarında çatışma ve çekişme olmasa da, ortak bir pozitif irade olmadığı için, bunlar da bugünkü konumlarıyla blok içinde sadece yan yana dururlar.

Politika yapmak, esas itibariyle, bu “yan yana duran” unsurlardan organize bir grup, ortak hedefleri olan bir irade bloku yaratma uğraşısıdır. Bu durumda, “yan yana duran” unsurların nasıl olup da aynı iradeyi sergileyen bir grup davranışı içine sokulacağı politikanın temel görevi haline gelir. Buna ilişkin düşüncelerimi yazının 3. ve 4. bölümlerinde ortaya koymaya çalışacağım. Ama önce, Hayır Bloku’nun sergilediği zaafların Erdoğan-AKP bloku için ne tür imkân ve hareket alanları yarattığına yakından bakmak faydalı olacaktır.

REFERANDUM VE “HAYIR BLOKU”(2): YAN YANALIK VE ERDOĞAN’IN MANEVRA İMKANLARI

Birinci bölümde Hayır Bloku’nun varoluş ve ortaya çıkış koşulunun iktidarın dışlamaları olduğunu, bu dışlamalar olduğu için dışlananların bir blok görüntüsü sergilediğini, ama blokun bunun ötesinde kendine has, pozitif – kurucu, inşa edici– hedeflere sahip olmadığını ifade ettik. Bu özelliğiyle blok esas itibariyle hepsi de iktidar tarafından dışlanmış unsurların itildikleri alanda yan yana durdukları heterojen bir dışlanmışlar topluluğudur. Heterojen unsurlar arasında bir irade birliği yoktur. Sergiledikleri, iktidara karşı olmak ve hatta onu yıkmak istemek gibi ortaklık ise, hepsinin de aynı şekilde dışlanmış olmalarına dayanır.  Aralarındaki bir irade oluşumu sürecinin ürünü değildir. Bu bölümde, daha sonra ortaya koyacağım argümanların takibini kolaylaştıracak bir grafiği tanıtmak istiyorum. Referandum tartışmaları başlamadan önce siyasal sosyoloji şöyle bir bölünme sergiliyordu. Bu dönemde Evet ve Hayır bloklarının henüz gündemde olmadığı akılda tutulmalıdır.


Ortadaki yatay çizgi toplumsal bölünmeyi temsil etmektedir. Alt kesimdeki unsurların her biri diğerlerinden bağımsız şekilde toplum dışına itilmiştir; Erdoğan ve AKP ile esas itibariyle kendi mağduriyet ve husumetini yaşar. Diğerleriyle ortaklığı onların da benzer bir kader yaşıyor olmalarıdır. Onlar da esas itibariyle Erdoğan-AKP blokuyla sadece kendi mağduriyet ve husumetlerini yaşarlar. Aynı gücün mağduru olmaları yegane ortak yanlarını oluşturur. Yan yana, aritmetik bir toplam olarak hep birlikte bir “dışlanmışlar” topluluğu teşkil ederler ve sadece bu temelde birbirleriyle –dolaylı- bir ilişkileri vardır.

Ama bu heterojen topluluk birbirleriyle de çatışma içindedir. Bu da onların blok karakterini yok eden bir ilave özelliktir. Ama, daha önemlisi, kendi içlerinde çatışma yaşamaları onları Erdoğan ve AKP tarafından “kullanılmaya” açık hale getirir. Blok’un kendi içinde sergilediği bu “iç çatışma dinamiği” ülkede 80’lerden bu yana süren uzun dönemli “çatışma eksenlerine” dayanır. Ekonomiyi bir tarafa bırakırsak, 80’lerden bu yana en temel politik kümeleşmeler bu çatışma eksenleri temelinde ortaya çıkmakta, ittifaklar ve politik hedefler bu eksenler temelinde belirlenmektedir. Bu çatışma eksenleri değişik toplumsal kümeleşmelerin hassas kırmızı çizgilerini de ortaya çıkarırlar. Önemleri de buradan gelir. Kitle desteği arayan, belli bir toplumsal kesime güvenilir biçimde dayanmak isteyen her bir siyasal odak-aktör bu çatışma eksenlerinde kendine bir pozisyon belirleme zorunluluğu ile karşı karşıyadır.


Bu uzun dönemli çatışma eksenleri göz önünde bulundurulduğunda Hayır Bloku’nun dayandığı “heterojen dışlanmışlar topluluğu”nun neden kendi içinde de çatışmalı olduğu kolayca anlaşılır:

Kemalist kesim Siyasal İslam’la laiklik-şeriat ekseninde, Kürt Hareketi’yle de üniter devlet – otonomi ekseninde çatışma halindedir. Bu çatışma potansiyeli sadece Kemalist kesimin siyasal sözcüleriyle sınırlı olmayıp, dayandığı laik-modern, Kemalist halk kesimlerinde de oldukça yaygındır. Aleviler siyasal İslam’la laiklik-şeriat ekseninde bir çatışma içinde iken, ciddi bir Alevi kesimin Kürt hareketiyle ciddi bir çelişki içinde olmadıklarını fark ediyoruz. Bu yönleriyle Kemalistlerden ayrılırlar ve kendi başına bir topluluk olarak değerlendirilmeyi hak ederler. Siyasal İslam, Kemalistler ve Alevilerle laiklik–şeriat ekseninde çatışma içinde iken, Kürt Hareketiyle son derece oportünist–pragmatist bir ilişki içindedir. Ne üniter devlet ne de Türk milliyetçiliği temel değerlerinden olmadığından bunlara kurdukları/kurmak istedikleri ittifaklar temelinde son derece oportünist–pragmatist yaklaşmaktadır. Bu da önüne son derece geniş bir taktiksel manevra alanı açmaktadır. Bu çerçevede önce Gülen Cemaati ile ittifak yapıp ortak hedef Kemalist-askeri vesayetle hesaplaşabilmişler; Avrupa Birliği üyeliği girişimiyle bu mücadelede liberalleri de yanlarına çekebilmişlerdir. Peşinden gelen tasfiyelerle Kemalizmin devlet kurumları içinde, özellikle de yargıda temsilcisi ve koruyucusu kalmamıştır. Bu esnada “Milleti, milliyetçiliği lügatimizden sildik” diyerek Kürtlerle de bir yakınlaşma geliştirmiş, o dönemki dışlanmışlar topluluğunda bir daralma ve bölünme yaratmışlardır. Kürtlerin en azından tarafsızlaştırıldığı bu dönemde toplumsal bölünme çizgisi şöyle bir kayma gösterir.


Kürtlerle yakınlaşma Erdoğan-AKP blokunun beklentilerini karşılamadığında, hatta “çözüm süreci”nin kendinden çok Kürt Hareketi’nin güçlenmesine katkı yaptığı anlaşıldığında ise Dolmabahçe’de masa devrilmiş, Kürtler dışlanmışlar topluluğuna kesin şekilde geri gönderilmişlerdir. Bu dönemde Erdoğan Kürtleri dışladığı için mi ordu ve ulusalcılarla yakınlaşma olmuştur; yoksa orduyu yanına çekebilmek için mi böyle bir yakınlaşmayı zorunlu görmüş ve Dolmabahçe’deki masayı devirmiştir, bunu ancak konunun uzmanı siyasal gözlemciler cevaplayabilirler. Ama Kürtleri dışlama ile Ulusalcılarla yakınlaşma paralel yaşanan gelişmeler olmuştur. Bahçeli de Başkanlığa olmasa bile Partili Cumhurbaşkanlığına yeşil ışık yaktığında toplumsal bölünme çizgisi bu sefer tam tersi istikamette bir kayma yaşamıştır. Kürtler karşıya alınırken MHP ve Ulusalcılar ve tabi eski ve yeni askerler Hakim Blok içine/yanına çekilmiş-çekilmeye çalışılmıştır.


Anlatımımızda dış dünya ile olan ilişki ve gelişmeleri göz önüne almadık. Ama gerek Fırat Kalkanı gerekse referandum öncesi Almanya ve Hollanda ile yaşanan gerginlikteki politikaları göstermiştir ki Erdoğan CHP’yi de milliyetçilik ve “Ülke ve devlet onuru” temelinde çok rahat tarafsızlaştırılabilmekte, hatta tekil meselelerde müttefik haline getirebilmektedir. CHP bu esnada Almanya ve Hollanda’ya karşı hükümet politikalarını destekledi. Daha önce de bir yandan Fırat Kalkanı’na –tümden olmasa da – destek çıkmış, Parlementoda dokunulmazlıkların kaldırılmasına oy vermişti. Son olarak da sokağa çıkmış kendi tabanına sahip çıkmadı, hatta bunları “sattı”. Tuhaf bir şekilde Erdoğan neredeyse hiç bir bedel ödemeden CHP desteğinin keyfini yaşıyor. CHP “devleti savunma” adına Evren’in Necdelt Calp’a biçtiği işlevi gönüllü üstlenmiş görünüyor.

Bütün bunlar “Hayır Bloku”nun ne kadar kırılgan ve zayıf bir zemine sahip olduğunu gösterir. Ve bu şartlarda “Hayır Bloku” hazır mevcut bir yapı olmayıp, koşulları hazır ama henüz yaratılmayı bekleyen bir politik güç özelliği gösterir. Bu heterojen dışlanmışlar topluluğunu nasıl bir irade bloğuna dönüştürüleceği ise politikanın, özellikle de Erdoğan-AKP blokunun karşısına çıkmak isteyen unsurların –en başta da solun– önündeki en önemli politik görevdir. Önümüzdeki dönemde politik başarı bugünkü heterojen, bağlantısız Hayır Bloku’ndan –en azından büyük bölümü itibariyle – iradi bir karşı blok yaratıp yaratmamaya bağlı olacaktır. Geliştirilecek politikaların, atılacak adımların doğruluğu veya yanlışlığı da böyle bir irade bloku yaratmaya hizmet edip etmemeleriyle ölçülecektir.

REFERANDUM VE “HAYIR BLOKU”(3): İRADİ HAYIR BLOKU’NUN TEMELİ OLARAK “İNSAN HAKLARI”

Yan yana duran heterojen unsurlardan ortak irade sergileyen bir grup yaratmak Hayır Bloku’nun temel politik sorununu oluşturur. İrade sahibi olmak, birincisi yıkmanın ötesinde kurucu, inşa edici bir hedefe (amaç), ikincisi de bu amaca ulaşma arzu ve motivasyonuna (tasa) sahip olmayı içerir. Bunlardan amaç rasyonel düşünsel, tasa duygusal bağlanmayı dile getirir. İrade terim olarak bunların ikisini de içerir. Örneğin, bir çocuğun sağlıklı beslenmesi gerektiği rasyonel bir düşüncedir. Ama bu çocuk eğer kendi çocuğumuzsa bu rasyonel düşünce aynı zamanda bizim tasamızdır da. Bu durunda sadece düşüncenin rasyonelliğini onaylamakla kalmayız, bizzat kendimizi ilgilendiren, kişi olarak fiilen uğraşmamız gereken kendi amacımız olarak algılar ve yaşarız. Öyleyse bir irade bloku yaratmak hem amaç, hedef ortaya koymayı, hem de duygusal bağ -ortak tasa- yaratmayı içerir. Aslında bunlar da birbirinden kopuk olmayıp iç içedirler.

Dışlamayı tek varoluş koşulu olmaktan çıkarmak

Rasyonel yanıyla irade bloku yaratmak her şeyden önce mevcut yan yana varoluşa bir tanımlayıcı prensip getirmeyi içerir. Bu yapılabildiğinde, Erdoğan-AKP iktidarı ve dışlamaları blokun yegane varoluş koşulu olmaktan çıkar; blok kendi hedef ve değerleriyle bir kimliğe, kendi bağımsız varlığına kavuşur, yan yana duran unsurlar amacı belli bir grup karakteri kazanmaya başlarlar. Ancak bu durumda bile grubun varoluşunun Erdoğan-AKP blokunun dışlamalarından mutlak anlamda bağımsızlaşabileceğini düşünmek yanlış olur. Zira, dışlama mutlak anlamda ortadan kalktığında, mücadele etme zorunluluğu da birlikte hareket etme zorunluluğu da ortadan kalkmış demektir. Bunlar yan yana durmayı bile bırakırlar. Bir iradi blok oluşturma hedefinin gerisinde birlikte hareket etme mecburiyeti yatar. Bu mecburiyet tekil unsurların bir yandan bir sorunu çözme zorunluluğu içinde bulunmalarından öte yandan ise bu hedefe kendi başlarına, sırf kendi güçleriyle ulaşma imkanı bulunmamasından, buna güçlerinin yetmemesinden kaynaklanır. Hakim blokun ortadan kalkması, ya da dışlamaların son bulması bu mecburiyeti ortadan kaldırır. Unsurları mücadeleye ve bir arada olmaya zorlayan neden ve dürtü kalmaz. Bu nedenle, dışlama bir blok oluşturmanın koşulu olmaya devam eder. Hegel’in “belirlenmiş negasyon” kavramını bu çerçevede anlamak gerekir. Bu nedenle şunu geçici bir tez olarak söyleyebiliriz: Bir grubun kimlik kazanması, kendine tanımlayıcı prensip/hedef belirlemesi zaman ve mekandan -koşullardan, konjonktürde yaşadığı sorunlardan, maruz kaldığı baskı ve dışlamalardan- bağımsız olmayıp, içinde yaşanılan bu koşullar çerçevesinde gerçekleşir. Koşulların değişmesi grubun kimliğinin – amacının, tanımlayıcı prensibinin, bileşenlerinin- de değişeceğini anlatır. Grubun devamı, kendini yeniden üretmesi, bu nedenle, her bir durumda koşulları doğru okumasına bağlıdır.

Bir “dava” yaratmak

Dışlanmışlar topluluğu sırf hakim gücü yıkmanın ötesine geçip kendine tanımlayıcı prensip ve hedefler koymaya başladığında birliktelikleri yan yana duruş olmaktan çıkacaktır. Ama belli hedef ve ilkeler doğrultusunda mücadele etmek bir “dava” yaratmak anlamına gelir: amaçta ve tasada ortaklık. Bu durumda, Hayır Bloku’nun kendine pozitif -kurucu, inşa edici- bir kimlik geliştirmesi, kendi başına bir varoluşa sahip olması neyin peşinde koştuğunu bilen bir “dava” yaratması demektir. Bu gerçekleştiğinde ortaya bir dava ve bir dava hareketi çıkar, heterojen topluluk bu davanın ortak aidiyet sergileyen organize grubuna dönüşür. İçindeki unsurlar da ortak davanın taşıyıcıları ve bileşenleri haline gelirler. Erdoğan-AKP blokunu dize getirebilecek bir politik güç yan yana duran dışlanmış unsurlardan bu şekilde ortak bir dava yaratmakla mümkün olabilir.

Bloka kimlik verecek “dava hedefi” ütopik, hayattan ve bir araya gelmesi amaçlanan unsurlardan kopuk bir şey olmayacaksa -ki sırf ütopyaya dayalı (ütopik) davaların taşıyıcı kitle bulmakta zorlandığı yeterince kanıtlanmış bir olgudur- bu hedefi belirlerken sözkonusu unsurların sergiledikleri politik sosyoloji zemininde yürümek, hedef ve politikayı bu zeminde belirlemek gerekir. Bu konuda solun, özellikle de Devrimci Yol’un 70’li yıllardaki pratiği yeterince zengin bir birikim sunmaktadır. Hatta, kimilerine garip gelecek olsa da, elimizde bunun dışında başvurabileceğimiz işe yarar bir başka tecrübenin bulunmadığı da çok rahat söylenebilir. Bu birikimi, tabii ki, günümüz koşullarına yorumlayarak kılavuz almak gerekir.

“Direnen halk kesimleri”

Referans alacağımız tecrübenin en önde gelen düsturunu, politikanın yaşanan hayata, “halkın zaten sergilediği, halk içinde kendi başına ortaya çıkmış mücadele eğilimlerine” dayanması gerektiği prensibi oluşturur. Devrimci Yol geçmişte politik misyonunu halk içinde kendiliğinden ortaya çıkmış direnme eğilimlerini örgütlemek, organize hale getirmek ve bunları problemin köklü şekilde ortadan kalkacağı bir toplum hedefine yönlendirmek olarak tanımlıyordu. Günlük politik uğraşısının içeriğini de hedefini de somut, yaşanan hayattan, ortaya çıkmış problemlerden ve bunlara karşı ortaya çıkmış mücadele eğilimlerinden türetiyordu. Hayatın içinden çıkmayan hiçbir şeyle de uğraşmadığını sayısız defalar dile getirmiştir. Politik mücadele halk içinde zaten ortaya çıkmış tepki ve taleplere dayanmalı, bunları ortaya çıkaran nedenlerin köklü şekilde ortadan kalkacağı bir toplumsal işleyişi de hedef olarak belirlemelidir. Bugün de yapılması gereken bundan farklı değildir.

Hayır Bloku içindeki unsurlar Devrimci Yol söylemindeki “direnen halk kesimlerine” denk düşerler. Ne var ki bugün “halk kesimleri içinde ortaya çıkmış direnme eğilimleri” hem içerik ve yönelim, hem de biçim itibariyle 70’li yıllardan son derece farklıdırlar. 70’li yıllarda insanların en önde gelen problemini can güvenliği oluşturuyordu. İktidar sivil ve resmi güçleri ile insanların canına kast etmiş, insanların akşama eve sağ salim geri geleceği garantisi kalmamıştı. Üniversite ve liselerden mahallelere, Maraş, Malatya, Çorum’a kadar yaşanalar bunu gösterir. Bugün ise insanlar -henüz- böyle bir can derdi, ölüm korkusu içinde bulunmuyorlar. En temel problemlerini bir yandan alıştıkları, kendilerine uygun ya da doğru gördükleri bir hayatı, ya da hayatlarını inançlarına, değerlerine uygun şekilde yaşayamamaları; belli bir hayat tarzının yukardan dayatılması; öte yandan da bu dayatmayı kabul etmeyenlere, karşı çıkanlara baskı uygulanması, tutuklanması, içeri atılması ve dışlanan kesimlerin hak arama ve siyasal süreçlere katılım imkânlarının ortadan kaldırılması oluşturuyor. İnsanların hayat alanları yok edilirken itiraz imkânları da ortadan kaldırılıyor.

Dağınık hak mücadeleleri

70’li yıllarda insanlar “meşru müdafaa” yapıyor, kendi can güvenliklerini ellerindeki derme çatma imkânlarla kendileri sağlıyor, okullarını, mahallelerini gece gündüz bekliyor, bu şekilde kendilerine yaşayabilecekleri bir hayat alanını yaratmaya çalışıyorlardı. Bugün ise insanlar kendilerine bir hayat alanı açabilmek için hak ve özgürlük mücadelesi veriyorlar. Nereye baksak bir hak ve özgürlük ihlali şikâyeti duyuyor, bir hak arama ve özgürlük mücadelesi görüyoruz. Bugünün gerçeği, “sahip çıkılması, örgütlendirilmesi, geliştirilmesi, organize hale sokulması, temelli ortadan kalkacakları bir hedefe yönlendirilmesi” gereken kendiliğinden eğilimler bu “hak ve özgürlük arama” mücadeleleridir.

Bununla birlikte bu hak mücadeleleri 70’lerdekine benzer dağınık bir tablo sergiliyor. Şöyle ki: Dışlanan her bir kesim kendi hak ve özgürlüğünün arayışı içindedir, ama sadece kendi hak ve özgürlüğünün peşindedir. Hatta öyle ki, dışlanan laik-Kemalist kesimin sözcülerinden bir hukuk doçenti -ki aynı zamanda ülkenin en büyük barosunun (eski) başkanıdır- çıktığı bir televizyon programında Kürtlerin kimi hak arayışlarını “özgürlüğün kötüye kullanımı” olarak ilan edebiliyor. Bu örneğin de açıkça ortaya koyduğu gibi, her bir kesimin kendi hak ve özgürlüklerinin peşinde olması bunların toplamından kendiliğinden bir ortak özgürlük ve demokrasi davası ve hareketi yaratmıyor.

Aslında tarihin her döneminde hak ve özgürlük arayışına, hak ve özgürlük mücadelesine rastlanır. Tarihin bütünü hak ve özgürlük mücadeleleriyle doludur. Bu eski hak ve özgürlük arayışlarının günümüz mücadelelerinden temel farkını, ulaşmak istedikleri hedefin sadece kendileri (sınıf, zümre, şehir, kurum, bölge vb) ile sınırlı bir imtiyazdan ibaret olması oluşturur. Sırf kendi hak ve özgürlüğünün peşinde olmak, başarılı olunduğunda sadece bu kesimle ilgili bir imtiyaz ortaya çıkarır. Bu şekildeki bir imtiyaz arayışı ise hak arayışını ortak dava yapabilmekten çok uzaktadır. Tekil hak arayışlarının ortak bir irade sergileyebilmesi için tekil hak arayışlarına kaynaklık yapabilecek bir genel söylem geliştirmek gerekir, öyle ki, bu genel söylem ortak bir söylem olarak her bir kesime kendi hak ve özgürlüğünü elde edeceğinin imkânı ve garantisini veren ortak referans olabilme karakteri taşımalıdır. Tekil hak arayışları ancak böyle bir referans olduğunda sırf kendisi ile sınırlı imtiyaz arayışı olmaktan çıkarılabilir, bir ve aynı özgürlük arayışının parçası, bir ve aynı davanın bileşenleri haline getirilebilirler. Günümüz İnsan Hakları söylemi bu koşulu sağlayabilen bir özellik gösterir. Zira, ayırt edici özelliğini sözkonusu hakkın herkes için olması, hak arayışının evrensel (herkes için geçerli) bir prensip şeklinde ortaya konulması oluşturur. İstenen hak ya da özgürlük, duruma göre ya bütün insanlar ya da bütün vatandaşlar içindir. Günümüzün hukuk anlayışı hakkın sahibi olarak belli, özel bir toplum kesimini değil en genel, en soyut haliyle “insanı” tanımlar. Bütün somut özelliklerinden -dilinden, dininden, etnik kökeninden, cinsiyetinden, derisinin renginden vb- bağımsız olarak “sırf insan” hakkın sahibidir. Bu ‘insan’ her kılığa girebilir, ama kişi taşıdığı somut kimliği itibariyle değil sırf ‘insan’ olarak hakkın sahibi ve taşıyıcısıdır. İnsan Haklarının bu işlevi doldurma yeteneğini daha da somutlaştırmak faydalı olacaktır.

İnsan Hakları

Filozoflar özgürlüğün düşünme ile başladığını söylerler. Birçok kimse de buna dayanarak kişi zindanda bile olsa özgürlüğünün yok edilemeyeceğini haklı olarak, ifade ederler. İnsan her koşul altında özgür düşünebilir. Ancak, İnsan Hakları söylemi düşünmeyi değil düşünülenin ‘özgür ifadesini’ hak olarak tanımlar. Zira, düşünme engellenemezse de bunun ifadesi çok rahat engellenebilmektedir. ‘Özgür ifade’ hakkı bu noktadan sonra farklı bir toplumsallaşmaya alan açar. Bunu Claude Lefort’a müracaatla şöyle tasvir edebiliriz: Bir kimsenin düşüncesini özgürce ifade hakkı bir başkasının bunu özgürce dinlemesini ve karşı düşüncesini ifade edebilmesini de içerir. Böylece birincisi, toplumda temelini konuşma ve karşı konuşmanın oluşturduğu yatay bir toplumsallaşmanın zemini ortaya çıkar. Yaşam tasavvurları, hayatın gidişatına ve amacına ilişkin bu yatay toplumsallaşma temelinde gelişir; topluma yukardan bir hayat dayatma zemini kalmaz ya da bu yapılsa bile ona karşı bir alternatif toplumsal işleyiş ortaya çıkar. İkincisi, İnsan Hakları öğretisinin vazettiği ‘kendini özgürce gerçekleştirme’ hakkı, kişinin kendine uygun gördüğü, kendi iradesiyle tasavvur ettiği bir hayatı yaşama hakkını ifade eder. Bu hak kişiye sırf kendi tasavvuru doğrultusunda yaşayabileceği bir yaşam alanı açar. Can güvenliği, kişisel onurun dokunulmazlığı, özel alanın dokunulmazlığı vb gibi haklar da kişinin bu ‘kendine özgü’ hayatını garanti altına alır. İkinci ve üçüncü nesil olarak adlandırılan haklar herkesin kendine özgü hayatını yaşayabilmesi için maddi koşulların sağlanmasına yönelik pozitif haklardır. Kişinin diğerlerinden farklı, sırf kendine özgü hayatını yaşayabilmesi değer olarak konulur, teşvik edilir; bunun koşulları sağlanmaya çalışılır. Farklılığın eşit şekilde yaşanabilmesi amaçlanır. Kadın hakları buna en iyi örneği oluşturur.

Siyasal özgürlükler ve siyasal katılım hakları -seçilmiş bile olsa- hiç kimsenin tek başına toplum adına konuşamayacağını, toplum iradesinin bu yatay toplumsallaşma süreçleri içinde belirleneceğini kurala bağlar. Özel haklarla birlikte ele alındığında bu haklar sayesinde toplum yukardan sultan iradesiyle belirlenen, yönetilen bir toplum olmaktan çıkar, kendini sürekli sorgulayan/sorgulayabilen bir toplum karakteri kazanır. Toplumda neyin olacağını tek başına belirleyen bir ‘padişah imtiyazı’ kalmaz. Günümüzün esas sorununu da zaten bu oluşturmaktadır: Toplumda neyin olacağı ‘padişah iradesi’ ile mi yoksa yatay toplumsallaşma süreçleri üzerinden mi belirlenecektir?

Özetle, hak ve özgülük arayışında İnsan Hakları temel referans yapıldığında, her bir kesim gene sadece kendisi olmanın, kendine uygun gördüğü hayatı yaşamanın şartlarına kavuştuğu halde, bu mücadele her bir kesimin sırf kendi imtiyazı peşinde koştuğu kaotik bir mücadele olmaktan çıkar. Hak ve özgürlük ortak değer, ortak referans haline gelir; yürütülen mücadele de ortak bir davaya dönüşür. Herkes kendi hak ve özgürlüklerinin peşinde koşarken, ortak bir davanın bileşenleri, aynı iradenin taşıyıcıları haline gelirler. Bir irade bloku ortaya çıkar.

Zira, kişi, hak veya özgürlüğünü toplumdaki yerinden (ait olduğu sınıf, zümre ya da bölgeden) değil de sırf insan olmasından türettiğinde, bu özgürlük öğretisi artık insan sayılan her türlü yaratığın kendi hayatını yaşamasının koşulu ve teminatı olur. Tek bir prensip topluluğu oluşturan heterojen unsurların kendilerini ve farklılıklarını yaşamalarının ifadesi ve gerçekleşme koşulu, bütün bu tekil hedeflerin temsilcisi haline gelir. Prensip insanlara belli bir hayatı dayatmaz, aksine onların her birinin kendi hayatını yaşama hakkına sahip olduğunu vazeder, her bir unsurun sadece kendini yaşayacağını vadeder.

Alternatif bir toplumsal varoluş ilkesi

İnsan hakları -genel- davası farklı hak ve özgürlük arayışlarını ortak bir davaya dönüştürme işlevini yerine getirebilecek, bunlar arasında ortak bir irade ve ortak bir dava yaratabilecek yegane söylem konumundadır. Dahası, böyle bir yatay toplumsallaşma kaynağı olarak Erdoğan-AKP iktidarına alternatif bir toplumsal varoluş ilkesini de ortaya koyar. Bu yanıyla, alternatif bir toplumsal işleyiş projesidir. Bir ‘anti-statüko’ söylemden beklenen bütün işlevleri karşılar.

Hayır Bloku içindeki yaklaşımlarla kıyasladığımızda argümanımızın gücü daha iyi ortaya çıkacaktır. CHP ve Ulusalcı hak arayışları laikliği tanımlayıcı prensip olarak almaktadırlar. Bunlara göre, Erdoğan-AKP blokuna karşı mücadele Kemalist, laik cumhuriyeti ve üniter devleti savunma mücadelesi olarak yürütülmeli, Hayır Bloku’ndaki taleplerin meşruluğu bu temel ilkeden türetilmelidir. Yukarıda baro başkanı hukukçunun “özgürlüğün kötüye kullanıldığı” savının gerisinde de bu değerlere referans yatar. Bu tez Hayır Bloku içinde bir kısım Alevi, sosyalist sol çevrelerde, sendika ve kadın hareketinin vb bir kısmında da destek bulabilmekte, bu kesimler laiklik ve Kemalist cumhuriyeti savunma mücadelesinde kendi amaçlarının da gerçekleştiğini görmektedirler. Ne var ki aynı şeyi Hayır Bloku’nun geniş bir parçasını oluşturan Kürt hareketi için söyleyebilmek mümkün değildir. Hatta bunlar bırakın Kemalist cumhuriyette kendi problemlerinin çözüldüğünü görmeyi, Kemalizmi ve Kemalist cumhuriyet ilkelerini bizzat kendi problemlerinin sebebi olarak değerlendirmektedirler.

“Bütün diğer sorunların anası”

Gene Kürt Hareketi içinde bazı kesimler Kürt sorununu bütün diğer sorunların anası (doğurucusu) olarak görmekte, “barış” ya da “çözüm”ü herkes açısından hedeflenmesi gereken ana amaç olarak düşünmektedirler ve herkesi barış veya çözüm temelinde bir arada saf tutmaya çağırmaktadırlar. Barış olduğunda veya Kürt sorunu çözüme kavuştuğunda ülkedeki bütün diğer sorunların önündeki temel engel ortadan kalkmış olacak, ülke kendi meselelerine dönme, bunlarla uğraşma şansı yakalayacaktır. Bu kesimlerin düşüncesine göre bu gerçekleşmeden ülkedeki hiç kimsenin kendi derdiyle uğraşma şansı bulunmamaktadır. Kürt meselesi her zaman diğer sorunların önüne engel olarak çıkmaktadır. Barışın yaygın bir beklenti olduğunu teslim etmekle birlikte, mevcut şartlarda temel davanın bu temelde yaratılabileceğini düşünmek naif bir beklenti olur. Zira, kişi ancak kendi probleminin de çözüm umudu olarak gördüğü bir mücadeleye taşıyıcı, aktif bileşen olarak katılabilir. Kendi başına barış ya da devlet ve Kürt hareketinin anlaşarak sorunu bir çözüme bağlamasının, örneğin, laik-modern bir kadının kendine uygun gördüğü bir hayatı yaşamasının nasıl temsilcisi olacağı, hangi yönüyle bu talebe gerçekleşme umudu yaratacağı hayli meçhuldür. Bir diktatör de sıkıştığında belli bir kesimin taleplerini onaylayabilir, hatta otonomi bile verebilir. Ama bir kesimin taleplerinin onaylanması, onu diğerleri için diktatör olmaktan çıkarmaz; onların taleplerinin de bu şekilde çözülmüş olacağını ifade etmez. Aksine, onların problemlerinin kaynağı olmaya devam edebilir.

Merkezdeki boşluk

Eğer Hayır cephesi, göstermeye çalıştığımız gibi, ancak ‘İnsan Hakları’ temel referans söylem yapılarak bir iradi bloka dönüşebilecekse, bu durumda Hayır cephesinin merkezinde muazzam bir boşluk bulunuyor demektir. Hayır cephesini organize blok haline sokacak merkez boş durumdadır. Merkez boş olduğu içindir ki Erdoğan blok içinde geniş manevra imkanları bulabilmektedir. Bu boşluk ancak insan hak ve özgürlüklerini temel referans yapan bir söylem geliştirilerek doldurulabilir. Ancak bu şekilde blokun toplu hareketi, grup karakteri kazanması sağlanabilir. Blok içindeki savrulmalar, iktidara eklemlenmeler ancak güçlü bir merkez yaratılabildiğinde engellenebilir. Erdoğan’ın Hayır Bloku içindeki unsurları birbirlerine karşı kullanmasının, Hayır Bloku’ndan müttefikler çıkarabilmesinin önüne ancak bu şekilde geçilebilir.

Demokrasiler genellikle “halk egemenliği” ilkesinin hakim kılınmasıyla eş tutulurlar. Halk doğrudan kendi yönettiğinde -örneğin antik demokrasi- veya yöneticilerini seçtiğinde demokrasi olacağı ve problemlerin ortadan kalkacağı düşünülür. Gerek seçilmiş biri olarak Erdoğan’ın Türkiye’ye yaşattığı tecrübeler, gerekse siyaset felsefesinde Rousseau’nun parçalanmayı kabul etmeyen “genel irade” kavramı bunun pek de isabetli bir düşünce olmadığını gösterir. Mutlak monarşilere karşı ortaya çıkmaya başlayan  “Halk egemenlik”leri ancak “birey hak ve özgürlükleri”yle genişletildiklerinde demokrasileri ortaya çıkmaya başlamıştır. Günümüzde sıkça dile getirilen ‘plebisiter diktatörlük’ terimi de bu ayrımı ifade eder. Halk oyu kendi başına ancak çoğunluk iktidarı olabilir. Çoğunluk azınlığı ezmeye kalktığında ise azınlığa kendine yaşam alanı sunacak bir referans ilke mevcut değil demektir. İnsan Hakları işte böyle bir referans sunar. Temel referans olduğunda toplumu tamamıyla yatay toplumsallaşma süreçlerine tabi kılması nedeniyle de sadece Hayır Bloku’na pozitif ilke sunmakla kalmaz, aynı zamanda, mevcut iktidara alternatif radikal demokrat bir toplum projesi olma karakteri de taşır. (MEHMET SÜREYYA KARAKURT – SENDİKA.ORG)