“Liberalizmin beni illet eden tarafı, sorunu çözmek yerine konuşulan dilin ve düşüncelerin bekçiliğini yapmaya kalkmalarıdır. Beyaz liberal üniversite öğrencileri güvenli alanlardan, tacizkar sözcüklerden, mikro düzeyde saldırganlıklardan, beyazların ayrıcalığından söz eder dururlar, ama meselenin çözümü için bir şey yapmazlar”


[Çevirenin Notu: Profesör Zizek’in bu yazısının daha kısa bir versiyonu 1 Ağustos 2016’da The Philosophical Salon’da yayımlandı. Kimlik siyasetine karşı bugüne değin en derli toplu ve güçlü eleştiriyi ortaya koymasıyla da, bu paradigmada kalem oynatmaktan ekmek yiyen liberal-sol çevrelerde kıyamet kopardı.

Cinselliğin politikası (olmaz)... (1)

Yazının The Philosophical Salon’da yayımlanan ilk versiyonunda Profesör Zizek, Kemalist Devrim yıllarında Erzurum’da kıyafet devrimine muhalefetten idam edildiği iddia edilen “Şalcı Bacı” hikâyesine kısa bir paragrafla değiniyordu. Çeviriye başlamadan önce Profesör Zizek’e, bu hikayeye ilk kez 60’ların sonunda şair Necip Fazıl Kısakürek’te rastlandığını, ondan önce bir kaynak bulunmadığını, İslamcı ve liberal yazarların da Kısakürek dışında referans gösteremediklerini, İslamcı bir yazar tarafından olaya delil diye gösterilen bir fotoğrafın da Erzurum’da değil başka bir ilde yıllar sonra cinayetten hüküm giyen bir kadına ait olduğunun ortaya çıktığını, Erzurum’a ait İstiklal Mahkemeleri tutanakları da yayımlanmadığından hikayeyi doğrulama imkanı bulunmadığını, dolayısıyla da karşı-devrimci propaganda ürünü bir palavra olma olasılığının güçlü olduğunu anlattık ve çeviride bununla ilgili ne yapmamız gerektiğini sorduk. Profesör, yazıdan o bölümün çıkarılıp atılması talimatını verdi.  Ayrıca Sendika.Org okurlarına özel,  2017 Eylül ayında yayımlanacak son kitabından – Incontinence of the Void, MIT Press, September 2017 – bölümler de ekleyerek, yazının daha uzun ve kapsamlı bir versiyonunu oluşturdu ve gönderdi.

Yazının hedefi “Political Correctness” (İngilizce metinde kısaca “PC” olarak da geçiyor), her ne kadar Foucault’cu ve diğer Fransız yapı-bozumcu söylem analizlerinden türemiş ve temelde Anglo-Saxon siyasetin benimsediği bir doktrin olsa da, Türkiye’de de 80’lerin sonu ve 90’lı yıllardan itibaren liberal-solcu sosyal bilimler çevrelerinde kendini yaygın şekilde kabul ettirdi ve sol siyaset üzerinde büyük tahribat yarattı.  Dolayısıyla Türkiye kavrama aslında hiç yabancı değil.  Ancak İngilizceden direkt çeviri olarak kullanılan “siyaseten doğruculuk” karşılığı doktrinin pratiklerine ve çağrışımlarına karşılık düşmüyor. Çünkü gerçek bir sol siyaset için kastedilen politik tavır ne “doğru” ne de “düzgün” (“correct”) olabilir. Bu nedenle kavrama daha iyi bir karşılık bulmaya çalıştık ve Siyaset Bilimci Yrd. Doç Dr. Setenay Nil Doğan’ın önerisi “Politik Adab” karşılığını öncelikli olarak benimsedik.  Bunun yanında metinde ele alınan örneklere ve tümce kurulumuna göre Profesör Zizek’in anlatmak istediğine daha iyi isabet ettiği noktalarda “Kılıf Uydurmak”, “Kıvırtmak” karşılıklarını da kullandık.  Metni 7 bölüm halinde ve Sendika.Org’un İngilizce kanalından Profesör’ün gönderdiği İngilizce orijinal metinle birlikte eşzamanlı olarak yayımlayacağız.

Çevirinin her aşamasında ve Profesör Zizek’le netleştirdiğimiz ayrıntılarda yakın desteğini esirgemeyen ODTÜ Felsefe Bölümü’nden Prof. Dr. Barış Parkan’a ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Doç. Dr. Setenay Nil Doğan’a değerli katkıları için teşekkür ederim – Engin Kurtay]

Politik Adab takıntısının çıkmazları

İnsanlar bazen kendilerine sorarlar: şu ya da bu kişinin yerinde olmak acaba nasıldır diye… Psikanalist bu soruya şunu da ekler:  sadece başka biri olmayı değil, kendimiz olmanın nasıl bir şey olduğunu bile hayal edemeyiz – daha kesin bir dille söylersek, kendimiz olduğumuz bir durumu ancak ve ancak gerçekte öyle olmadığımız bir durumda hayal edebiliriz – ve asla kendimiz olamayacağımıza dair işte bir örnek:


İngiliz medyası 2015 baharında orta yaşlı, kendini Hint meditasyon pratiklerine kaptırmış Grace Gelder adında fotoğrafçı bir kadının, Björk’ün “Kendi kendimle evlendim” şarkısını dinledikten sonra kendi kendiyle evlenmeye karar verdiğini duyurdu. Kadıncağız kendisi için tam teşekküllü bir düğün töreni düzenlemiş, sağa sola davetiyeler göndermiş, kendi kendine bağlılık yemini ederek kendisine yüzük takmış ve aynada kendisini öpmüştü… Kendine özgü uçuk-kaçık biri deyip geçmeyin.  Kendiyle takılmak, kendiyle evlenmek, internette giderek yayılan bir konu.  Kendinle buluşmaya nasıl çıkarsın, nerelerde nasıl gezersin, kendini seven biri olarak evinde oraya buraya nasıl ilan-ı aşk pusulaları yazar bırakırsın, kendinle çıkmaya karar verdiğinde evini nasıl toplar temizler, mumlarla süslü güzel bir yemek masasını nasıl hazırlarsın, nasıl giyinirsin, kendinle bu önemli buluşmanı arkadaşlarına nasıl duyurursun…

Kendimle buluşup çıkmamın amacı, haliyle, kendim hakkında derin bilgi edinmek, ne olduğumu ve gerçekten ne istediğimi anlamaktır.  Bunu da kendime derin bir ilgi ve özenle yaklaşarak, kendimi olduğum gibi kabul ederek ve kendimle gerçek uyumu yakalayarak yapabilirim. Bunu başardığımda da tatmin dolu bir yaşama kavuşacağımı varsayarım… ama kazın ayağı öyle mi acaba?

Gülme krizine girmeden, bu hallere çağımızın patolojik narsisizmi deyip geçmeden, yine de bir an durup bu kafayı ciddiye almamız gerekir. Bu kafa farkında olmadan bile olsa acaba hangi Gerçeğe temas ediyor?

Kendi kendiyle çıkmak, evlenmek, vb düşünceler içinde olan biri, kendisiyle doğrudan aynı kişi olamadığını aslında daha baştan kabul etmiş oluyor.  Ayrıca kendiyle bütünleşebilmesi için de bu “bütünleşmeyi” illa büyük Ötekinin kayıt altına alması, bunun için “simgesel” bir tören düzenlemesi, yani bütünleşmeye “resmiyet” kazandırması gerekiyor.

Asıl sorun da işte bu büyük Öteki’li dolayımda ortaya çıkıyor: simgesel düzene öyle ya da böyle yazılmak, “işte sonunda kendimle evlendim” şeklinde kayda geçme, acaba benim kendimle yaşadığım deneyimde nasıl bir işlev görmektedir? Kendimin ne olduğunu böylesine derinlemesine keşfettiğim noktada ya bulduğum şeyi hiç beğenmezsem?  Ya bulduğum şey ipe sapa gelmez arzular, sadist fanteziler, iğrenç cinsel takıntılardan ibaret bir yaratıksa?  Ya o çok yücelttiğimiz, kişiliğimizin derinliklerinde gizlendiğini varsaydığımız ruh zenginliğimiz –amiyane tabirle– bok gibi bir şeyse?  Ya bu ne olduğu belli olmayan karanlık ben, başkalarına görünen halim olan bana hepten yabancı ise ve –kutsal kitapta yazdığı gibi– başkalarıyla ilişkiler kurmam da işte bu kendi iğrençliğimle yüzleşmekten kaçınmak içinse? “Başkalarını sevmek için önce kendini sevmelisin” diyorlar – gerçekten mi?  Ya tersi doğruysa:  kendimden kaçmak için başkalarını seviyorsam, ve dahası, ya ancak başkalarını sevmekle kendimi sevebiliyorsam?  Kendimle evlenirsem, iç barışı bulacağımı sanıyorum.  Ama ya kendimle barışamıyorsam?  Ya kendimle barışamayacağımı da ancak kendimle evlendikten sonra fark edebiliyorsam?  Bu durumda kendimden boşanmak için de –kendimle evlenirken yaptığım gibi– bazı resmi işlemlere girişmem gerekecek mi? Katoliksem böyle bir boşanmaya izin var mı? İşte bu kayganlık yüzünden “komşunu kendin gibi sevmelisin” deyişine Lacan şu rahatsız edici cevabı verir: “bunu söyleyen kişi birinci tekil şahıs kipinde konuşamaz, ‘beno kendonu sevdiği-m gibi obeni sevmelisiyim’ der gibi ne dediğini kendi de karıştırır”[1] çünkü ‘komşumu kendim gibi seviyorum’ formülünün belirsizliği herkes için malumdur.

Şimdi yine bu noktadan hareketle bize olur olmaz “kendin ol!” diye seslenen o beylik lafın da kifayetsizliğini açıklayalım: hangi kendim olacağım? Hani o evlendiğim idealimdeki “ben” mi olacağım? Öyleyse imgelemde idealize ettiğim bu ben, kendimi bir türlü olduğum gibi kabul edemeyecektir ve kendimle özdeşliğim muğlak kalacaktır.  Bu durumda, kendi kendime yabancılaşacağım ve kendime karşı dürüst olup olmadığım sorusu beni ha bire peşimden kovalayacak.

Yine bu aynı soru – (“hangi ben?” sorusu) – şu yeni moda “Rızamızı Belgeler öyle Sex Yaparız Kiti” adıyla piyasaya sürülen kıvırtmanın da üstesinden gelemeyeceği bir sorudur. “Rızasız Olmaz! Projesi” tarafından 1.99$ fiyatla piyasaya sürülen bu küçük heybelerin (heybenin de iki çeşidi varmış, süed deri ve kanvas) içinde bir prezervatif, bir kalem, ağız kokusuna karşı nane ve tarafların karşılıklı imza altına alacakları, öz rızalarıyla seks yapacaklarına dair iradelerini beyan eden bir mini sözleşme metni bulunuyor. Seks yapmaya karar veren bir çift, ya sözleşmeyi ellerinde tutar halde kendi fotoğraflarını çekerek ya da sözleşme metninin altına tarih ve imzalarını atarak, özgür iradeleri ile bu işi yapacaklarını kayıt altına alacaklarmış. Bu kit, her ne kadar gerçek bir soruna işaret etse de, bunu aptalca ve sorunu çözmekten uzak şekilde yapıyor.  Neden?


Bu kıvırtmanın altında yatan düşünce şu:  bir cinsel ilişki, ancak tarafların açık irade beyanlarının baştan alınması halinde her türlü zor kullanma kuşkusundan arı bir şekilde gerçekleşebilir – Lacancı terimlerle söylersek, seks, ancak büyük Öteki tarafından kayda alınır, yani simgesel düzende yazılırsa, “olması gerektiği gibi” olabilecektir. “Rızamızı Belgeler öyle Yaparız Kiti”, ABD çapında salgın hale gelen benzer “adabına uydurma” trendlerinin uç bir örneği. Kaliforniya Eyaleti, üniversitelerin devlet fonlarını kullanarak öğrencileri cinsel ilişkiden önce karşılıklı irade beyanı almaya teşvik edecek (örneğin alkollü ya da vb hangi durumlarda rıza almanın geçerli olmayacağını da belirleyen) uygulama ve yönetmelikler geliştirmelerini şart koşan bir yasa çıkarmıştır – aksi takdirde öğrenciler cinsel saldırı suçlamasıyla karşı karşıya kalabilecekleri konusunda uyarılmaktadır.

Solda: Ne yapmaları gerektiğini düşünen genç bir çift: “Mobil uygulamaya güvenebilir miyiz, avukata mı gidelim, notere mi gidelim…?” Sağda: New York Valisi Andrew Cuomo “Sözleşme imzalamadan olmaz!” diye kürsüden kükrerken.

“Bilinçli rıza, irade beyanı…” – peki bütün bunların öznesi kim? Önce Freud’un üçlüsüyle düşünmeye başlayalım: Ego; Süperego, ve İd.  Bunları basitçe açarsak: kendime dair bilinçli farkındalığım; bana norm dayatan vicdani sorumluluklarımın sesi, ve en derindeki karanlık ihtiraslarım. Bu üçü arasında bir çatışma varsa ne olacak? Süperego’mun baskısı altında Ego’m HAYIR diyor, ama Id’im de aşağıdan direnmeyi ve beni dürtmeyi bırakmıyor…? Bunun tersi daha da ilginç bir durumu düşünelim: Diyelim ki Id’ime boyun eğip yatma davetine EVET dedim, ama işin tam ortasındayken Süperego’m tahammül edilmez bir suçluluk duygusuyla olaya müdahale ediyor…? Bir kepazeliğin nerelere varacağını görmek için dayandığı mantığın varacağı en uç olasılıkları kurgulamaktan çekinmememiz gerekir. Bu rıza sözleşmesini tarafların Ego’ları mı, Süperego’ları mı, İd’leri mi imzalayacak? Ya da EVET kararı, her üç merciden de onama alırsa mı geçerli olacak? Ya erkek partner “sözleşme serbestisine” dayanarak fesih hakkını kullanır ve işin tam ortasında geri adım atarsa? Düşünün hele, kadının rızası alınmış, müstakbel aşıklar çırılçıplak yataktalar ve tam o sırada erotik tılsımı darmadağın eden, erkeği görevden soğutan, minik bir bedensel sorunla karşı karşıya kalınıyor (basınçlı bir hava püskürmesinin neden olduğu yakışıksız bir ses)…?  Bu basit örnekte bile kadının gururu feci şekilde incinmiş olmayacak mı?

“Cinsel tercihlere” riayet etmeyi söyleyen bu ideolojiye şimdi daha yakından bakalım. Temel formül şu: “Evet demek evettir!” – ve bu evet, açıkça ifade edilen bir evet olmalıdır, yani hayır dememiş olmak evet demek değildir. Ayrıca, “hayır hayır!” [üst üste iki hayır] dendiğinde de, bu [formel mantıktaki gibi] otomatikman “evet” anlamına gelmeyecektir:  Çünkü baştan çıkarılma esnasında –bu sürece aktif olarak direnmiyorsa bile– kadına farklı şekillerde zor kullanılmış olabileceği yine de iddia edilebilmektedir.

Bakınız böyle durumlarda daha nasıl sorunlar patlak veriyor: ya kadın ihtirasla arzuluyor ama arzusunu açık dille ifade etmeye utanıyorsa? Ya her iki taraf için de zor kullanma erotik oyunun bir parçasıysa? Evet dendiyse de ne için evet dendi? Bu evet hangi cinsel eylemleri kapsayacak? Öyleyse heybedeki o matbu sözleşmeyi ayrıntılandırmak gerekiyor: vajinale evet, anala hayır, dil atmaya evet, saksafona hayır, hafif şaplağa evet, sert darbelere hayır vb… Öyleyse harekete geçmeden önce eyleme dair arzuları yerle bir edecek uzun bir bürokratik müzakere süreci yaşanacağını tahmin etmek zor değil. Öte yandan bu müzakerenin bizzat kendisi de libidinal yatırımın ana hedefi haline gelebilir.


Şimdi de her türlü hesabı alt üst eden bir durumu kurgulayalım: zor kullanarak ağızdan alınan [fakat sonrası gelmeyen] bir evet…

David Lynch’in Wild at Heart filmindeki o feci rahatsız edici, kafa karıştırıcı sahne buna iyi bir örnektir:  Willem Dafoe Laura Dern’i motel odasında tek başınayken sıkıştırır, özel alanını işgal ederek tehditkar bir tavırla “haydi söyle, becer beni de!” diye tekrarlayarak kadını sekse onay vermeye zorlar, bitmek bilmez o saniyelerin sonunda direnme gücünü yitiren Laura Dern’ün ağzından anca duyulur kadarıyla “becer beni!” sözcükleri dökülür. İstediğini alan Dafoe hemen geri çekilir, arkadaşça ve sevecen bir tavır takınarak “Hayır, teşekkür ederim, bugün olmaz, gitmem lazım, ama başka zaman memnuniyetle yaparım…” der.


Bu sahnedeki asıl sinir bozan şey tabii ki tehdit altındaki Dern’ün ağzından zorla “onay” çıkması değil,  bu “onayın” Dafoe’ya onu kibarca reddetme imkanı tanımış olmasıdır. Olayın tecavüzle sonuçlanması daha kötü olsaydı da, Dafoe’nun beklenmedik reddiyle olayın bu şekilde kapanması kadın için daha bile onur kırıcıdır. Adam asıl istediği şeyi tecavüz etmeden elde etmiştir:  çünkü eylemin kendisini zaten amaçlamıyordu, asıl istediği, eylem için aldığı “onayla” kadını simgesel olarak aşağılamaktı.

Bu sorunların hiçbiri kenara atılır gibi değil, çünkü bunların hepsi aslında erotik oyundaki bir kişinin seks yapmaya hazır olduğu (ya da hazır olmadığı) hakkında hiç kimsenin, hiçbir otoritenin, bir üst-dil kurabilecek tarafsız duruş sergileyemeyeceği gerçeğine işaret ediyor. Dolayısıyla oyunu adaplı bir kılıfa sokmaya yönelik dışarıdan dayatılan her uygulama ya erotizmi yerle bir eder ya da kendi başına erotikleşir [Oxford Üniversitesi’nde “Cici Oğlan Olalım Çalışma Grubu”nu (“Good Lad Workshop”) kuran Dave Llewellyn, bu rıza sözleşmelerinin, uslu öğrenciler yerine asıl fırlama (facetious) öğrencilerin elinde oyun olduğundan şikayet ediyor – Engin Kurtay – Kaynak: http://www.telegraph.co.uk/women/sex/11738202/Sex-consent-contracts-for-university-students-Would-you-sign.html].

Erotik oyunun yapısında rızanın ve niyetin doğrudan ve formel ifşasıyla bağdaşmayan kendine özgü bir şey vardır. İngiliz işçi draması Brassed Off’da filmin kahramanı adam genç ve hoş bir kadını evine kadar geçirir. Kadının oturduğu apartmanın girişine geldiklerinde kadın, “Kahve içmeye gelir misin?” diye sorar. Adam, “Ama ben kahve içmiyorum” diye yanıtlar. Kadın gülümseyerek, “Sorun değil, kahvem yok zaten…” der.  Kadının yanıtındaki muazzam erotizm, seks lafını ağzına bile almadan ilk davetin sekse davet olduğunu ikinci bir yadsıma ile teyit etmesindedir. Evde kahvesi olmadığını kabul etmekle daveti geri almış da olmuyor, ilk davetteki kahvenin sekse davet için bahane olduğunu netleştirmiş oluyor.

Bu durumda yukarıda bahsettiğimiz “cinsel tercihe riayet” düsturuna göre hareket etmesini bekleyeceğimiz adamın yanıtı nasıl olabilir? “Dur bir dakika, konuyu netleştirelim, kahven yok ve beni kahve içmeye çağırıyorsun, öyleyse asıl istediğin şey seks yapmak mı?” derse… İşte, “Evet demek evettir!” düsturuna göre böyle bir sağlama yapıldığında ikilinin arasındaki bütün tılsım darma duman olmakla kalmaz, dahası kadın bu sağlamayı hakaret olarak da algılar.

Aynı diyaloğu, en direkt versiyondan başlayarak birçok farklı seviyede kurgulayabiliriz: “Yukarı gelmeni ve beni becermeni rica ederim.” “Ben de seni becermek isterim, öyleyse geliyorum…”  Manevranın doğrudan ifadesi de bir manevra olabilir: “Yukarı gelmeni ve beni becermeni rica ederim, ama doğrudan sormaya da utanıyorum, o nedenle kibarlığımı takınıp seni kahve içmeye davet edeceğim.” “Ben kahve içmem ama seni becermek isterim, öyleyse geliyorum.” Aptal yanıtı da şöyle olabilirdi: “Kahve içmeye gelir misin?”, “Üzgünüm kahve içmiyorum”, “Aptal, mesele kahve değil, seks yapmak. Kahve, bahane!”, “Aha, peki o zaman, geliyorum.”  Şimdi de bir seviyeden diğerine doğrudan zıplayan versiyonu düşünelim: “Kahve içmeye gelir misin?”, “Evet, gelip seni becermek isterim!” (Ya da: “Üzgünüm, seks için çok yorgunum şimdi.”)  Bir de bunun ters yüz edilmiş versiyonu: “Yukarı gelip beni becermek ister misin?”, “Üzgünüm, kahve içme modunda değilim şu an.” (Yanıtı böyle kibarlık takınarak vermek tabii daha da küçük düşürücü bir saygısızlık olarak algılanacaktır.) Bir de “o olmadan kahve” formülüne göre kurgulayalım: “Bu gece yorgunum, yukarı sadece kahve içmeye gelirim, seks için değil”, “Regl olduğum için seks olmadan kahve içemeyiz, ama güzel bir DVD’m var, öyleyse DVD izlemeden kahve içebiliriz?”  Ve kendini sorgulamanın en uç noktası: “Bana gelmek ister misin?”, “Seks mi istiyorum, film izlemek mi istiyorum, emin değilim, sadece kahve içmeye çıksak olmaz mı?”

Sekse direkt davet neden çalışmaz? Sorun, kahvenin hiçbir zaman tam kahve olmaması değil. Seksin hiçbir zaman tam seks olmamasıdır. Yani tam ve arı bir cinsel ilişki yoktur. Bu nedenle de cinsel eylem her zaman düşlemsel bir tamamlayıcıya ihtiyaç duyar. Doğrudan davetin (“Yukarı gel, yatalım!”) sansürlenmesi sadece kibarlıktan değildir, kahve ya da onun gibi bir şey, seks için gerekli düşlemsel çerçeveyi korumak için gereklidir. Diğer bir deyişle, Brassed Off filminin o sahnesinde asıl sansürlenen şey seks değil, sekste her zaman eksik olan şey, yani seksteki imkansızlık/başarısızlık gerçeğidir.  Seksteki bu yapısal ve temel kifayetsizliğin ikincil bir bastırma yoluyla gözden kaçırılabilmesi için de seks üzerine değil, kahve üzerine konuşulur.

“Evet demek evettir!” düsturunun dayatılması, zamane narsist öznelliğe tipik bir örnektir. Özne, bir yığın karmaşık kural ve önleyici uygulamalarla korunması gereken, dışarıdan gelen her etkinin onu rahatsız edebileceği, savunmasız, kırılgan bir şey olarak düşünülmektedir.

ET filmi ilk çıktığında İsveç, Norveç ve Danimarka’da, filmin ilk 10 dakikasında yetişkinleri hep bel hizasının altından gösterdiği (Tom ve Jerry çizgi filmlerinde de kediyi azarlayan yetişkinler böyle gösterilir), bu sahnelerin ebeveyn-çocuk ilişkisinde tehlikeler yaratabileceği gerekçesiyle yasaklanmıştı. Şimdi o günlere baktığımızda, bu yasaklamanın bireyleri her türlü zararlı etkiden koruma takıntısına öncü bir örnek olarak tespit edebiliriz.

Bu kafayla sadece gerçek yaşamdaki deneyimler değil, kurgular bile yasaklanır. Bunun yine güncel bir örneği Columbia Universitesi’nde oluşturulan Çokkültürcülük Meseleleri Danışma Kurulu’nun (Multicultural Affairs Advisory Board – MAAB) kanonik açıcı sanat yapıtları için “uyarı etiketi” uygulamasını başlatmasıydı. (Kurguların gerçeklerden daha bile tehlikeli görülebileceğine örnek).  Ovid’in “Metamorfozlar” yapıtını okuması istenen bir öğrenci, zamanında cinsel saldırı mağduruymuş ve, bu yapıttaki çok gerçekçi tecavüz tasvirlerinden etkilendiği gerekçesiyle şikayette bulunmuş.  Dersi veren öğretim üyesi öğrencinin şikayetlerini dikkate almamış. MAAB, böyle yapıtları derste işleyen öğretim üyeleri için, cinsel saldırı mağdurlarına, farklı cinsel eğilimlere sahip öğrencilere, düşük gelirli öğrencilere nasıl davranılması gerektiğini öğretecek “duyarlık geliştirme kursları” görmeleri tavsiyesinde bulunmuş.

Akıllı tasarım, yaratılış kuramı vb bağnazlıklara amansız eleştirileriyle bilinen biyoloji profesörü Jerry Coyne’un eleştirisi bu noktada çok isabetlidir:

“Cinsel saldırı gerekçesiyle başlayıp her türlü şiddet, yobazlık ve ırkçılığı da kapsayarak yayılan bu kafa, sonunda bütün edebiyat yapıtlarına potansiyel tehlike gözüyle bakıp böyle “uyarı etiketleri” yapıştıracaktır. Bu kafayla İncil’i de, Dante’yi de, (ırkçı çağrışımlarla dolu) Huck Finn’i de, azınlıkların, kadınların, eşcinsellerin ikinci sınıf insanlar olmadıklarını henüz fark etmemiş olduğumuz çağlarda yazılmış her yapıt böyle uyarılardan nasibini alacaktır. Şiddet ve nefrete gelince… bunlar zaten her yerde olduğu için edebiyatın da konusu haline geliyor. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı – Uyarı Etiketi: yaşlı kadınlara karşı amansız şiddet içerir. Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby’si – Uyarı Etiketi: kadına karşı şiddet içerir (Tom Bu-chanan’ın Wilson hanımın burnunu kırdığı anı hatırlayın). Cehennem – Uyarı Etiketi: açık şiddet, oğlancılık ve işkence.  James Joyce’un Dublinliler’i – Uyarı Etiketi: pedofili… Bu gidişle herkes saldırı mağduru olduğu iddiasında bulunabilecektir:  liberaller tutuculardan, pasifistler şiddetten, kadınlar cinsiyetçilikten, azınlıklar bağnazlıktan, Yahudiler anti-semitizmden, Müslümanlar İsrail’in her beyanından, yaratılışçılar evrim kuramını kabul edenlerden, dinciler ateistlerden, vb, herkes ha bire herkesten şikayet edip duracaktır.”[2]

Liste böyle uzar gider. Hollywood klasiklerindeki sigara içme görüntülerinin dijital marifetle silinmesine dair tartışmaları anımsayın… İncineceği iddiasında bulunacakların da sadece ezilmişler ve alt sınıflar olacağını sanmayın. Alt sınıftan insanlarla karşılaşma durumlarından kötü etkileneceklerini ileri sürecek zenginleri de göreceğiz. Zenginler zaten fakirlere göre kendilerine korunaklı ve güvenli alanlar yaratmaya daha meraklıdır.

Dincilerin bu politik adab meselesine nasıl dahil olduklarına bakmak daha da ilginç. Batı Avrupa’da müslüman ileri gelenler dine küfretmeyi ve dinlere karşı saygısızlıkları cezalandıracak yasalar çıkarılması için çalışıyorlar –Politik Adab takıntısıyla çıkarılacak böyle yasaklar İncil, Kuran gibi kutsal metinlerin – örneğin daha en başta ateizme saygısızlık gerekçesiyle – yasaklanmasına ya da revize edilmesine de neden olmaz mı? Her şeye uyarı etiketi yapıştırmanın varacağı kaçınılmaz paradoks, bu kez de her şeyin kontrol altında tutulduğu baskıcı bir rejimde yaşamaktan insanların rahatsız olmasıdır.

Burada daha en başta itiraz etmemiz gereken nokta MAAB’in şu önermesidir:  “Öğrenciler derste kendilerini güvende hissetmelidir…”  – hayır, güvende hissetmeleri gerekmiyor, tersine, ders ortamı her türlü incitmelere, haksızlıklara açık olmalıdır ki öğrenciler bunlara karşı nasıl savaşacaklarını da öğrensinler. MAAB’nin vizyonu baştan aşağı yanlıştır ve şöyle olmalıdır: “Yaşam Uyarıyor! Öğrenciler için bunu öğrenmenin zamanı gelmiştir. Dört yıl boyunca kendilerini korunaklı bir kozanın içinde saklamaları onları ileri değil geriye götürür.”[3] Okul onlara korunaklı kozanın dışına çıkmayı ve tehlikeli dış dünyaya dahil olup savaşmayı öğretmelidir. Yaşadığımız dünya güvenli değildir, ortada ekolojik felaketler, savaşlar, yükselen toplumsal şiddet vb yığınla tehdit vardır.

“Hiroşima’yla tiyatroda yüzleşemiyorsan, sonunda Hiroşima’nın kendisini yaşarsın.” İngiliz oyun yazarı ve edebiyatçı Edward Bond’un bu sözü, sahnedeki açık cinsel şiddet ve gaddarlıklara karşı kısıtlamalar getirmeyi savunanlara en iyi yanıttır. Sahnelenen şiddeti sansürlemeyi savunmakla gerçekteki şiddeti görmezden gelmenin ahlaksızlığı aynı şeydir. 2016 İlkbaharı’nda Ramallah’ta düzenlenen “Benjamin in Ramallah” konferansında yaptığım konuşma için hakkımda yazılan şu eleştiriye bakalım:

“Zizek islamofobik olduğu eleştirilerine cevap verirken, İslam dünyası dışında gelenekselleşmiş cinsel şiddet örnekleriyle başladı, töre cinayetleri kadar feci olduğunu söylediği örnekleri sıraladı, bunları anlatırken de her defasında belagat gereği özür dilemeyi (‘bunu tasvir etmek gerçekten zor ama yine de söylemeliyim’ gibisinden) de ihmal etmedi ve her defasında daha kanlı, daha müstehcen ayrıntıları sıraladı. Bir yandan cinsel şiddete karşı duyarlığını ifade etme iddiasındayken diğer yandan da kendisini merakla izleyen dinleyicileri şiddet dolu ve mide bulandırıcı tasvirlere maruz bırakmasının ikilemi ve yersizliği ortadaydı.” [4]

İşte bu tam da benim reddettiğim ve çok tehlikeli de bulduğum Politik Adab çizgisinde bir konuşmaya örnektir. Cinsel şiddetin gerçekten ne olduğunu anlaması için birinin şoke edilmesi, travmatize edilmesi gerekir. Anlatımlar rahatsız edici olmasın diye lafı kıvırıp steril teknik betimlemelerle konuşursanız, bu sonunda işkenceye “ileri sorgulama teknikleri” demek gibi, tecavüze de “ileri baştan çıkarma teknikleri” demeye benzer. Oysa vahşete karşı bağışıklık geliştirmek ancak acı ilacı tatmakla olur. Bu kaypak duruşun sonuçlarını da halihazırda zaten görüyoruz: Facebook 2016 Eylül’ünde “napalm kızı” diye bilinen ikonik fotoğrafı sansürlemişti. Fotoğrafta 9 yaşında dehşet içinde çıplak Vietnamlı bir kız napalm bombalarından kaçarken görüntüleniyordu. Fotoğrafın gerçek siyasal boyutunu gözardı eden sansür gerekçesi ise çocuk çıplaklığına – hatta bu görüntüden erotik pay çıkaracak birileri de olur diye, çocuk pornografisine – karşı önlemdi. Oysa resmin asıl uyaracağı şeyin cinsellik olmadığı, sivillere karşı savaşın korkunçluğu olduğu ise açıktı. (Kamuoyunda hızla yükselen tepki sonucunda Facebook resmi tekrar yerine koymak zorunda kaldı.)


Zenci kadın hukukçu Nikki Johnson-Huston beyaz liberallerin farklılıklara saygı düsturunu siyasal kaypaklığa nasıl tercüme ettiklerini ve asıl karşı çıkmamız gereken noktayı anlatırken taşı tam gediğine koyuyor:

“Liberalizmin beni illet eden tarafı, sorunu çözmek yerine konuşulan dilin ve düşüncelerin bekçiliğini yapmaya kalkmalarıdır. Beyaz liberal üniversite öğrencileri güvenli alanlardan, tacizkar sözcüklerden, mikro düzeyde saldırganlıklardan, beyazların ayrıcalığından söz eder dururlar, ama meselenin çözümü için bir şey yapmazlar. Irkçı, homofobik, kadın düşmanı, yobaz vb diye etiketledikleri, dünyaya kendilerinden çok farklı gözle bakan kimselerle bugüne değin oturup iki çift laf etmişlikleri yoktur. Tam tersine bu kişilerin arkasından konuşur onları yerin dibine batırırlar, kampüsün sosyal hayatından dışlarlar. Afrika’ya gidip gezdiklerini anlatarak siyahların acılı dünyasını anladıklarını iddia ederler ama içinde yaşadıkları Kentte siyahların yaşadıkları mahallelere uğramazlar bile. Bunlar farklılıkların neşesini benimsemişseler de, onlara göre ya bir siyah o kampüste ancak pozitif ayrımcılıkla var olabilir, ya da bütün siyahlar sefalet içinde büyür.” [5]

Politik adabın politik problemi de budur işte: Robespierre’in sözüne anıştırmayla söylersek, toplumsal yaşamdaki adaletsizlikleri kabul eder, ama “devirmeden devrim olsun” isteyerek bunların kendi kendine düzelmesini bekler: yaşamlarında bir şey değişmeden toplum dönüşsün isterler. Öyleyse asıl meselemiz, aman kimse incinmesin takıntısıyla her türlü konuşma tarzına polislik yapmaya kalkan Politik Adabcılık ile, İfade Özgürlüğü arasında orta yol bulma meselesi değildir. Politik Adablı konuşma biçimi, çözüm üretmek yerine sorunlara kılıf uyduran bir tarz olduğundan tümüyle elimine edilmelidir.

Politik Adabın vardığı bir diğer nokta da ironiyi giderek yasaklamasıdır: Birinin Politik Adaba aykırı konuştuğu söylendiğinde, ifadesinin ironik olduğunu anlatarak o kişiye arka çıkmak giderek zorlaşmaktadır. Burada yine karşı uçların birleştiğini görüyoruz: 2016 Eylülünde basında şöyle bir haber dolaşmaya başladı: “Kuzey Kore halkının gündelik sohbetlerde bile devlet başkanı Kim Jong-un ve totaliter rejim hakkında iğneleyici konuşması yasaklandı. Rejimi dolaylı yoldan eleştirmek bile yasaklandı /…/ Hükümetin ülke çapında düzenlediği kitlesel açık hava toplantılarında yurttaşlar devleti eleştirmemeleri konusunda uyarıldılar /…/ Yetkililer, ‘Bütün her şey Amerika’nın suçu’ gibisinden ifadelerin bile rejime karşı kabul edilmez eleştiri kapsamına gireceğini bildirdiler.” Böyle bir stratejinin yürümeyeceği bellidir ve nedeni de çok basittir: çünkü bu ortamda rejimin kendi resmi söylemi kendi kendisinin ironik yorumu haline gelecektir. (Slavoj Žižek)

Dipnotlar:

[1] Jacques Lacan, Formations of the Unconscious (Seminar V), June 25 1958, quoted from http://www.valas.fr/IMG/pdf/THE-SEMINAR-OF-JACQUES-LACAN-V_formations_de_l_in.pdf.

[2] Quoted from https://newrepublic.com/article/121790/life-triggering-best-literature-should-be-too.

[3] Quoted from op.cit.

[4] Quoted from https://www.radicalphilosophy.com/conference-report/benjamin-in-ramallah.

Quoted from http://www.independent.co.uk/news/world/asia/north-korea-bans-sarcasm-kim-jong-un-freedom-speech-a7231461.html.

[5] http://www.huffingtonpost.com/nikki-johnsonhuston-esq/the-culture-of-the-smug-w_b_11537306.html.

[İngilizce orijinalinden Engin Kurtay tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]


Cinselliğin politikası (olmaz)... (2)


Transcinsiyetliliğin erdemi, kendilerine kıyasla daha ”normalleşmiş” kişilere göre öznelliğin ağırlığını ve çıkmazlarını daha doğrudan hissetmeye rağmen ”kişiliksizleşmeyi” reddederek yine de özne olarak kalabilmektir


Karşıcinsçiliğe Karşı Birleşik Cephe Hareketi

Yukarıda söylediklerimde ne kadar haklı olduğumu 31 Temmuz 2016 Pazar günü bir otel odasında oturmuş Vancouver Onur Yürüyüşü’nü izlerken bir kere daha kendi kendime teyit ettim: ”işte aşk ve bunun göz kamaştırıcı gücü” sloganıyla ekrana yansıtılan yüzbinlerce insanın katıldığı bu yürüyüşte, kortejin en önünde, izleyici kalabalığın alkış ve tezahüratından nemalanan biri vardı… kim olduğunu tahmin edersiniz: Kanada Başbakanı Justin Trudeau ve ailesi!

Burada ”aşk” dedikleri şeyin de tabii ki o insanı tek varlığa kilitleyen, sıradan gündelik hayatı alt üst eden, kişiyi raydan çıkaran hakiki aşkla bir ilgisi yok. Sunucunun göz kamaştırıcı aşk dediği şey, her şeyi kapsadığı için Freud’un anlam yoksunluğu diye tarif ettiği, her türlü çelişki ve çatışmayı örtbas eden, ideoloji yüklü gerizekalı bir ”enginlik duygusu” idi. Ne var ki, her türlü farklılığı bir araya getirme, her şeyi kapsama iddiasındaki bu yüce şey yine de karşısında bir düşman tanımlamadan yapamıyordu: ”karşıcinsçilik” [heterosexism]. Sunucu ha bire bu sözcüğü tekrarlıyordu. Tabii ki ”karşıcinsellik” [heterosexuality] demiyordu, ”karşıcinsçilik” diyordu, ve bundan anlamamız gereken şey de ”karşıcinselliğin” ayrıcalıklı görülüp evrensel bir form olarak kabul edildiği, karşısındaki diğer her türlü cinsel yönelimi de ikincil statüde sapmalar olarak gördüğü durumdu.

Karşıcinsçiliğe bu eleştirel bakış her ne kadar normatif olmama, farklı yönelimlere açık olma iddasında olsa da, bunu alttan alta karşıcinsel-olmayan [non-heterosexual] yönelimlere ayrıcalık yüklemeden yapamıyordu. Bu ayrıcalık yüklemesi de, karşıcinsel-olmayan [non-heterosexual] yönelimlerin –en azından– egemen ideolojinin etkisinden daha bağımsız olduklarına ve egemen ideolojiye karşı radikal bir karşı çıkışı temsil ettiklerine dair imalar içeriyordu. Mao’dan esinlenerek söylersek: yüzlerce çiçek açıyordu: geçiş yapanlar sadece queer ve LGBT örgütleri değildi, kitapevleri, yayınevleri, restoranlar, tiyatro grupları, hukuk büroları, çevreci gruplar, sanayi ve tarım alanında faaliyet gösteren kimi şirketlerden gece klüplerine kadar, ”Biz eşcinsellerle, translarla dostuz…” mesajını vermeye çalışan herkes onların peşine takılmıştı.  Yürüyüşü düzenleyenlerin kendi resmi tanıtımları şöyleydi:

”150 civarında grup geçiş yapıyor –şişme heykeller, dansçılar, yürüyüşçüler– 3 saat boyunca sürecek kesintisiz bir eğlenceye hazır olun! Şaşıracaksınız, hayran kalacaksınız, 120 cm’lik peruklar, pembe alev makinaları, sayabileceğinizden çok gökkuşağı bayrakları, gelecekte bir şeylerin değişeceğine dair umutlarınızı canlandıracak! Bu gösterinin en hatırda kalır taraflarından biri de kıyafetler olacak.  Tüylü kaşkollar, renkli botlar, hepsi öylesine özenle hazırlanmış ki, öylesine aykırılar ki…”

Kısa taytlarıyla ön takımları ortada, durmaksızın dans eden genç erkekler arada bir dans etmeyi bırakıp sarılıyor, öpüşüyorlardı. Şişman erkekler ve kızlar bellerinden sarkan yağları fütursuzca sergiliyor, cinsiyetçi güzellik kalıplarıyla dalga geçiyorlardı… eski yıllarda eşcinsellerin gizli kapaklı mekanlarında birbirlerini buldukları ve en iyi şartlarda görmezden gelinerek kibarca tolere edildikleri zamanlara göre artık çok farklı bir yerde bulunduğumuz belliydi. Ne var ki o eski yıllarda kamusal alandan dışlanmış olmanın getirdiği marjinalleşmeyle, onaylanmayan gizli kapaklı bir hayatı sürdürmenin, egemen ahlak kurallarını çiğnemenin verdiği heyecan bile kendi başına bir artık-zevk [surplus-enjoyment] kaynağıydı. Bazı LGBT çevrelerinde bir yandan kamusal alanda tam anlamıyla meşru görülme talebi ifade edilirken diğer yandan da bu taleple çelişen toplumsal normları çiğneme keyfini çıkarma arzusunun hala bir arada yürüdüğünü görüyoruz. Karşımızdaki bu neşeli gösteri ancak karşıcinsçiliğin gündelik yaşamımızda halen etkili olması sayesinde anlam bulabilirdi: cinsel yönelimlerini gururla sergileyen queer’ler, hem suskunluklarını aşar hem de halen kafalardan atılamamış önyargılar bulunduğunu izleyicilere, onları gördüklerinden rahatsız ederek hatırlatırlardı.

Solda: Yıllar öncesindeki durum (Rock Hudson, arkadaşıyla); Sağda: Şimdiki durum.

Bu gösterideki ironi ise, yıllar öncesindeki durumun şimdi neredeyse tam simetrik olarak tersine dönmüş olmasıydı: artık karşıcinsellik hoşgörülür hale gelmiş ve karşıcinsel çoğunluktan da bu yönelimlerini fazlaca bir gururla ortalıkta sergilememeleri beklenir olmuştur. Çünkü karşıcinselliğini gururla sergilemek bir anda ”karşıcinsçi” diye damgalanmaya da neden olabilir. Karşıcinsellik (açıkça ifade edilmeden de olsa), yeni ve özgürleştirici deneyimleri yaşamayı göze alamayanların takılıp kaldıkları, toplumsal baskıyla dayatılmış eski moda normlar üzerinden fırsatçı bir tatmin yolu, yani bir sınırlılık olarak algılanmakta. ”LGBT+” böylece karşıcinsellik dışında kalan spektrumun tamamını kapsama iddiasında olan bir renk[lilik] olarak algılanıyor ve toplam nüfusun yüzde 10’unu kapsasa da, spektrumun bütününü temsil etme iddiasında. Kaldı ki, cinsellikte kadın-erkek ikili karşıtlığı bulunduğunu hepten reddedenleri alıp, kendileri trans, gey ve lezbiyen olup kendilerini erkek ve kadın gibi deneyimleyenleri dışarıda bırakırsak bu oran yüzde 1’lere düşer -bu size Occupy Wall Street günlerinin o ünlü ”biz yüzde 99’a karşı ayrıcalıklı yüzde 1’iz” sloganını anımsatmıyor mu? Transcinsiyetliler (transgender) için de –yasal olmasa da etik– adalet, cinsiyete bağlı kimlikten kendini kurtarmış olmanın verdiği ayrıcalıkla yüzde 99’a karşı yüzde 1’in tarafında durmak oluyor.

Öyleyse neymiş efendim, ”hepimiz queer’iz”’… her ne kadar bazıları diğerlerinden daha ”queer” olsa da… İşte böyle bir etiketleme tam da ideoloji dediğimiz şeyin ta kendisidir ve bu noktada şu iki soruyu sormak gerekir: Öznelliğimizi bu bütüne tabi kılan unsurlar nedir? Bu yüzlerce tomurcuklanan çiçek buketinden (yine Mao ağzıyla konuşalım) ister fiilen (yani sözü edilmeden ve görmezden gelinerek) olsun, ister doğrudan ve açıktan olsun, dışlanan ya da dışarıda bırakılan var mıdır, varsa bunlar kimlerdir? Örneğin bazı etnik gruplar şişme polis kuklasıyla yürüneceği gerekçesiyle Black Lives Matter [BLM – Siyahların Hayatına Değer Ver] kortejine destek vermemiştir. BLM üyesi olan çoğu yerli insan da fiilen yürüyüşe katılmamışlardır.[1] Queer Müslüman grup Salaam ve Güney Asyalı queer grup Trikone da bu yılki gösterilere katılmamıştır. Salaam grubu, ırkçı tepkiler nedeniyle gösteriye katılmayacaklarını, kendileri ayrı yürüyüş düzenleyeceklerini bildirmiş, ”O onur bize bir şey söylemiyor, bu kent bizimle konuşmuyor”[2] demiştir.

Müslüman Queer grup, başka bir yürüyüşte.

İşte bu kopmalar da toplumsal çelişkilerin keskinleştiği hatlarda ortaya çıkıyor. Bu kopmalara, türlü kaygılarla dolu yaşamları o yarı çıplak boyalı bedenleriyle dans edip öpüşen genç erkeklerin sergiledikleri şen şakrak imgelemle hiç ilgisi olmayan transcinsiyetlileri de ilave etmek gerekir.

Bu sıraladığım nedenler yüzünden Vancouver Onur Yürüyüşü bende (ve çoğu LGBTQ bireyde de) acı bir tad bıraktı –gençlik yıllarımda Komünist Yugoslavya’da izlediğim 1 Mayıs törenlerini anımsadım: İçindeki tüm ulusların kardeşliğini, birliğini kurduğu iddiasındaki ”bağlantısız ve özyönetimli sosyalist” egemen ideolojinin düzenlediği o törenlerde de –yine buradaki gibi– farklı kolektifler kendilerini ”farklıların birliği” diye takdim ederlerdi. TV sunucularının politik adaba göre imal edilmiş sıkıcı bürokratik jargonları bile (gösterinin ideolojik şemsiyesini tanımlamak için kullandıkları “LGBTQIA+” diye kompleks formül, vb) her türlü ironiyi yasaklayan Komünist rejimdeki sunucuların konuşma biçimini anımsatıyordu.

Öznelliğin arka planındaki unsurlara gelince, belli ki geleneksel-sonrası (post-traditional) ”oynak özne” (protean subject) denen şeyin cinsel versiyonuyla karşı karşıyayız:  günümüzün egemen öznellik biçimi artık o bildik babanın kişiliğinde kendini dayatan, (vicdani) özgürlüğünü de bu kişilik üzerinden garanti eden Oedipal Yasa olmaktan çıkmış, kendini ha bire yeniden keşfeden ve yeniden yapılandıran, farklı kimlikleri bir arada ve aynı anda neşeyle deneyimleyen akışkan/oynak bir özne haline gelmiştir.

Judith Butler, bu yeni öznellik biçiminin teorik hamiliğini yapıyor. Judith Butler her ne kadar hamiliğini yaptığı bu durumun sisteme devrimci bir tehdit olduğunda ısrar etse de, durumun gerçekte hiç de öyle olmadığını, her tür sabit kimliği reddeden ve ha bire yeni söylemler icat etme oyununa takılmış böyle bir öznelliğin zamane meta tüketim dünyasıyla aslında tamamen uyumlu olduğunu gösterebiliriz. Burada devrimci bir moment bulunmadığı için de ataerkilliğe ve Oedipal düzene karşı saplantıyla ve tatminsizce saldırmak bir işe yaramıyor: saldırdıkları şey, kendisini çekebileceği kadar zaten geri çekmiş ve geldiği noktadan artık ancak yeni bir hegemonya biçimine karşı tepkisini koyabilen bir düşman. Akışkan/oynak (protean) öznellikteki vizyon sorunu, bunun zaten ütopik olmayıp düpedüz zamane egemen öznellik biçimi olmasıdır. Her egemen ideolojide karşı karşıya kaldığımız aynı bildik iddia da yine karşımızdadır:  kendini sisteme tehditmiş gibi göstermek, sistemin ötesindeymiş gibi sunmak…

Bundan çıkaracağımız sonuç tabii ki babanın simgesel otoritesini yeni baştan tesis etmek değildir. Yeni bir özne nosyonu keşfedilmelidir. Bu keşfedilecek özne de, modern felsefe tarihinden Descartes’ın cogito’sunu ve Kant’ın aşkın dediği öznelerini anımsadığımızda, aslında hiç de o kadar yeni bir şey değildir.

Kaldı ki bu Oedipal-sonrası olma iddiasındaki ”oynak özne” acaba klinik anlamda gerçekten Oedipus’u aşmış mıdır? Yoksa hala bir tarafıyla Oedipal formülün bir ürünü müdür?

Pasolini, 60’ların, “iç şiddeti”

Cinsel özgürleşme hareketinin akıbetine dair şu genel bildirim bu noktada çok isabetlidir: Güney Kalifornia Mimarlık Enstitüsü’nde (SCI-Arc) Felsefe Profesörü Graham Harman, 1960’lara dair şu bildik sözü hatırlatır: ”60’lar aslında 70’lerde yaşanmıştır”.  Sonra da bu sözünü yorumlar: Bir nesne ilk ortaya çıkıp ortalığı kasıp kavurduğu zamanlarda değil, asıl ondan sonra varolur. Marijuana takılmaktan özgür sekse 60’ların dramatik Amerikan trendlerindeki iç şiddet, asıl ifadesini yapmacık ve tatsız geçen 70’lerde bulmuştu.”[3] 60’lardan 70’lere geçiş eşiğine yakından baktığımızda, başlıca farkın şu olduğunu görürüz: 60’ların sınır tanımayan ruhu, cinsel özgürleşmesi ve protest kültürdeki uyuşturucu kullanımı, o dönem gelişen ütopik ve muhalif bir politik hareketin parçasıydı. 70’lerde ise bu ruh politik boyutunu kaybetti, egemen kültür ve ideolojiye eklemlendi. Öyleyse Graham Harman’ın ”asıl sonra varolur” derken kastettiği şey, egemen ideolojiye eklemlenmek yani depolitize olmaktır. Bugün de biz 60’larda aksayan neydi ki bu protest kültür bu kadar kolay söndü diye soruyorsak, bu da 70’lerde popüler kültürün politik boyutunun bastırılmış olması yüzündendir.

Solda: 1969 yapımı Easy Rider:  Uyuşturucu kullanılan sahnelerde gerçek marijuana kullanılmıştır.  Chopper’lar değil insanlar başroldedir. Sağda: 1971 yapımı Vanishing Point:  Barry Newman’dan çok Dodge Challenger başroldedir.  Barry Newman –tek sahne hariç- her marijuana ikramını reddeder.

Transcinsiyetli (transgender) kimliğini Lacan’cı ”sinthom” [düşlemsel belirti: symptom + phantom], yani boş bir merkez çevresinde dönüp dolaşan anlamdıranlar [signifier: bu kavramı ”gösteren” değil ”anlamdıran” daha doğru karşılar] grubu olarak kavramak çok isabetli olmaz. Bu kavrayış ya çok geneldir, ya da çok dardır. Sinthom [düşlemsel belirti] kavramı, bir yandan Lacan’ın son dönem çalışmalarında insanın libidinal yapısına asgari bir tutarlık sağlayan, zevkin [enjoyment – Analist Dr. Özge Soysal Lacan’ın bu kavramı için neden ”keyif” değil ”zevk” karşılığının uygun düştüğünü gerekçeleriyle açıklamıştır, ”pleasure” karşılığı olarak da ”haz” kullanılacaktır] en temel formülünü verir. Öte yandan Lacan, James Joyce’un edebi yazılarını da, onu psikoza girmekten kurtaran, kendisinde eksik olan Babanın-Soyadı [le(s) nom/non-du -pe(s)/e- (r)re] yerine geçen sentetik biçimler yani yine sinthom [düşlemsel belirti] olarak ele alır.

Wagner’in Parsifal operasından:  Amfortas’ın iyileşmeyen yarası: Sinthom.

Ben ise, transcinsiyetli bireylerin sinthom yaratarak kendilerini psikoza girmekten kurtaran potansiyel psikozlular olduklarını düşünmüyorum… Transcinsiyetliliğin erdemi, kendilerine kıyasla daha ”normalleşmiş” kişilere göre öznelliğin ağırlığını ve çıkmazlarını daha doğrudan hissetmeye rağmen ”kişiliksizleşmeyi” reddederek yine de özne olarak kalabilmektir. Transcinsiyetlinin kendi zevk evrenini doğrudan öznelerarası pratikler ve nesnelerle ilişkilerden çıkarma yolları –hele ki bugünün tüketim kapitalizmi, kişilerarası seks bir yana, teknoloji ürünü kısmi nesneler, cep bilgisayarları, uzaktan kumandalı oyuncaklar, klimalar, yapay kalpler vb Lacan’ın lathouses dediği, bilimin gerçeğe müdahalesinden önce insanlığın tanımadığı ”nesnelerden” keyif çıkarmaya son derece uygun evrilmişken ve hepimiz giderek bunlarla daha çok seks yapmaktayken– kapanmıştır, çünkü onlar toplumsal alandaki duruşlarıyla ilgili doğrudan kaygı yaşarlar.

Uyduruktan bir Mücadele Hali

Fransız belediyelerinin plajlarda burkiniyi (tesettür mayoyu) yasaklamasıyla birlikte, dinci gericilik ile ‘ne istesem yaparım özgürlüğü’ [liberal permissiveness] arasındaki çatışma yeni bir üst (ya da daha da alt) boyuta taşındı. Yasağa gerekçe olarak ileri sürülen 3 neden de semptomatik: (1) burkini plajın hijyenine tehdittir; (2) içinde silah saklanabileceğinden dolayı güvenlik riski vardır; (3) Fransız dindışı kültürüne aykırıdır.  Uygulamaya karşı tepkiler yükselince de, Başbakan Manuel Valls Fransız Cumhuriyeti’nin simgesi, özgürlük ve özgür düşünce ikonu Marianne’ın çıplak göğüslerine methiyeler düzdü: “Marianne’ın göğüsleri çıplaktır, çünkü o göğüsleriyle halkını besler! Örtünmez, çünkü özgürdür! İşte Cumhuriyet budur!” Kısacası, kapanmış müslüman kadını özgür değildir, çıplak göğüsler Fransa’nın simgesidir, öyleyse kapanmak Fransa’ya uymaz: “Fransız başbakanı çıplak göğüslerin Fransa’yı türbandan daha iyi temsil ettiğini söylemiştir.”[4]

Hemen ardından bu tuhaf gerekçelendirmedeki müstehcen boyut konu edilmeye başlandı: Çıplak göğüslü Marianne’in Fransa için anlamı, halkını gerçekten emzirmesiyle mi ilgilidir yani? Delacroix o kendi ünlü tablosuna “Halkını peşinden sürükleyen Özgürlük” adını vermişti. Fransa’da patlak veren bu “göğüs” tartışmasına tahmin edebileceğiniz gibi ABD de hemen ve üstelik daha da örgütlü, daha da kökten şekilde maydanoz oldu. San Fransisco’dan New York’a büyük kentlerin çoğunda feminist gruplar yüzlerce kadının sokaklarda tam eşitlik talebiyle (”erkek üstsüz geziyorsa biz de gezeriz”) üstsüz gezdikleri “Göğüsler-Fora Günleri” düzenlediler:


“Göğüsler-Fora Günü, 26 Ağustos’ta kutlanan Kadınların Eşitliği Günü’nden hemen bir sonraki Pazar günü kutlanıyor. Kadınlar cinsiyet eşitliği uyarınca seçme ve seçilme hakkını 26 Ağustos 1920’de elde etmiştir. 1971’de ABD Kongresi 26 Ağustos’u ulusal bayram olarak kabul etmiş ve “Kadınların Eşitliği Günü” olarak adlandırılmıştır.  Başkan’dan her yıl bu günü anması beklenir. Göğüsler-Fora Günü’nün her yıl Kadınların Eşitliği Günü’ne yakın tarihlere denk getirilmesinin nedeni de, aynı daha önce seçme ve seçilme konusunda olduğu gibi, şimdi de üstsüz dolaşma özgürlüğü bir cinsiyet eşitliği meselesidir. 28 Ağustos Pazar günü dünyanın bütün kentlerinde kadınlar sokağa üstsüz çıkmaya davet edilmektedir. Bulunduğunuz yörede eğer böyle bir etkinlik düzenlemek istiyorsanız, sizleri de ‘2016 Göğüsler-Fora Haritası’na işlememiz için lütfen bizimle bağlantı kurun.”[5]

Bu gösteriler “çıplak göğüsle gezebilmek üzerinden cinsiyet eşitliği ve kadın haklarını savunuyor” –ikincisi (yani eşitlik) sanki birincinin (yani göğüsler fora gezebilmenin) doğal sonucuymuş gibi… ve bu çıkarım göstericilerin çoğunun yaşlı, şişko, güzelliğin yerleşik normlarına uymayacak formda, sarkık göğüslü vb olabileceği –ki bu yönüyle protestoya kadını nesneleştiren karşıcinsel güzellik kıstaslarını reddeden bir boyutun da ekleneceği– dile getirilmeden işleniyor. Şimdi bu göğüsler-fora hareketinin belli bir ideolojik kurulumun parçası olduğunu, özgürleştirici olmayan ve evrenselleşemeyecek bir hareket olduğunu göstereceğiz:

Mladen Dolar’la birlikte birkaç yıl önce konferanslar vermek için ABD üniversitelerinde gezerken, yaptığımız sunumdan sonra davet edildiğimiz yemekte ilginç (en azından Mladen’le benim için ilginç) bir olay başımıza geldi. Etkinliğin gayriresmi ev sahipliğini yapan profesör, hepimize (orada bulunan en az bir düzine insana) tek tek sırayla ayağa kalkıp çalışma alanlarını ve dahası cinsel yönelimlerini de belirterek kendilerini tanıtmalarını rica etti. Amerikalı akademisyenler bu isteneni sırayla ve çok doğal bir şeymiş gibi yaptılar ama ben ve Mladen Dolar, yani sadece ikimiz, son ayrıntıyı söylemekten yan çizdik. Bu kendini tanıtma seremonisine, yıllık kazanç, sahip olunan toplam varlık vb, bir şeyler daha eklenmesini tam önerecektim ki son anda vazgeçtim – çünkü Amerikalı arkadaşların bu öneriyi bizim cinsel yönelimlerimizi beyan etmemizden daha bile rahatsız edici bulabileceklerini düşündüm… Daha sonra bu kaza üzerine aramızda konuşurken Mladen Dolar kendi başına gelen başka bir harika olaydan bahsetti:

“Birkaç yıl önce Amerikalı arkadaşlar yaz aylarından birinde Slovenya’ya gelmişlerdi.  Onları Adriyatik kıyısında bir plaja götürdük. Çok kalabalık bir halk plajıydı. Kadınların çoğunun plajda üstsüz dolaştığını ve güneşlendiğini, kimsenin de bu durumu umursamadığını gören Amerikalı arkadaşlar şaşkına döndüler. Bizim Avrupa coğrafyamızda gayet sıradan olan bu durumun ABD’de halk plajlarında asla olamayacağını söylediler. (ABD’de halk plajında hiç bulunmadığımdan ancak onların söylediğini aktarıyorum.) Liberal-sol havalarına rağmen rahatsız olmuşlardı. Karşı karşıya kaldıkları manzarayı Avrupai umursuzluk, mahremiyet yoksunluğu ve cinsel tahrik olarak değerlendirdiler. Bu ‘ne istesem yaparım özgürlüğü’ [liberal permissiveness] çağında bir anda sanki ortaya Püriten ahlakın karikatürü hortlamıştı.  Buradan muhabbet komşu meselesine dair şakalaşmalara atladı: dibimizde yaşayan çok sevdiğimizi söylediğimiz ama gereğinden çok yakınlaşır da özel alanımıza girerse, kendisinin de bizim de mahremiyetimizi –aynı şekilde de olsa– ifşa ederse bizi utandıran, rahatsız edici o garip yaratık…[6]

Laf arasında, son on yıldır plajlarda üstsüz kadınların belirgin şekilde azaldığını da görüyoruz. Artık üstsüzler ancak istisnai yerlerde görünüyorlar. Ne var ki bu değişimi gerici tutuculuğun yükselişine bağlamak doğru olmaz. Günümüzde halen geçerli olan ve de daha da kışkırtılan bu Amerikan Püriten ahlakında, insanların cinsel eğilimlerini uluorta ifşa etmeleri ile bedenlerini tesettüre sokmalarının mantığı –her ne kadar birbirine aykırı uçlar gibi görünse de, birbiriyle çelişmek bir yana– aslında birleşik kaplar gibi birbirlerini kışkırtan eğilimlerdir. Bu gibi paradokslara kafa yorarken şu gerçeği aklımızdan çıkarmamamız gerekir: mahremiyetleri ifşa ederek etrafı şaşırtacak kadar kendini açıkfikirli göstermek, kendini soyutlamanın ve geri çekmenin de bir yöntemidir!


Öyleyse yine uyduruktan bir mücadelenin içine çekilmiş durumdayız: burkini mi, yoksa göğüsler fora mı? Bu seçim tabii ki politik bir mücadele konusu olmaktan çıkmalı, kişisel tercihe bırakılmalıdır. Yani cinsel özgürlük için mücadele etmenin özgürleştirici bir potansiyeli bulunsa da, kişisel olan bir şeyin uluorta politik alana taşındığı durumlarda yine de durup bir düşünmeliyiz. Kişisel bir tercihin ifşasının politik eyleme dönüştürülmesi hatalı politikleşmeye tipik örnektir. Hakiki politika hiçbir zaman kişisel arzuların, fantezilerin uluorta ifşası üzerine kurulmaz. Göğüsler-Fora hareketi de Kardashian Show’undan ilerici siyaset türetmeye benzer. Kardashian’lar ünlü olma nosyonu üzerinde döner dururlar, yani temelde tamamen sıradan olan, ancak ünlü olmak için ünlü olmuş kişilerdir. TV Show’ları sıcak politik meselelere dokunabilecekken bile (Küba seyahatinde olduğu gibi) programdaki yorum ve ifadeler orta malı bayağılığın ötesine geçmez: yoldan geçen bir çocuğa el sallayıp “Hi Küba!” diye bağırmak gibi, ya da ABD’de insanlar ha bire hırslarının peşinde koşarken Kübalıların nasıl olup da bu dünyadan kopmuş, huzurlu hayat sürebildikleri gibi…


Oysa bu Kardashian meselesinde daha da dikkatli olmalıyız. Paris’in lüks bir otelinde soyguncular onu paketleyip mücevherlerini gasp ettikten sonra, etrafa fazla para saçarak soyguncuları üzerine çektiği için ünlü tasarımcı Karl Lagerfeld tarafından eleştirilmişti. Yani Lagerfeld çok fazla uluorta davrandığı için, başına gelenlerden onu kısmen sorumlu tutmuştu:

“Nasıl zamanlarda yaşadığımızı unutmamak gerekir. Bu kadar ünlüysen, mücevherlerini internette sergiliyorsan, kimsenin yanından bile geçemediği otellerde kalıyorsan, sahip olduklarını böylesine uluorta sergileyip sonra da birileri buna ortak olmak isteyince şaşırmaman gerekir.”

Kardashian’ı her ne kadar sevimsiz bulsam da, Lagerfeld’in yorumu hepten iğrençti:  Kardashian’ı sıradan insanlarla fazla içli dışlı olduğu için, kendisini onlardan ayrı tutmadığı için eleştiriyor. Oysa Kim’in elle tutulacak bir tarafı varsa, o da insan içine çıkabilmesi, kalabalığa karışabilmesidir. Kim’le dalga geçmek kolaydır –avamdır, kendiliğindeliği yapmacıktır, kendi kendisinin (ideal egosunun) tiyatrosunu oynar.  Ünlülüğünün arkasının nasıl da boş olduğunu –yani sadece ünlü olmak için ünlü olduğunu– göstermek kolaydır. Ama bu zaten tüketim toplumunda “ünlü” olan herkesin bir parça ortak yanı değil midir? Kim’in tam karşıtı gibi görünen bir diğer ünlü figürü ele alalım: kendini hayırseverliğe, orada burada mağdurların sözcüğünü yapmaya adamış Angelina Jolie! Kim’le herkes dalga geçerken Jolie’yi ise büyük siyasetçiler saygıyla ağırlar. Dahası, yeni çıkan bir habere göre de 2017’de London School of Economics’te ders verecekmiş. Ders de ya master ya doktora dersi olacakmış. Dersin konu başlığı da “Kadın, Barış ve Güvenlik” miş. Buna söylenecek bir şey varsa o da Jolie’nin durumunun daha büyük bir garabete işaret ettiğidir. Kim de, Jolie’de, ünlüler kervanındadır, ama Jolie, Kim’den farklı olarak bundan payelenmeye de çalışır. Hem ününden sonuna kadar istifade etmeye çalışır hem de bu yaptığına “yüce” emeller yakıştırarak payelenmeyi kamufle eder. Asıl müstehcenlik Kim’in kendisini utanmazca uluorta sergilemesinden çok, Jolie’nin kendisini hakiki bir politik-etik figür olarak pazarlamasıdır. Ayrıca bizim Kim’le dalga geçmemiz, ona yansıttığımız kendi aptallığımızı ancak gözden kaçırmaya yarar. Ama kendini insanlığa adamış o büyük ünlülerin müstehcenliği yanında zavallı Kim’in müstehcenliğinin esamesi bile okunmaz.

Kaldı ki ya Kim’in yerden yere vurulması da Kim’in ününü besleyen bir olguysa? Ya TV showlarında ve hakkında yayımlanan haberlerde oynadığı o ideal tüketici figürüne kendi de inanmıyorsa, ne yaptığının bilincindeyse, oynadığı rolü kendi de eğlenerek tepeden izliyorsa ve kendisini izleyenlerde bıraktığı etkiyi görüp bunun keyfini çıkarıyorsa?

Dipnotlar:

[1] I owe these data to Rebecca Carson, London.

[2] See http://www.cbc.ca/news/canada/british-columbia/pride-parade-vancouver-protest-1.3694172.

[3] Graham Harman, Immaterialism, Cambridge: Polity Press 2016, p. 122-3.

[4] https://www.theguardian.com/world/2016/aug/30/france-manuel-valls-breasts-headscarf-burkini-ban-row.

[5] Quoted from http://gotopless.org/gotopless-day.

[6] Mladen Dolar, “The Art of the Unsaid” (unpublished paper).

[İngilizce orijinalinden Engin Kurtay tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]


engin_kurtay@yahoo.com
Daha yeni Daha eski