“Bu fasılda değinilmesi gereken bir şey daha varsa o da mücadele araçlarındaki enflasyondur. Demokrasi için Birlik, Güçbirliği, Emek Barış Demokrasi oluşumları, blokları, ve akılda kalmayan onlarcası… hepsi birer sembol olmaktan öteye gidemeyen en kabadayısı bir aydınlar platformuna ya da siyaset temsilcileri toplamına dönüşen bu oluşumlar derhal feshedilmeli, terk edilmeli. Tek bir mücadele aygıtında, yeni bir hukukla toplanacak şekilde dağıtılmalıdır. Zira bu halleriyle toplum nazarında da hiçbir itibarları yoktur.”


Ağır hastalıklar sıklıkla yakalandığımız daha basit ve sıradan türlere göre daha ciddi sorunlara yol açarlar. Örneğin enfeksiyonlara sebep olabilir, kalıcı hasarlar bırakabilir, metastazla yayılabilir, bir sonraki nesilin gelişimine olumsuz etkiler yapabilir ya da en kötü senaryoda ölümle sonuçlanabilirler. Eğer bu türden bir hastalık söz konusuysa buna karşı konvansiyonel metotlarla mücadele etmek, bu metotlarla sorunun kaynağını yalıtıp etkisiz hale getirmek, iyileşmek mümkün değildir! Açıktır ki özel durumlara karşı ancak özel yöntemlerle baş edilebilir. İşte şu anda Türkiye'nin içinde olduğu durum da bir alegoriye başvurmak gerekirse bu türden bir hastalıktır. Yani ortada özel bir devlet biçimi vardır.

Türkiye solunun tarihi maalesef müphem faşizm tahlilleriyle doludur. Kapalısı, yarı açığı, örtüğü, sömürge tipi vb. çoğunluğunun bilimsel anlamda karşılığı bile ciddi bir tartışma konusu olan bu tanımlamaların kendi özgül ağırlıklarından ya da sebep olduğu kafa karışıklıklarından ziyade bu tarzda faşizm tahlili enflasyonunun yarattığı en büyük tehlike, faşizm kavramını rastgele kullanılmaktan laçkalaştırılmış bir terim haline dönüştürmesidir! Halbuki faşizm özel bir devlet biçimi olarak açık, terörcü ve sıradışı bir burjuva diktatörlüğüdür. Yani olağanüstü bir devlet biçimidir. Yani en basit tabiriyle bir üst yapı aygıtı olarak devletin, devleti ele geçirmiş faşist partinin mutlak iktidarında alt yapı ile ilgili her şeye karışması, organize etmesi, belirlemesi, belirleyemiyorsa zora dayanması ve dolayısıyla açık bir diktaya başvurması olarak tanımlanabilir. Erdoğan rejimi de tam da bu tarzda ırkçı, mezhepçi, faşist bir rejimdir ve şu an yerleşme ve gelişim evresindedir.

Tabii ki faşizmi tanımlamak için yukarıda başvurduğumuz özellikler tek başına yeterli değildir. Parlamenter demokrasi de dahil olmak üzere burjuva diktatörlüklerinin birçoğu yukarıda yazdıklarımızın bir kısmını ya da tamamın çeşitli düzeylerde içerir. Burada faşizmi diğer diktatörlük biçimlerinden ayırmak için onu tanımlayan bu özelliklerin her birini bulundurmasına bakmak ya da bariz ve gelişen potansiyellerini, yönelimlerini de bu hesaba dahil etmek gerekir. Örneğin yine faşizm için belirleyici özelliklerden birisi onun bir kitle hareketine dayanması, paramiliter unsurlarla çeşitli düzeylerde örgütlenmesi olarak koyulabilir. Özellikle Gezi ve 7 Haziran sonrası Erdoğan ve şürekasının Osmanlı Ocakları, SADAT benzeri kurumlar ve sayısı onbinlerle ifade edilen ve sürekli bir sirkülasyonla Türkiye - Suriye hattında hareket eden Türkiye’li cihadistlerle sokakta zaman zaman etkin bir şekilde yaptıkları ya da yön verdikleri kesinlikle bu tarzda bir yapısallığa, ciddi bir potansiyele işaret etmektedir. Bunun için medya baskınlarını, saldırıya uğrayan ve linç edilen ünlüleri hatırlamak bile yeterli. Kontrollü darbenin yıl dönümünde Erdoğan’ın ağzından savrulan “sokağa çıkamayacak hale gelirsin”iz tehditleri de, Sedat Peker ve benzeri zevat üzerinden verilen demeçler de bunun en açık işareti. Özellikle bazı semtlerde yaptırılmayan HAYIR kampanyalarını da hatırlamakta fayda var.

Olağanüstü devlet aygıtına karşı olağanüstü ittifaklar yapmak...

Faşizm ile demokrasiyi basit ve zorunlu bir ikilik, seçenek bırakmayan bir kavram çifti diye de düşünmemek gerekir. Yani faşizm yok ise demokrasi var değildir. Bu bakımdan ne cumhuriyetin kuruluşundan beri ne de öncülü olan meşrutiyet döneminde “sağlıklı” denebilecek bir parlamenter burjuva demokrasisinden bahsedilemez. Hele bizim muhatap olduğumuz tarzda geç kapitalistleşen doğu toplumlarında ve onların ulus devletlerinde... Fakat bugün Erdoğan AKP’si altında toplanan bu rejimin devletin göreli özerklik alanlarını daralttığı, emekçi sınıfların kazanımlarını OHAL uygulamalarıyla metazori bir biçimde gasbettiği, başta Kürt özgürlük hareketinden olmak üzere etkili muhalifleri mesnetsiz bir biçimde rehin aldığı bir ortamda, yukarıda değindiğimiz tüm olgulara dayanarak şunu diyebiliriz ki demokrasi güçlerinin bugünkü temel görevi, Erdoğan şahsında toplanmış ve stabilizasyon evresinden geçen bu özel devlet biçimini bozmak, durdurmak, akamete uğratmaktır. Zira rejim bu evreyi tamamlaması durumunda toplumsal muhalefetin dönüşsüz biçimde kökünü kazıyacak ve bugün geçici olarak görünen ihlalleri birer standarda dönüştürecektir. Böyle bir projeksiyonun gerçekleşmesi durumunda toplumsal muhalefet açısından telafisi zor, kuşaklar boyu sürecek kalıcı hasarlar görmek anlamına gelebilir, demokrasi güçlerinin, solun ve işçi sınıfının kazanımları yerle bir olabilir. Böylesine bir dönemde sol için ikinci mesele de 12 Eylül ve sonrasındaki neoliberal saldırılara cevap veremeyerek kaybettiği prestij ve güç yitiminin daha da derinleşmesi, toplum nazarında zaten var olan sola karşı güven kaybının katmerlenmesi olacaktır.

Günün ihtiyacı hala fırsat varken solda, HAYIR Meclisleri ve HAZİRAN Hareketi’ni de aşan cephe tarzında bir birlikteliğe yönelmektir. Bunların taban örgütleri olarak da meclisler ya da ihtiyaca göre gerekiyorsa daha kapalı mekanizmalar örgütlemektir. Sol sosyalist çevrelerin, örgütlü ya da bağımsız bireylerin ezici bir çoğunluğunu kapsayan bu güçler referandum akşamı sokakta takındıkları tavırla CHP’ye rağmen kent merkezlerinde ne gibi potansiyeller olduğunu tüm toplumsal muhalefete göstermiş ve Adalet Yürüyüşü’ne kadar uzanan bir etki yaratmışlardır. Solda bu yönde bir güç merkezi oluşturmadan hareket etmek verili burjuva siyasetin güç dengelerine tabi olmak, tüm bu kritik süreci sadece gözlemci olarak geçirmek anlamına gelecektir. Ağır ve net bir eleştiriyle söyleyelim, bugün “sınıf çalışması” masalı anlatmak siyasal görevlerden kaçmak, kafasını kuma gömmek dışında bir anlama gelmez. Zira solun hiçbir sektörünün bu yönde bir tahkimat yapacak gücü de etkisi de yoktur.

Sosyalistler için mesele açıktır, iflah olmaz birer demokrat olarak faşist yönelime karşı, en genel talepler etrafında, yani burjuva demokratik kazanımları korumak yönünde mücadele verilmeli ve bu mücadele etrafında tahkimat yapılmalıdır. Bu tahkimat yapılırken çeşitli düzeylerde kurulan ilişkilerin niteliği artırılmalı, hareket kabiliyeti ve deneyimler çoğaltılmalıdır, sosyalist kadroların böyle bir çaba içinde yetkinleşmesi, doğal öznelerin böyle bir hareket içerisinden devşirilmesinin önü açılmalıdır. Sınıfa dair her türlü çalışma da ancak bu tarzda bir siyasetin dayanak noktalarından biri, belki özel bir başlığı olarak ele alınabilir; şu an için daha ötesi değil! Bu yönde bir çalışma belki ancak bu tarzda bir güç merkezinin kurulması sonrasında değerlendirilebilecek taktik bir meselenin konusu olabilir.

Desteyi bir daha görememek de var!

Solun büyük bir çoğunluğunun Adalet Yürüyüşü esnasında takındığı tutum ne kadar destekleyici, kapsayıcı, sokağın önünü açıcı olsa da solun parçalı yapısı yüzünden potansiyel etkisinin çok çok altında kaldığı da ortada. Bu bakımdan gün ne parti renklerinde tişörtlerin, şapkaların ne de devasa bayrakların günüdür. Akarsu hala akıyorken herkesin kendi kovasına doldurmasından ziyade imeceyle bir barajın ya da sulama sisteminin inşasına girişmek gerekiyor. Yoksa verili durumla toplumsal muhalefeti beslemek pek de mümkün gözükmüyor.

Bu fasılda değinilmesi gereken bir şey daha varsa o da mücadele araçlarındaki enflasyondur. Demokrasi için Birlik, Güçbirliği, Emek Barış Demokrasi oluşumları, blokları, ve akılda kalmayan onlarcası… hepsi birer sembol olmaktan öteye gidemeyen en kabadayısı bir aydınlar platformuna ya da siyaset temsilcileri toplamına dönüşen bu oluşumlar derhal feshedilmeli, terk edilmeli. Tek bir mücadele aygıtında, yeni bir hukukla toplanacak şekilde dağıtılmalıdır. Zira bu halleriyle toplum nazarında da hiçbir itibarları yoktur.

Uzatmamak adına son olarak. Tüm bu değerlendirmelerimizde yanılıyor olsak bile verili durumdan daha da geride olmayacağımız açık, zira muhatap olduğumuz devlet ezelden beri faşizmi aratmayacak zalimliklerle malul. Bonapartizm vb değerlendirmelerdeki temel sorun bu tarz bir diktatörlük biçimine gösterilebilecek tek bir sınıflar üstü örneğin dahi olmamasıdır. Özellikle büyük sermayeye son günlerde verilen açık mesajlar tersine faşist bir inşa için gerekli rıza devşirme çabası olarak ortada duruyor. Uluslararası güç dengeleri, büyük sermaye ile olan anlaşmazlıkları vs Erdoğan’ı bugün zorlamakta ve doğrusal bir yol yürümesine müsaade etmemektedir ama biz sosyalistler bunlara umut bağlayarak siyaset yapamayız. Savımızda haklı çıkarsak plebisitlere ihtiyaç duymayan, onları maniple edebilen, iktidarı uğruna savaşı da göze alıp derinleştirebilecek bir odakla karşı karşıya kalabiliriz. Bu bakımdan oynanan plebisiter değil de faşist kartsa işin ucunda bir daha desteyi görememek de var! 

(FIRAT SEYMEN - https://zorgecilennehirler.blogspot.com.tr/2017/07/agr-hastalklar-sklkla-yakalandgmz-daha_18.html)
Daha yeni Daha eski