Mehmet Özgül, namıdiğer ‘Çilli’ Mehmet, 1970’li yıllarda Galatasaray ile özdeşleşmiş futbolculardandı. Unutulmaz futbolcu ile kariyerini konuştuk…


AMATÖR RUH

Bakırköy’deki Zuhurat Baba Sahası, İstanbul futbolunda önemli bir role sahip. Siz de bu semtte büyüdünüz. Sahanın sizin kariyerinizdeki yeri ne?

Mahallelerde futbol oynayan ve parlayan gençler, Zuhurat Baba Sahası’na çıkmaya hak kazanırdı. Bütün amacımız oraya çıkıp, kendimizi göstermekti aslında. Yazın; Genç, A ve Tekaüt Turnuvaları yapılırdı orada. İnanılmaz bir kalabalık, büyük coşku. Bir çıkarsın, felaket bir heyecan! Yazın transfer borsasıydı Zuhurat baba. Galatasaray transferimde de üç ihtimal var; biri de Zuhurat Baba.

Birçok kişi sizi Galatasaray’dan tanıyor ama İstanbul’un köklü kulüplerinden Taksimspor’da futbola başlıyorsunuz…

Taksim’de o dönem gözlüklü Garbis (Parsehyan) vardı. Onun yeğeni bizim mahallemizin çocuğudur. Aynı zamanda bizim mahalle takımı Şelalespor’un da kaptanıydı. Üç-dört arkadaşımız daha vardı. Onlar da Taksim’de oynuyordu. Ama benim boyum yaşıtlarımdan bir karış kısaydı. Lisansım da yok, kendimi futbolcu yerine koyamıyorum. Arkadaşım Hrant’a söyledim, “Garbis Ağabey’e bir çıtlat, benim de lisansım olsun.” O dönem Taksimspor’da oynamaya başladım. Sezonun ikinci yarısında takıma girdim. İkinci sezon da kaptan yaptılar beni. 1966 ya da 1967 idi.

Kariyerinizin dönüm noktası Taksim’e geçişiniz mi oldu?

Hayır, Bülent Ağabey ile tanışmam. Birgün -her zaman olduğu gibi- bugünkü Galleria’nın oradaki sahada futbol oynuyoruz. Abimlerin arkadaşı vardı ‘Koç’ Bülent derler, Bülent Taneri… Orada beni görmüş:

– Bu çocuk kim?
– Sarı Nihat ve Nahit’in kardeşi
– Çağırın gelsin.

Gittim, “Futbolcu olmayı ister misin?” diye sorunca “Sen ne diyorsun abi? Futbolcu olmak için ölüyorum” dedim. Beni aldı ve çalıştırmaya başladı. Teknik olarak ne kadar çalışma varsa kendi imkanlarıyla hepsini yaptırdı. Top kontrolü, tek top, pas çalışması…

Yazlık sinema vardı; Ataköy Sineması, orada saatlerce antrenmandaydık. Bunun dışında psikoloji, beslenme, insan ilişkileri… Hepsini Bülent Ağabey’den öğrendim. Vedat Okyar’ı, Ziya Şengül’ü keşfeden de kendisidir.

Sonra da Bülent Ağabey, Ordu’ya antrenör oldu ve beni Ordu’ya götürdü. Lisede son sınıftayım. Tek dersten beklemeye kaldım, Ordu’ya gittim. 10 bin lira para alacağız diye gittik, tek kuruş alamadık! Ordu’da Köksal Mesci’nin kardeşi Tuncay Mesci, Cüneyt Memişoğlu gibi önemli Ankaralı topçular vardı. Bir de Ordu’nun yerli amatör gençleri vardı. Cüneyt’le ben aynı odada, Tuncay da yine lojmanda farklı bir odada kalıyor. Aynı zamanda Genç Milli Takım’da oynuyorlardı. Odada dertleşiyorduk onlarla, daha 17 yaşımdayım ve İkinci Lig’de oynamaya başladım.

Düzenli şans buluyor muydunuz o yaşta?

Bir gün Afyon’a gittik. Güzel de bir otelde kalıyoruz. Heyecanlandık filan tabii, yaramazlık yaptık. Yemek yedik, Bülent Ağabey geldi:

– Oğlum, hazır ol, seni oynatacağım.
– Ağabey, yapma ya! Dün böyle böyle oldu…
– Takma kafana, fındık ye geçer!

Çıktım iki gol attım; kazandık maçı. Tam takımdaki yerimi sağlamlaştıracaktım ki adalemin kemiğe bağlandığı yerden berbat bir sakatlık geçirdim.

Bu arada orada sınava girdim ama “Bu adam mezun olup gidecek” diye liseyi bitirmediler. Ben de nasıl olsa liseyi bitirdim diye üniversite sınavına girmiştim. Babam Ordu’ya geldi, “Oğlum, eve evrak geldi, sınavı kazanmışsın. Hadi gel artık” dedi ve İstanbul’a geldik.

Sakatlığım düzelmiyor ama. İstanbul’da kırık-çıkıkçıya gittik, o da doktorun dediklerini söyledi; kayma varmış. Bir ton öğütte bulundu, “Bunları yapmazsan bacağın zayıf kalır” dedi. Bende bir korku başladı, futbol hayatımın bittiğini düşündüm, başladım ağlamaya. Sonra babam aldı beni Çapa’da Fuat Deniz diye bir fizyoterapiste götürdü. Yaklaşık 10 seanstan oluşan bir tedavi uyguladı. Dokuzuncu seanstan sonra yazlık kampa gittik. Avcılar’da kampımız vardı, çadır kampı. Orada denize girerken Bülent Ağabey geldi: “Gençlerbirliği’ne götürüyorum seni!” 1970 senesi, hiç unutmuyorum. “Bülent Ağabey, sakatlığım var” falan diyorum ama götürmeyi kafasına koymuş.

Gençlerbirliği efsanelerinden Zeynel Soyuer’in son senesinde birlikte forma giydiniz… Ankara kariyeriniz nasıl geçti?

Zeynel Soyuer sol açık, takımda tabii. Artık son dönemleriydi… O meşhur hızı pek kalmamıştı ama sol ayağı çok iyiydi. Mustafa (Denizli) gibi tıpkı. O sezon Küçük Burhan (Tözer), Gençlerbirliği’nden Eskişehirspor’a transfer olmuştu. Beni de onun yerine transfer ettiler. Garip olan, adamların beni hiç görmeden transfer etmesi. Bülent Ağabey’in sözü yetiyor, düşünsene. Bir de Ankaralı yetenek avcısı bir arkadaşı vardı, Rauf Başer. İkisi birlikte benim transferimi gerçekleştiriyor. Antrenör de Oktay Arıca diye birisi. Ben namaz falan kılardım. Sabah erken saate alarm kurduğum için arkadaşlar şikâyet ederdi “Bizi de uyandırıyor” diye.

Bir gün deplasmana gittik, ramazan ayı, ben de oruçluyum. Yalvarıyorum Oktay Ağabey’e, “Oyuna al lütfen” diye. Ama oruçlu olduğum için oynatmıyor. Dönüşte yanıma oturdu, “Oğlum, orucu bırak haftaya söz oynatacağım. Sahada seni etkiler” dedi. “Ne yaparsan yap bırakmayacağım” dedim.  Oktay Ağabey, “Gerekirse elini kolunu bağlarım, ilaç veririm, gene bıraktırırım” karşılığını verince, mecburen bıraktık.

Oynattı da öbür hafta, çaktım iki tane gol, 3-0 aldık maçı ama ertesi hafta yine makas yedik. Onun amatörden getirdiği birkaç topçusu vardı, onları kullandı. Mayıs ayına yakın, beni oynatmıyorlar ama maaş veriyorlardı. “Biz seni oynatmıyoruz, sen git, maaş da vermeyelim” dediler ama peşin aldığım 30 bin liranın karşılığını veremeyeceğim için içimin rahat olmayacağını söyledim, “Siz maaş vermeyin ama ben antrenmanlara devam edeyim” dedim. Mecburen maaşa da devam ettiler…


Mayısın sonuna doğru ağabeyim geldi, aldı beni İstanbul’a gittik beraber. Hatta hiç unutmam o gün Türkiye-Federal Almanya maçı vardı. Netzer’in çok iyi oynadığı 3-0’lık maç. Sabah otobüsten iner inmez elimizde bavullarla stadyuma gelip bilet kuyruğuna girmiştik…

Normalde Anadolu kariyeri genç futbolcular için çıkış anlamı taşır ama siz epey kötü bir başlangıç yapmışsınız. Galatasaray’a giden yol nasıl açıldı?

İstanbul’a döndüm, yazlık turnuvalar oynanıyor. İnsanlar da “Çilli şuraya, Çilli buraya” diyor, gazeteler yazıyor ama beni çağıran yok. Temmuz’un son günü artık canıma tak etti. Arkadaşlarla Sarıyer’e, meşhur Baba Kenan’a (Dereli) gittik. Çaldık kapısını:

– Ben futbolcu olacağım, beni alın.
– Kimsin oğlum sen?
– Ben Bakırköy’den Mehmet…

Biraz kendimi tanıttım falan, beni antrenmana çağırdı. Bir ayakkabı aldılar, iki ay haftanın beş günü Ambarlı’dan Sarıyer’e antrenmana gittim.

Bir gün Şeref Stadı’nda çift kale yapıyoruz. Antrenmanda başladım ağlamaya, “Bu 23 kişi arasında da kadroya giremiyorsan, bir şey olmaz senden” dedim ve bıraktım. Antrenör Ali Beratlıgil’di. “Bu topçu değil, hamal” demiş benim için.

O arada mahalle arkadaşlarım falan Sirkeci’de oynuyorlardı. Arkadaşlık, takım içi sohbetler falan… Devamlı anlatıyorlar. “Ben de geliyorum hemen” dedim, iki gün sonra Sirkeci’ye gittim. Yönetici Ahmet Ağabey’le görüştük, olur dedi. Cumartesi günü Sümer Sahası’nda maça çıktım Sirkeci ile. Hayatımın en güzel dönemini orada yaşadım. Hem futbol hem de insanlık adına her şeyi orada yaşadım.

Sezon bitti, beni İstanbul Amatör Karması’na seçtiler. Ben hâlâ çalışıyorum ama yağmur çamur demeden… Capacity’nin orada Barutgücü sahası vardı. Devamlı orada şut antrenmanı, top tekniğini geliştirmek için çalışmalar…

Giresun’a gittik, İstanbul Amatör Karması ile Karadeniz Karması maç yapacak. Bizden sonra da Giresunspor-Galatasaray maçı var. Çıktık maça, Galatasaraylılar falan var ya bizim takımda herkes kendini göstermek için bireysel oynuyor. Benim de tabiatımda hiç olmayan bir şey. Devre oldu, benim iyice yüzüm düşmüş… Hoca sordu, “Oğlum neyin var?” Ben iyice hayata küsmüş durumda, “Hocam, böyle top mu oynanır ya!” diye isyan ettim. Ama yapacak bir şey yok, oynasak da bir an önce bitse diye dua ediyorum. Hiç keyif almıyorsun oyundan çünkü.  Maç bitti, döndük İstanbul’a.

Dönüşte, Zuhurat Baba’da yaz turnuvaları var. Hasta Galatasaraylı bir arkadaşım vardı; Tevfik. Evinde çay bardağından tut da kahve fincanına kadar her yerde Galatasaray vardı. Turnuvadan önce geldi, “Seni Galatasaray’a götüreceğim” dedi. İnanmadım tabii. “Hadi oradan lan! Gençlerbirliği’ne gittik olmadı, Sarıyer’e gittik olmadı… Benden ne olacak bu saatten sonra!” Galatasaray yöneticisi Turgan Ece’ye durumu anlatacağını belirtti. “Ne yaparsan yap” dedim.

Çıktık Zuhurat Baba’ya turnuvaya… Bu arada bizim Tevfik, hakikaten Turgan Ece’ye söylemiş, o da Ahmet (Berman) Ağabey’i göndermiş. Maçtan önce gazeteciler geldi, Hayati Telgeren falan… Fotoğraflar, röportajlar… Fotoğraf çekilmesinden rahatsızım. Bakırköy küçük yer, Galatasaray’a gidecek hâlim yok, “Ulan rezil oldu ama gazetelere fotoğraf çektirip reklamını yaptırıyor” gibisinden konuşurlar diye çekiniyorum. Neyse maç başladı. Yağmur yağmış zemin parke gibi olmuş. Ben de hiç sevmem öyle sahaları. Hiç iyi oynamıyorum. Devre oldu, Tevfik geldi…

– Ne oldu lan, hani Galatasaray’a götürecektin beni? Rezil olduk, gördün mü?
– Ahmet Ağabey at yarışlarına gitti zaten. Ama Salı günü seni kulübe çağırıyorlar.

Gittik, rahmetli Nahit Ağabey’imle Salı günü Turgan Ece ile görüştük. 50 bin lira para, üç taksitle. İstanbul Bank’tan bir senede aldım o parayı.

O zamanlar için bile enteresan bir transfer hikâyesi. Profesyonel liglerde kendini kanıtlayamamış bir oyuncusunuz henüz ama iki yıl üst üste Türkiye şampiyonu olan takıma gidiyorsunuz. Galatasaray’da Brian Birch dönemi, kendinizi göstermeniz kolay oldu mu?

Galatasaray’a girdim, mahalle arkadaşlarımla konuşuyoruz sezon öncesinde. Gökmen ve Yasin’in kardeşi Doğan da benim arkadaş grubuna yakındı. A takım kadrosuna falan gireceğimi hiç düşünmüyorum. Bir gün Doğan geldi, “Mehmet Ağabey, eşyalarını hazırlayacakmışsın. Şu tarihte Ali Sami Yen’de buluşacaksınız; kampa çağırıyorlar seni” Gökmen’le haber göndermiş kulüp, o da Doğan’a iletmiş.

Abant kampına gittik, acayip bir yer. Gölün çevresinde turlar, turlar, turlar… Otelin oradaki asfalttan göle kadar olan kısım meyilli biraz. O yokuştan 12 depar atıyorduk. Yukarı doğru depar, sonra yürüyerek aşağı… Birch devamlı bağırıyordu: “Come on Küçük, come on Küçük!” Büyük Mehmet (Oğuz) var ya, bana da ‘Küçük’ diyordu. Basıyorsun deparı, ağacın altında yığılıyorsun. Amatörden gelmişim, bir anda bu tempo çok yordu. Partnerim Tarık (Küpoğlu) idi, devamlı “Dayan Çilli, bitti, dayan oğlum” diyerek güç veriyordu bana.

Giriş o giriş. Sakat ya da cezalı olmadığım zaman hep sahadaydım. Düşünebiliyor musun, amatörden, iki yıl üst üste şampiyon olmuş takıma gidiyorsun ve banko oluyorsun. İlk senemde şampiyon olduk. Ve Sirkeci’deki gibi oynadığım futboldan büyük keyif almıştım. Ama ikinci yıl sıkıntılar başladı. Oynayanlar şen şakrak, oynamayanlar küskün, yöneticilerin koluna girerler fiskos fiskos… Gazetecileri tutarlar röportaj da röportaj… “Başlarım böyle işe!” dedim. Çınar’da kamp yapıyoruz, disko var, herkes diskoda. Herkesin ağzında sigara. Gençken yanımda sigara içilmesine dahi kızardım ama Sirkeci’de ben de başladım sigaraya, içkiye… Galatasaray’a gittim, ilk yıl kestim hepsini ama sonra ben de onlara uydum.

Aslında ertesi sezon da şampiyonluk avantajı sizde ama olmuyor. Sonra da şampiyonluğa hasret dönem başlıyor. Oradaki başarısızlığın sebebi neydi?

İlk sezonun devre arasında milli takıma seçildim. İkinci sene hovardalık başlayınca form düşüklüğü oldu. İkinci sezon ilk devre dört puan öndeydik, ikinci devre bir başladı üç maç sonunda Fenerbahçe, 1 puan önümüze geçti. Galatasaray, 1972 yazında profesyonel oyuncu olarak sadece Korhan’ı (Tınaz) transfer etmişti Kütahya’dan. Kalan hep “Ya tutarsa?” mantığıyla alınan amatör futbolculardı. Yönetim, kadro kalitesinin korunmaması falan sonraki dönemdeki başarısızlığın nedenleri.


Düşüşe geçtiğinizde neler yaşadınız?

Biraz düşüşe geçtiğimizi hissettiğim zaman kendimi kampa alıyordum; her şey yasak. Ama çok işe yarıyordu. O kamplar sonrası iki ay boyunca formum iyi oluyordu.

Birch’ün Salı ve Perşembe günleri yaptırdığı ağır antrenmanlar meşhurdur. Aklınızda kalanlar neler?

Birch, oyunun savunma yönü için tek tavsiyede bulunurdu: “Topun hizasında ve gerisinde ol.” Hücumda da hep baskı, rakip savunmayı rahatsız etmeni isterdi. Hücum presi daha o dönemde yaptırır, rakibin oyun kurmasını engellerdi. “Git the top!” devamlı “Git the top!” diye bağırırdı. Zeki bir adamdı Birch. Ülkeye geldi, baktı ki teknik var ama fizik kimsede yok. Bize felaket idmanlar yaptırdı. Rakipler 70. dakikada biterken, biz ayakta kalıyorduk. Birçok maç öyle kazanıldı. Rahmetli Coşkun Ağabey (Özarı) anlatmıştı; biliyorsun Birch, Coşkun Özarı’nın kondisyoneri olarak gelmişti, Coşkun Ağabey bırakıyor, Birch, “Kusura bakmayın, ben bırakamayacağım” diyor ve takımın başında kalıyor.

Salı ve Perşembe günleri soyunma odası cenaze evi gibi olurdu. Isınma, bazı günlerde 400 metre depar. 60 saniyeden 53’e kadar inmeye çalışıyorsun. Engin Verel iyi koşardı, Tarık ve ben de iyiydik. Mehmet (Oğuz) ve Uğur (Köken) Ağabey geriden geriden gelirlerdi… Sonra altı tane 200 metre deparı. 30 saniyeden başlayıp 23’e kadar düşüyorsun. Öğleden sonra bu sefer haltere başlıyorsun. Tak tak tak… O fiziği verdikten sonra diğer takımlar fizik açıdan baş edemiyordu tabii. Bir Fenerbahçe bize rakipti zaten. Diğer takımları pek kale almazdık.

Birch sonrası Jack Mansell ve Don Howe ile İngiliz ekolü devam etti. Onları da Malcolm Allison takip etti. Hayat tarzı, giyimi, çift liberolu ilginç sistemi… Garip bir adamdı değil mi?

Big Mal, adamım ya! Çok hergele bir adamdı. Hovarda, zampara, fırlamanın teki… Kimin ne olduğunu anlıyor. Birkaç gün içinde bana yaklaştı. Benim de İngilizcem iyidir, öğrencilik dönemimde İngiliz Kültür Derneği’nin üç-dört kur kursuna gittim. Hocalarla konuşa konuşa daha da gelişti. Malcolm’la o yüzden devamlı sohbet halindeydik. Bir keresinde Uludağ’a gittik, benim de doğum günüm. Kız arkadaşım gelmiş Bursa’ya… Gittim Malcolm’un yanına, “Kız arkadaşım buluşma için gelecek, Bursa’ya gidebilir miyim?” diye sordum. “Naci’ye söyleme” dedi. Naci Özkaya o ara genel menajerdi. Gittim Bursa’ya hakikaten. İlginç herifti, saat 11’de çağırır odasına, açar bir şampanya, ikimiz de âşık, dertleşiriz habire… “Nasıl oynamalıyız sence?” diye sorar, fikir alırdı. Beraber takım yaptığımız bile oldu.

Çift liberolu sistem?

O sistemde libero Fatih’i (Terim) sol bek oynattı, Fatih isyan etti. İki libero, üç tane önde savunma, tek orta saha, dört forvet. Beni ve orta saha oyuncusu olan Büyük Mehmet’i çift libero oynatıyordu. Sistemin amacı, sürpriz adam çıkarmak. Hücumda orta saha ve forveti arttırmayı hedefliyor. Liberolardan biri orta sahaya çıkıp ikili orta saha oluşturuyor. Bekler ileri çıkıyor forveti beşliyor falan… Akılsız adamın oynayamayacağı, ‘kayma’ dediğimiz şeylerin çok uygulandığı bir sistem. Riskli de… Anderlecht maçında topla çıkmaya karar verdim. Orta sahayı aşarsam, adamları az kişi ile yakalayacağız… Bir kaptırdım, golü yedik!

Diğer İngilizlerin etkisi ne oldu?

Don Howe, bir ısınma yaptırırdı, kondisyon idmanı gibi. Topla ve tempolu… Hem teknik hem çabukluk hem sürat… Varyasyonlar filan çok iyiydi. Rapid Wien’i eledik, Torpedo’ya elendik gitti zaten hemen.

O maçlardan ilginç anınız var mı? Özellikle Doğu Bloku’na girmek de çıkmak da büyük eziyet o dönemde…

Kulüp değil de milli takımla ilginç bir anı var aklımda. Doğu Almanya ile deplasmanda oynadığımız maç… Dresden’e gitmiştik. Metin Türel istifa etmiş, Doğan Andaç takımın başına geçmişti. Doğu Almanya da önemli bir takım… Gittik, bir otele yerleştik ama pavyon gibi bir otel. Zaten herkes de rahat; “Üç yeriz, beş yeriz…” konuşmaları gırla gidiyor.

Öyle rahat olunca, maça da yansıdı durum. İyi futbol oynadık. Hatta bir pozisyon var; orta saha oynuyorum ben, Ali Kemal soldan orta atacak, baktım pozisyonunu kaybetti… Futbol enteresan, anlık karar vermen gerekir. Baktım orta geliyor, destek ayağım geride ama… Beklesem direkt gol olacak. Vuruşu yaptım, top direkten döndü. Gol olsa o kadar konuşulmazdı. Top döndü, penaltı oldu. Cemil vurdu, kaleciden döndü, tamamladı, 1-1 bitti maç.

Maçtan sonra, rahmetli İsmet Tongo’yu hatırlıyorum. İsmet Ağabey, birkaç gazeteci ve futbolcu gece kulübüne gittik. İçerdeki sandalye sayısından fazlasını almıyorlar. Üç-beş lira sıkıştırdık, girdik içeri… Bülent Ağabey, daha yeni çalışmaya başladığımız zamanlarda “Oğlum, Türkiye sana dar gelecek, Avrupa’ya gideceksin” derdi. Bu aklıma geldi o an. Kulüpteyiz, vur patlasın, çal oynasın, striptizciler falan… Karşıda da Doğu Alman futbolcular var. Herifin biri geldi, bunlarla konuşmaya başladı. Onlar da adama bizim masayı gösterdiler. Herif geldi bizim masaya, tek dil bilen benim. Açtı kadroyu, sekiz numara yuvarlak içinde…

– Ben bu adamı arıyorum. Ali Kemal ve Cemil’i izledim ama bu sekiz numarayı beğendim. Kim bu?
– Benim.
– Seni Hollanda’ya götürmek istiyorum, gelir misin?
– Kulüple konuş, izin verirlerse gelirim.

Konuştuk ama adamın ne numarasını aldım ne bir şey. Bir tek ismini aldım o kadar. Adam aradı mı aramadı mı hâlâ bilmiyorum. Hollanda’ya götürecek ve oradaki kulüplere satmaya çalışacaktı. Olmadı ama…

Bir de ABD’de iş yapan arkadaşım vardı. Orada futbolun yeni yeni oynanmaya başladığı dönemde, “Buraya gelirsen ilah olursun!” dedi ama nereye gideceksin… Daha Yasin Cosmos’a gitmemişti düşün, ondan da öncesinden bahsediyoruz.

Galatasaray’da uzun süre yabancı antrenörle çalıştınız. Yerli antrenörler dönemi başladığında sorunlar ortaya çıkmaya başlıyor. Sebepleri neydi?

Yabancılarla hiç sorunum olmadı ama yerli antrenörle hep sorun yaşadım. Bizde istediği kadar üniversite okusun bir adam, kaliteden yoksundur. İnsan kalitesi bambaşka bir şey. Ülkenin başına ne geldiyse bundan geldi zaten. Cehaletin daniskası. Ben oruç tutarım, beş vakit namaz kılarım, Kuran okurum… Kimsenin hakkını yemem, arkasından konuşmam, haram yemem.  Ama ülkenin hâli o zaman da şimdi de ortada…


Tekrar sahalara dönelim. Düşük bir maliyetle takıma geldiniz ama ilk 11’in değişmezi oldunuz. Sözleşme uzatırken sorunlar yaşadığınız yazar dönemin basın organlarında. Doğru mu?

Fatih’in (Terim) transfer olduğu sene (1974), Süha Özgermi, Türker Arslan, bir idareci daha var… Konuşuyoruz…  “Boş mukaveleye imza atarız gerekirse” falan diyorum. Allah rahmet eylesin Süha Ağabey döndü, “İlk transfer döneminde bunu hatırlatacağım” dedi. Ben de “Tamam ağabey, tükürdüğümüzü yalamayız” dedim. İkinci sezon bitti. İlk transferimde 50 bin lira almıştım, ikinci yılda 55 bin aldım. Standartmış. O sezon da bitti…

Gittim kulübe, yönetim kurulu toplantısı var. Bitecek, görüşeceğiz. Muhasebeci geldi, beni notere götürdü tasdik için. Baktım paraya, “Bunu imzalamam” dedim. “Yüksek vergi ödenmemesi için bu;
sen yine istediğini alacaksın” dendi. Kabul etmedim, kulübe gittim… Ama toplantı hâlâ bitmemiş. Ben de muhasebeye döndüm, “Tamam, hadi gidip tasdik ettirelim” dedim ve imzaladım.

Yeni sezon öncesi Uludağ’dan döndük, Ali Sami Yen’de idmanlara çıkıyoruz, daha lig başlamamış. Geldi Süha Ağabey, koluma girdi:

– Nasılsın oğlum?
– Ağabey, ne kadar alacağız yeni sezonda?
– Ne istiyorsun?”

Benim aklımda 450-500 gibi rakam var. Ama terbiyem de müsaade etmiyor. Bize öyle öğrettiler. “Ağabey, enflasyon almış gitmiş, borsa belli, takdir sizin. Sağ bek Ekrem (Günalp) 225 bin almış geçen sezon” dedim. “O zaman sana 225 bin verelim” demez mi! Ekrem nerede ben nerede ama basiretim bağlandı, nutkum tutuldu. Ne desem verecekler belki ama öyle kaldım. 225 bin liraya iki senelik sözleşme uzattım.

O sezonun (1975-1976) en önemli olaylarından biri de Metin Kurt ve Turgan Ece arasındaki gerginlik. Sizin aklınızda kalanlar ne?

Beş kişi; Metin, Yasin (Özdenak), ‘Büyük’ Mehmet, Bülent (Ünder) ve bir de Tarık (Küpoğlu) galiba o prim olayı nedeniyle kadro dışı kaldı. Beş eksikle çıktık ligde Fenerbahçe’yi yendik. Hatta Türkiye Kupası’nı da aldık.

Olayın tam detaylarını bilmiyorum açıkçası. Bireysel olarak bir sorunum varsa uygularım ama grup olarak hareket etmem. Futbolcular da yöneticiler de dengesiz insanlar çünkü. Oturup birçoğuyla iki laf edemezsin, mantıklı bir münakaşa yapamazsın… Sonuçta muhakkak bir kavga çıkar. Televizyonlarda görüyorsun işte eski topçu tartışmalarını…

İki sezon sonra da siz ayrıldınız takımdan. Sizin kopuşunuzda da yönetim kaynaklı bir sorun mu vardı?

Bir gün Anadolu yakasında takılırken, halamın oğlu Ekrem ile karşılaştım… “Şu okulu bitir, bir etikettir” dedi. Babam rahmetli olduktan sonra kafama dank etti. Okula müracaat ettim, beş dersim varmış. 50. yıl affı, tek şans. Tüm dersleri verdim, üçüncü sınıfa geçtim… 1977’de askerlik celbi geldi. Kaymakamlığa gidip belge aldım, sonra da okuldan belge alıp askerlik şubesine götüreceğim. Meğer önce okula sonra kaymakamlığa gitmek lazımmış. Şubede “Sen sınıfta kalmışsın, bir hafta sonra askere gidiyorsun” dediler.

Kulübe de haber vermemiştim. Tavır koydular bana. Amasya’daki birliğe gittim. Dört ay kaldım, sonra da dağıtım oldu İzmit’e geldim. Bir tek Doğan (Koloğlu) Ağabey ziyaretime gelmiş. Onu da görüştürmediler. Benden evvel sanırım Güngör (Tekin) gitmişti, bir haftada oradan alıp bahriyeli olarak İstanbul’a getirdiler. Ama bana kızgın oldukları için bir şey yapmadılar. Adam piyadelikten bahriyeli oldu ya! İzmit’te Uğur Mumcu’nun Sakıncalı Piyade kitabındaki yüzbaşısı bölük komutanımdı. Mahvetti beni. Cuma gününe kadar eğitim yapıyordum. Bir tek kolaylık gösterdiler, o da başçavuşum sayesinde. Çok aklı başında bir adamdı. Beni nizamiyeye koydu, giren-çıkan arabaları yazıyor, bir yandan da ders çalışıyordum cumaya kadar. Cuma birlikten çıkıyordum, cumartesi yarım antrenman, pazar da maç… Bazen oynuyordum bazen de yedek bekliyordum. Öyle geçti sezon.

Sezon sonu, Fethi Demircan yerine Coşkun (Özarı) Ağabey geldi takımın başına. Kalamış’ta pazarlık yapıyoruz.

– Oğlum, ne kadar istiyorsun?
– Ağabey, para filan istemiyorum. Anam bellendi askerlikte, bana futbolcu gibi askerlik yaptır. Beni İstanbul’a tayin ettir.
– Tamam oğlum… Seni İstanbul’a tayin ettiremezsem senden faydalanamam. Senden faydalanmayacaksam, sana niye para teklif edeyim?
– Ağabey, o zaman sen kaç para takdir edersen ben razıyım.
–  Sana 100 bin lira para, takıma girersen bir 100 daha.
– Peki ağabey…

Bu arada hava değişimi almıştım iki ay, 20 gün de rapor aldım ve sınavlara girdim, dördüncü sınıfa geçtim. Uludağ’a gittik kampa girdik… Benim iki ay yirmi günlük izin bitti. Tıpış tıpış döndüm İzmit’e, teslim oldum. “Oğlum, senin futbol hayatın bitti” diyorum kendi kendime. Bir hafta sonra Fethi Demircan geldi, Bolu’ya antrenör olmuş.  Bir günde tası tarağı topladım, Bolu’ya komando olarak tayin oldum. Piyadeden komandoya, bir günde… Fethi Demircan, Kore gazisiydi, onun etkisi büyüktü o tayinde. 1978-1979 sezonunda.


Boluspor-Galatasaray maçında attığınız bir gol var. Biraz fazla coşkuyla kutlamışsınız…

Gittim Bolu’ya, başladık oynamaya, Galatasaray maçı geldi çattı… Maça çıkıyoruz, kaptanımız da kaleci Talip (Işıktan). “Talip, ben gidersem, ‘Maçı sattı’ falan derler, sen git bir çiçek, selamlarımı söyle” dedim. Talip gitti, çiçeği verdi, selam söyledi, selam getirdi. Maça çıktık… Bolu sahasında, kapalı tribünün altında soyunma odaları var, şeref tribünü de orada. Galatasaray 1-0 önde bitirdi ilk yarıyı. Soyunma odasına giderken, Galatasaray tribününden bana akla hayale gelmeyecek küfürler saydırmaya başladılar. Bir garipsedim tabii. Kötü oynadığım, “Çilli pavyona, Çilli pavyona!” diye bağırdıkları bile oldu bana İnönü Stadı’nda bir maçta. Normaldir bunlar.

Ama hiç küfür yememiştim. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Fethi Hoca geldi, “Hocam, bana bir şey söyleme, git diğerleriyle konuş” dedim. “Oğlum, olur böyle şeyler futboldur bu” gibisinden beni yatıştırmaya çalıştı. Ben de az önce söylediklerimi tekrarladım. Çıktım ikinci yarıya, dua ediyorum: “Allah’ım bir gol nasip et.” Sonra ikinci yarının başında bir gol attım ve hırsla gittim Galatasaray taraftarının olduğu yere, bir kol hareketi yaptım. Büyük hata! Hele ki benim gibi bir adam için büyük yanlış. Esas felaket; Galatasaray Başkanı Ali Uras da oradaymış. Zannetmiş ki “Beni İstanbul’a aldırmadın, al sana!” Ona yapmışım sanmış o hareketi. Öyle bir hadise oldu. Fener’e de gol attım o stadyumda, güzel günlerim geçti…

Ama bir sene sonra ayrıldınız Bolu’dan da?

Daha Ordu’dan evvel, Bursaspor ile görüşmüştüm. O zamanki Bursaspor Başkanı Şükrü Şenkaya akrabam olur. Gittim, Bursaspor’da oynamak istediğimi söylemiştim ama “Profesyonel olursan gel” demişti. Amatör oynamak istediğimi söyleyince de “Öyle olursa laf olur, ‘Şükrü Şenkaya akrabasını getirdi’ derler” diyerek kabul etmemişti. Aradan zaman geçti, Galatasaray’a geldim… Bir bayram günü, akraba ziyareti sebebiyle bize geldi Şükrü Şenkaya, “Ağabey, bak biz sana geldik ama olmadı zamanında” deyince, “Ben sana Bursa forması giydireceğim” karşılığını verdi. Sonra ben Bolu’dan ayrılınca, gittik Bursa’ya… Alp Yalman’ın iş yerinde anlaştık, ufak bir fark kaldı. Cavit Çağlar ile konuşuyorduk; o arada Şükrü Ağabey, “Ben Mehmet’e söz verdim, onu Bursalı yapacağım. Farkı ben hallederim” dedi ve Bursaspor’a transfer oldum.

Bursaspor’la çok başarılı bir sezon geçiriyorsunuz aslında…

Şampiyon olana kadar Bursa’nın en başarılı sezonuydu. Dördüncü olmuştuk, o da averaj farkıyla. Zonguldakspor üçüncü oldu, UEFA’ya gitti.

Orada işler sizin için iyi giderken, bir anda eski dost Birch çıkıyor sahneye…

Ertesi sezon, Galatasaray’ın başına bir kez daha Birch geçti. Doğru mu yalan mı bilmiyorum ama bana anlatılan şu; Birch, uçaktan iner inmez beni sormuş. “Hovarda, yaşlandı, artık hayır gelmez ondan” gibisinden şeyler söylemişler. Birch ısrar etmiş. Galatasaray, 600 bin liraya sattı beni Bursa’ya. Bursa da beni satmak için Galatasaray’dan altı milyon istedi. Galatasaray yöneticileri, parayı yüksek bulunca kiralık alma konusunda ikna etmişler Bursalıları. Bursaspor kampına filan gitmedim ben transferim oldu diye düşünerek. 10 gün sonra katıldım antrenmanlara. O durum olmasa, dört-beş sene daha Bursa’da top oynardım.

Sezon başladı, tekrar kurcalamaya başladı Galatasaray ve aldı beni devre arasında. En çok çalışan, hayatını düzene koyan, Galatasaray’a döndüğü için çok mutlu olan bir adamdım. Ama Fenerbahçe ve Adanaspor maçlarında kaçırdığım birer gol nedeniyle bir makas! Kulübeye çekildim. Birch’e “Ne düşünüyorsun?” diye sordum, “Elimde genç eleman var, seni düşünmüyorum” demez mi it oğlu it! Genç eleman dediklerinin de birisinin esamisi okunmadı.

1970’lerin başındaki Birch ile 1980 model Birch arasında fark var mıydı?

İlk  döneminde idealist bir adamdı. İkinci gelişinde tamamen profesyonel ve paragözdü. İlk zamanında canla başla çalışıyordu, sonra geldiğinde takım umurunda değildi. Tam bir cambazdı.

Galatasaray’dan sonra bu sefer alt liglerde devam ediyorsunuz. Futbol aşkı bitmiyor…

Bursa davası bitti, Üsküdar Anadolu’ya geçtim. 2. Lig’deydi takım. Takım da Cosmos gibi; Sabri Kiraz antrenör, Kalamış’ta eski bir ahşap evi de kamp yeri olarak aldılar. Lüferin bol olduğu sene, orada devamlı gidip balık tutardım. Sabri Hoca, “Sen topçu musun balıkçı mı?” derdi. Rahmetli aklı başında bir adamdı. “Nasıl İtalyan futbolu, İngiliz futbolu, Brezilya futbolu var; bizim de kendimize has bir Türk futbol stilimiz olmalı” derdi.


Futbolu bıraktıktan sonra antrenörlüğü denediniz. Beklediğinizi bulamadınız mı?

Anadolu’dan sonra Sirkeci’ye döndüm ve futbolu bıraktım. Bıraktıktan sonra bir sene Sirkeci Genç Takımı’nı, bir sene de 3. Lig’de profesyonel takımı çalıştırdım. Sonra halaoğlu Ekrem Ağabey’e gittim. Ekrem Ağabey, ithalat yapıyordu. Numune mallar getirip, sponsor bulup piyasaya sunuyordu. Beni o şirketin Mali İşler Müdürü yaptı. Bir-iki sene müşavirlik yaptım orada. O arada telefon geldi; Kastamonuspor için antrenörlük teklifi. Başkanla iş yapan bir arkadaşım varmış, o önermiş. “Stadyumların önünden geçmiyorum artık, bırakın bu işleri” desem de öyle böyle kandırdılar beni. Kolay ikna olan adamım, “Hayır!” demesini ve para istemesini beceremem. Kastamonu’dan alacağım parayı da kâğıda yazdım ama transfer parası olmadan takım kurduk.

Ankara’dan falan gelen topçularla toplama takım kurduk, taraftar ve futbolcular takıma küsmüştü. Bartın ve Kastamonuspor kedi ile köpek gibiydi. Bartın’la oynuyoruz, onların başında da Köksal Mesci var. Çuvalla para harcamışlar. Hazırlık maçında 3-0 yendik onları. Antrenmanda ne yapıyorsak sahada gördüm her şeyi o gün. Tüylerim diken diken oldu. Camia havaya girdi, şampiyonluk geliyor diye ama başkan geldi maç sonunda soyunma odasına, “Hoca, sen de oynayacaksın!” Lisansım bile yok. “Yapma, olur mu böyle şey? Takıma girersem oyuncuların güveni bitecek. Futbolda güven bitti mi hiçbir şey yapamazsın” dedim demesine ama bu sefer de “Oynamazsan para yok” dedi.

İlk Kastamonu’ya gittiğimde de yönetim kurulu toplantısında milleti yerin dibine sokmuştu. “Hoca, sen benimle muhatapsın. Bunlar bir şeyden anlamaz” falan… Ama kısa sürede böyle oldu işler. Korkağım biraz. Orada “Para vermezsen verme ulan!” diyecektim. Bunu desem sınıfı geçmiştim. Çok güzel bir ortam hazırlamıştım. Üç-beş maç sonra kovuldum. Bu sefer de diğer yöneticiler “Hoca, kusurumuza bakma. Ama parayı o veriyor” diyerek özür diledi ama iş işten geçti. Üç-beş yıl daha antrenörlük yapıp bıraktım.

Bizim kuşak sizi gazetelerdeki yazılarınızdan da tanıyor. O macera nasıl başladı?

Para kazanmam lazımdı. Ya antrenörlük ya da spor yazarlığı yapacaktım. Bizim Cüneyt ile konuşuyorduk, “Hem bölge antrenörlüğü hem de gazetecilik yaparsın” dedi. Rahmetli Turgay Şeren o zaman Sabah gazetesinde çalışıyordu. Bu arada kurslara gittim; C lisansı, B lisansı falan… Biz kursa giderken, Mustafa Denizli diploması olmadan Galatasaray antrenörü oldu. Burası Türkiye!

Turgay Ağabey, federasyona telefon edip hem antrenörlük hem gazetecilik yapacağımı söyledi. Oturmuş konuşuyoruz, Sabah Spor Müdürü Tevfik Yener ile… “Aman hocam, bize şeref verirsin, güç katarsın. Ne kadar istiyorsun?” diye sordu. “Bana bir masa, bir oda verin. Onurlandırın, para mühim değil” karşılığını verdim. Sekiz sene Sabah, devalüasyon sonrası bir ton insan işten atıldı, ben de kovuldum. Oradan sonra Güneş gazetesi… Sekiz sene de orada… Oradan da ekonomik kriz nedeniyle ihraç, ardından iki sene süren işe iade davaları…

O sırada Galatasaray’da Fatih’in yanında scout’luğa başladım. Davayı kazandım, “Hem yazı yazacak hem de scout’luk yapacaksın” dediler. “Bana yakışmaz. Hem Fatih’in yanında çalış hem gazetede…” Fatih’e söyleyemedim bile davayı kazandığımı. Ayıp yani. Güneş gazetesinden çıkışımı istedim, Fatih’in yanında devam ettim. Sonra Fatih gitti, bizi de kovdular!

Özellikle 1970’lerde futbolcu profili; gece hayatı, hovardalık ve eğlence ile özdeşleşiyor.  O tarafları da yaşadığınızı söylüyorsunuz ama çoğunlukta olmayan bir okuma ilginiz var. Onun kaynağı ne?

Büyük ağabeyim, üniversiteyi Maçka Teknik’ten yarım bıraktı. Küçük ağabeyim okumadı. Babam bana devamlı “Oku oğlum, aman oku” öğütleri verdi. Babamın vefatından sonra eğitimime devam etmemin sebebi de buydu. İnsanlarla diyaloğa girince, “Nasıl daha iyi bir insan olabilirsin?” diye sordukça okumaya karşı ilgim arttı. Tahminen İslamiyet’in de payı var. Paylaşmak, bilmek, sosyal olmak… Benim solaklığım (solculuk) da oradan gelir… Kampta herkes resepsiyonda kim gelecek gidecek diye bakarken ben okurdum.

Bursa’da Doktor Recai (Özdemir) vardı. Bize Nazım’ı komünist diye yasakladılar. Recai’den öğrendim Nazım’ı. Okumadığım kitabı kalmadı. Gözlerim yaşarırdı okurken. Recai’den evvel de okudum Nazım’ı gerçi. Ama Nazım’a ‘Usta’ dendiğini bilmezdim mesela.

Bir kere milli takımla kampa gittik, kitabımı, içkimi aldım odama çıktım. Bir yandan içeceğim bir yandan okuyacağım. Doğan (Koloğlu) Ağabey girdi, hemen bardağı sakladım. “Ne haber?” falan dedi ve devam etti:

– Sana bir şey soracağım. Senin için her gün içiyor diyorlar. Ne kadar içiyorsun?
– Yarım şişe.
– Gel bir anlaşma yapalım. Çarşambaya kadar iç, sonra içme.
– Tamam ağabey, söz.
– Ya sen Nazım okuyan akıllı bir adamsın niye böyle yapıyorsun?

Bir de Bursa’da bir anım var. 12 Eylül dönemi, kitap yakmalar falan… Benim ev de Kültür Park’ın karşısında, Bank Evleri diye bir yer. Gece 12-1 falan jandarmalar karşı tarafa geldiler. Bir yol Çekirge’ye bir yol da Altıparmak’a gidiyor. “Hay Allah geldiler, anamı belleyecekler” şimdi dedim. Yarım saat bir saat oldu, karşı taraftan çıkıp gittiler, “Oh be, kurtulduk” dedim.

Doğan Koloğlu ve Metin Kurt gibi ülke futbolunun kültürel manada ‘sıradışı’ iki figürü ile uzun yıllar geçirdiniz. Sohbetleriniz, fikir alışverişleriniz olur muydu?

Doğan Koloğlu ile çok sohbet ederdik. Sosyal olayları, siyaseti, onun siyasal tecrübelerini konuşurduk. Hiç futbol konuşmadık. Metin ne okuyorsa odur; altyapısı, kendinden kattığı bir şey yoktur. Taklitçidir. Hiç konuşmazdık, o konulara girmezdik. Katı bir felsefesi vardı; standart. Bir fikir çıkaracağın ortam oluşmazdı. Metin Kurt bayağı bir solaktır ama. Bizim gibi. Avrupa’ya gideriz, beş kuruş harcamaz, Coca-Cola içmez, harcırah verirler onu kullanmaz, çok okur… Sonradan değişti biraz ama… Allah nur içinde yatırsın.

Çilli lakabı nereden çıktı? O dönem popüler olan Çilli Bom şarkısı size yapılan tezahüratlara da ilham vermişti…

‘Çilli’ lakabı mahalleden başladı. Evimiz, sokağın başında ahşap bir evdi. Sakız Ağacı’nda da Şahin diye bir arkadaşım vardı. Çok düzgün bir çocuktu, birbirimizi çok severdik. Bir gün evlerine gittim, çok güzel bir ablası vardı, ufak yaşımdayken çok beğenirdim onu. Kapıya o çıkınca afalladım, “Şahin evde mi?” diye sordum. “Burada, banyoda” dedi, döndü arkasını, “Şahin, çilli suratlı bir çocuk geldi, seni arıyor” dedi. Öyle başladı işte, “Çilli aşağı, Çilli yukarı!” Önceden ‘Kumkapılı’ Mehmet’tim, Bakırköy’e Kumkapı’dan taşındığımız için. Bu olaydan sonra ‘Çilli’ Mehmet oldum. Bu lakap; çocukluktan ortaokula, oradan liseye ve Sirkeci’deki takıma kadar taşındı. Galatasaray’a transfer oldum, TSYD maçları vardı… Birch, “Isın!” dedi. Utanıyorum, çekiniyorum… Tribünlerin kenarında koşu pisti var, ufak bir de çim koridor var, orada ısınıyorum. Taraftarlardan bir ses duydum, “Aha, ‘Çilli’ ısınıyor!” Döndüm, “Sen nereden duydun lakabımı?” dedim adama. Daha Galatasaray’da oynamadan bütün taraftarlar lakabımı öğrenmiş demek ki. 

(İLHAN ÖZGEN – SOCRATES DERGİ)
Daha yeni Daha eski