Toplumu bölerek, beyin gücünü dışlayarak tüm kamusal
erklerin bir kişide toplandığı kaba güçle devlet değil, ancak kabile
oluşturulur
Ondokuzuncu yüzyılın ağır işçilik ve sömürü şartlarında
ütopik sosyalizmden bilimsel sosyalizme geçiş yapıldığında, patronun kâr olarak
algıladığının aslında “sömürü” olduğu açıklığa kavuşturuldu. Ekonomik sistem
ayrışmasına götüren bu gelişme yerküremizi yaklaşık yetmiş yıllık sürede “soğuk
savaş” dengesinde tuttu. Bu denge koşulunda, merkezi kapitalist ekonomiler
sosyalizm ile mücadele azmiyle yıldız savaşlarına dek savrulan teknolojik
gelişmelere yöneldi. Çevresel konumlu kalkınmakta olan ekonomiler ise, devler
arası mücadelenin gölgesinde ufak kırıntılarla yetinirken, kâh kabileler arası
mevzi çatışmalarla, kâh Türkiye’de olduğu gibi karayolu taşımacılığı ve benzeri
politikalara savrularak, kalkınma rüyası içinde, merkez ekonomilerin
sanayileşmesine katkıda bulundu.
Her güzel rüya gibi bu rüya da bitecekti ve bitti! Sovyetler
dağılırken, Marksizm rüyaları sarsıldı; Marks hayali çökerken kalkınmakta olan
ekonomiler üzerinden koruma perdesi kalktı. Artık herkes eşit koşullarda
“gelişen piyasalar” yaftası altında amansız rekabet alanına savruldu.
Etiketinde “gelişen” yazan piyasa koşulları kimileri için geliştirici, kimileri
için ise çöküşe sürükleyici oldu.
DİNCİLİK, TARİKATÇILIK, YANLIŞ İTHAL İKAMECİ POLİTİKALAR…
Bir tek 1930 devletçilik döneminde bağımsız sanayileşme
politikası uygulayarak sanayileşmesinin temellerini atmaya çalışan Türkiye,
kimilerinin çok partili rejime geçiş olarak alkışladığı 1950’lerden itibaren
Batının giderek örtülü olarak yoğunlaşan baskısı altına girmiştir. Cumhuriyet
kurucularının sanayileşme, bilim ve toplumsal kalkınma projeleri devletin üç
temel ayağını oluşturdu. Günümüzde cahilliğin ötesinde meczup tavırlarla
yerilen Cumhuriyet dönemi çabaları, aynı meczup tavırlarla kutsanan 1950
sonrası politikalarla tedrici ihanetle çökertilmeye başladı. Dincilik,
tarikatçılık, yanlış ithal ikameci politikalar, “halkım plan değil, pilav
ister” safsataları ile Batı’nın hemen tüm istekleri nerede ise ulusal politika
konumuna sokuldu. İşte bugünkü iktidarıda hazırlayan emperyalizmin ülkemize
sinsi duhulünün çok kaba arka planı budur. Hele de, buraya alınamayacak kadar
akıl ve edep dışı zırvalarla girişilen özelleştirme yağması, 1980’lerden
itibaren iktidarları ve özellikle de bu iktidarı Batı’nın gözünde parlattı ve
Ortadoğu’nun müteahhidi konumuna itti. Ekonomik bağımlılığa politik
bağımlılığın ilavesi ülkeyi yalnızlaştırdı, iç ve dış sorunlarla yönetilemez
konuma soktu. Bugün dünyanın finans veya sanayi merkezi konumuna hazırlandığı
düşünülen ülkemiz ya da, örneğin güneydoğu bölgesinin kalkınacağı
düşünülebilir. Ama hatırlayalım ki, Dünya Bankası uzmanı olan Dr. Singer daha
1950 yılında şu veciz yargıda bulunmuştur: “kalkınmakta olan bir ülkede
yapılmış bir yabancı yatırım o ülkenin yatırımı değildir”. Bu zat demek istemiş
ki, böylesi yatırımlar ülkelerde istihdam sağlayabilir, ama oluşan zenginliğin
büyük bölümü o ülkede kalmaz. Yatırımın yapıldığı yer zenginleşse idi, Haliç ve
çevresi zenginleşir, kalkınırdı!
ÖZELLEŞTİRMELER SONUCUNDA GELDİĞİMİZ YER İŞTE BURASIDIR
Bugün ülkede ne plan, ne rekabetçi sanayi, ne de güçlü
eğitim var. Beyinsel çürüme, kaba güçle telafi edilmeye çalışılsa, edilemez!
AKP’nin oluşturmaya çalıştığı yeni düzen beyinsel gelişme yerine, toplumu
parçalayan kaba güce dayandırılma yolunda ilerlemektedir. Bu oluşumun biri
nedenselliğe, diğer ise amaçsal dürtüye dayanmaktadır. Nedensellik, 1950’lerden
itibaren oluşturulan sanayi yapımızın verimsizliği ve örgütsüzlüğü ile
ilgilidir. OHAL’in emeği baskılaması sadece kapitalistin kâr saikine bağlı
olmayıp, yoğun dış rekabetin karşılanması ile de alakalıdır. 1980 Özal
politikalarıyla dış dünyaya açılırken de özel kesim emek ve devlet üzerine
abanarak tutunmaya çalıştı. 1950’lerden itibaren inanılmaz vergi ve harcama
teşvikleri yanında devasa boyuttaki özelleştirmeler sonucunda geldiğimiz yer
işte burasıdır. Zaten teşvikler verimsizlik kaynağı, özelleştirmeler ise ilkel
el koymadır.
KABA GÜÇLE DEVLET DEĞİL, ANCAK KABİLE OLUŞTURULUR
İktidarın sertleşmesinin amaçsal nedeni ise, göründüğü kadar
salt içsel olmayıp, emperyalist amaçlarla bağlantılıdır. Türkiye’nin Ortadoğu
ülkelerinde emperyalist sistem adına faaliyette bulunabilmesi Ortadoğululaşması
ile olanaklıdır. Bu durum, aynen Gülen okulları üzerinden ilgili-ilgisiz
ülkelerde Rusya ve/veya İran’a karşı ABD hâkimiyetinin kurulmasına analojiktir.
Bu dönüşümün içte politik sürtüşme ve sıkıntı yaratması iktidarı sertleşmeye
itmektedir. Almanya ve AB’nin Türkiye’ye sert tavrı yanında, Rusya’nın
Türkiye’ye kucak açması aynı sebepten kaynaklananfarklı politik tepki
yansımalarıdır; Türkiye üzerinden ABD’nin Ortadoğu hâkimiyetine tepki!
Ülkelerin davranışlarını diğer ülke tepkisine göre
ayarlaması çok doğaldır ve böyle davranış bağımlılık değil, zorunlu stratejik
karşılıklı ilişkidir. Bağımlılık, ülke siyasetinin farklı cereyanlara açık
olabilen tek adam marifetiyle, hiçbir yasaya uyulmadan, tüm kamu kurumlarının
sekretaryaya dönüştürüldüğü, usulsüz ve hukuksuz emir-kumanda altında yönetime
sokulması ile olur. Parlamentonun dışlandığı, medya ve üniversitenin baskı
altına alındığı ortamda, siyasi çevre ve halkın destek ve denetiminden mahrum
olan siyasi erkin, etrafındaki binbir danışmanınkaynağı kuşkulu parıltılı
ilhamlarıyla ülkeyi yönetmeye kalkması ülkenin bağımsızlığı açısından büyük bir
risktir. Tarihin akışında sürüklenmemenin tek koşulu, ileri ekonomilere karşı
kanunsuz-hukuksuz kaba gücün izalesi, buna karşın özgürlük içinde gelişen
medya, yargı organı ve üniversitenin temsil ettiği beyin gücünün
geliştirilmesidir. Toplumu bölerek, beyin gücünü dışlayarak tüm kamusal
erklerin bir kişide toplandığı kaba güçle devlet değil, ancak kabile
oluşturulur.
(Prof. Dr. İzzettin Önder)