“Totaliter rejim, toplumda tam bir “kuduz köpekleri öldürün” isterisi yaratmıştır. Bütün yayın organları, radyo istasyonları, sokaklardaki mikrofonlar bile bir ağızdan aynı türküyü söylemekte, fabrika toplantılarıyla bu yönde kararlar aldırılmaktadır. Bu tür kararları imzalamayanın anında kendini NKVD bodrumlarında bulacağı kesindir, nitekim bunun örnekleri de vardır. Bu bir yana, bu tür bir histeriye sanıkların yakınları bile zorla dahil edilmektedir. Kocasını ya da karısını veya babasını “lanetleyen” çok sayıda kurban vardır dışarıda. Fakat bu yakın akrabaların lanetlemeleri bile onları kurtaramamış, bir süre sonra onlar da içeri alınıp yok edilmiş ya da toplama kamplarında yok olmuşlardır.”


Arthur Koestler’in kült romanı Gün Ortasında Karanlık’ı (çev: Pınar Kür, İletişim, 5. Baskı, 2014) yeniden okudum. Bu roman, 1930’ların muhalif komünistlerinin, Stalin rejimi altında düzenlenen gösteri mahkemelerinde nasıl olup da itiraflarda bulunduklarına ilişkin bir tez-romandır aynı zamanda.

Bu konuda 80 yıldır çeşitli tezler ileri sürülmektedir. Mahkemede bizzat bulunan Batılı gazeteciler şaşkınlık içinde, devrimin eski önderlerinin, Lenin’in arkadaşlarının, “ihanetlerini” açık seçik beyan ettiklerini ifade etmişlerdir. Temel hukuk kurallarının her koşulda şu ya da bu ölçüde yürürlükte olduğu ülkelerde (örneğin suçun şahsiliği) ve liberal bir kültür ortamında yetişmiş bu gazeteci ve gözlemcilerin şaşkınlığı anlaşılır bir şeydir. Adam çıkmış mahkemeye, açık açık itirafta bulunuyor işte. Onu kamuoyu önünde böyle konuşmaya kendi iradesi dışında ne sevk edebilir ki?

Batıda biraz daha kuşkucu düşünenler başka izahlar bulmaya çalışmış ve başka faraziyeler ortaya atmışlardır. Bazıları, itirafta bulunanlara, iradelerini felce uğratan bir takım ilaçlar içirildiğini; diğer bazıları ise, daha gülünç bir şekilde, mahkemeye çıkarılanların, aslında kendilerine makyaj yapılmış dublörler olduğunu ileri sürmüşlerdir. Tabii ki bunların hiçbiri geçerli değildi. Orada itirafta bulunanlar, gerçek sanıklardı, ilaç falan da almamışlardı, fakat iradelerinin başka yollarla çökertildiği bir gerçekti.

Peki nasıl mümkün olabilmişti bu? Çarlık zamanında onca polis tecrübesi yaşamış, onca badirelerden geçmiş, ömürleri sürgünlerde geçmiş bu deneyimli Bolşevikler nasıl olmuştu da sahte ve düzmece oldukları çok açık olan bu itirafları imzalamış, mahkemelere çıkıp Sovyet ve dünya kamuoyu önünde papağan gibi tekrarlamışlardı?

Bunun elbette bir değil, birçok nedeni vardı ama bu nedenlerin hepsi eninde sonunda gelip tek bir noktada düğümleniyordu: Engizisyon ve Hitler rejimi de dahil, dünyanın o zamana kadar eşini benzerini görmediği totallikte su ve ışık sızdırmaz bir totaliter rejimin varlığı. Öyle ki, bu rejim karşısında eski Çarlık rejimi son derece liberal kalmıştır. Dolayısıyla Çarlık polisi karşısında yenilmeyen Bolşevik devrimciler, kurulmasına katkıda bulundukları yeni rejimin 1930’larda tümsel bir totalitarizme dönüşmesi karşısında yenik düşmüşlerdir.

Bir kere, Koestler’in üzerinde durduğu totaliter düşünme tarzının daha başlangıçtan itibaren bu Bolşevik devrimcilerde de yer ettiğinin üzerinde durmak gerekir. Öyle ki, sonuçta bu düşünme tarzı, Bolşevik devrimcilerin, “1 numaranın” haklı olabileceği ihtimalinin onların beyinlerinde yer etmesine yol açmıştır. Bunun yanı sıra, kurulmasına katkıda bulundukları bir rejim söz konusudur ve bu rejimin ayakta durması için onların itiraflarına ihtiyaç duyulmaktadır. Elbette hepsi bu mantığa yenilmiş değildir ama çoğunun beyninde bu virüs kendine yer bulabilmiştir. Bununla birlikte tek başına bu yetmezdi. Totaliter rejimin başka zorlayıcı araçlara da ihtiyacı vardı.

Bu öyle totaliter bir rejimdir ki, onun taleplerini yerine getirmeyen bir ses, NKVD’nin bodrumlarında anında boğuluyordu. Binlerce devrimci, açık mahkemelere çıkartılmadan NKVD bodrumlarında beyinlerine sıkılan birer mermiyle yok edilmiştir.

Yok edilmeyip itiraflarda bulunanları ise şu saiklerle hareket etmek zorunda hissetmişlerdir kendilerini:

Bir kısmı, NKVD sorgucularının “partiye son bir hizmette bulunmaları” talebini yerine getirip itirafta bulunursa ölümden kurtulacağı vaatlerine aldanmıştır. Bu vaatlerle itirafları imzalamış, mahkemede bunları tekrarlamış ve hepsi kararın hemen ardından kurşuna dizilmiştir.

Bir kısmı, itirafta bulunurlarsa karılarına, çocuklarına, diğer akrabalarına dokunulmayacağı vaadiyle itirafta bulunmuştur. Totaliter rejim, bu tehdidi iyice yoğunlaştırmak için suç yaşını 12’ye indirmiştir.

Buna ek olarak, uykusuz bırakma, konveyor (aralıksız sorgu) ve fiili işkence gibi uygulamalar da itiraflarda ek bir faktör oluşturmuştur.

İtiraf yapacaklarını söyleyenlerin mahkemeye çıktıklarında bu itiraflarını geri alması ihtimaline karşı her türlü tedbir alınmıştır. Örneğin, mahkemeye çıkarılan Krestinski, belirlenen ifadesinden farklı şeyler söylemeye başlayınca mikrofonun sesi derhal kısılmış ve mahkeme heyeti duruşmaya ara vermiştir. Ertesi gün duruşmaya getirilen Krestinski ifadesine, kaldığı yerden “düzgün” bir şekilde devam etmiştir. Bu arada neler olmuş olabileceğini tahmin etmek zor değildir. Zaten duruşmalar sırasında arka bölmede NKVD görevlileri önlerindeki itiraf metinlerini satır satır izlemektedir. En ufak bir sapmada önlerindeki düğmeye basıp mikrofonun sesini kesmektedir. Bu sahne, Kosta Gavras’ın, 1952 Slanski davasını konu alan İtiraf filminde eşsiz bir görsellikle sergilenmiştir.

Totaliter rejim, toplumda tam bir “kuduz köpekleri öldürün” isterisi yaratmıştır. Bütün yayın organları, radyo istasyonları, sokaklardaki mikrofonlar bile bir ağızdan aynı türküyü söylemekte, fabrika toplantılarıyla bu yönde kararlar aldırılmaktadır. Bu tür kararları imzalamayanın anında kendini NKVD bodrumlarında bulacağı kesindir, nitekim bunun örnekleri de vardır. Bu bir yana, bu tür bir histeriye sanıkların yakınları bile zorla dahil edilmektedir. Kocasını ya da karısını veya babasını “lanetleyen” çok sayıda kurban vardır dışarıda. Fakat bu yakın akrabaların lanetlemeleri bile onları kurtaramamış, bir süre sonra onlar da içeri alınıp yok edilmiş ya da toplama kamplarında yok olmuşlardır.

Bırakın ülke içini, ülke dışında bile rejimin propaganda aparatları kulakları sağır eden bir tempoda aynı suçlamaları dünyaya yaymıştır.

Böylesi bir totaliter rejim karşısında itiraf yapmamanın tek yolu daha baştan her türlü işbirliğini reddetmektir ki, bunu yapan çok sayıda isimsiz kahraman da vardır. NKVD bodrumlarının duvarlarına kanları sıçrayan bu insanların çok azının ismi bilinmektedir.

Hitler’in mahkemelerinde Dimitrov savunmasını yapabilmiş, Jan Valtin (Karanlığın Ötesinde, çev: Gün, Zileli, Kibele, 2009), kendi lehine tanıklar göstererek başının baltayla vurulmasından kurtulabilmiştir.  Hitler rejimi, temel hukuk kurallarının ihlali ve totalitarizm açısından Stalin rejiminin yanında pek toy kalır. 

Gün Zileli - 28 Eylül 2017 - gunzileli68@gmail.com - gunzileli@hotmail.com - www.gunzileli.com
Daha yeni Daha eski