“O halde eğer ideolojik kölelikten kurtulmak gibi samimi bir
niyetiniz ve kaygınız varsa, üç şeyden kurtulmayı bir hedef olarak önünüze
koyacaksınız: 1. Devletten kurtulmak; 2. paradan kurtulmak; 3. herkese ait olan
yaşam araçlarına [üretim araçlarına] birileri tarafından el konmasına son
vermek… Unutulmasın, bir zamanlar bunların üçü de mevcut değildi…”
Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin “bağımsızlık
referandumu”, ‘ulusların kendi kaderini tayın etmesi’ tartışmalarını yeniden
hatırlattı. Kimileri, orada yapılanın doğrudan “ulusların kendi kaderini tayın
etmesi ilkesini angaje eden bir şey olduğunu, dolayısıyla tereddütsüz
desteklenmesi gerektiğini söyledi. Başkaları da bunun bir emperyalist
senaryonun sonucu olduğunu söyleyerek karşı çıktı. Oysa sorunun asıl
tartışılması gereken yönü savsaklandı. Ulusların kendi kaderini tayin etmesi
meselesi ilk defa ABD başkanı W. Wilson tarafından Birinci Emperyalist savaşın
son günlerinde [8 Ocak 1918] ortaya atıldı. “Wilson Prensipleri” olarak
biliniyor. Oysa ezilen/sömürülen/tahakküm altına alınan insanlar, halklar,
haksızlığa maruz kaldıkları ilk günden beri ve hiçbir zaman bu durumu
kabullenmediler… Bu yüzden insanlık tarihi, isyanların, başkaldırıların,
devrimlerin de tarihidir…
Elbette yükselen yeni bir emperyalist güç olan ABD’nin
başkanı, öyle sanıldığı gibi “ulusların kaderiyle” uzaktan-yakından ilgili biri
değildi. Zira, öyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu dünyanın
ezilen/sömürülen halklarının emperyalist bir güçten “hayırlı” bir şey
beklemeleri abesle iştigaldir… Esasen Wilson’un öyle bir çıkış yapmasının iki
nedeni vardı: Birincisi, ‘klasik sömürgeciliğin (kolonyalizmin) son bulmasını,
birkaç sömürgeci/emperyalist gücün egemenliği altında bulunan, yeryüzünün lânetlilerinin
yaşadığı geniş bölgelerin Amerikan sermayesine açılmasını istiyordu… Özetle
Wilson, “artık kolonyalizmin klasik (doğrudan) versiyonu son bulsun,
yeni-sömürgecilik statüsü [néo-colonialisme] onun yerini alsın” demek
istiyordu; İkincisi, din, mezhep, etnik, kültür farklılığına sahip ne kadar
topluluk varsa, bağımsız olmalarını istiyordu. Nitekim halklar ne kadar
ufalanırsa, onları egemenlik altına almak da o ölçüde kolaylaşır… Şimdilerde
Orta-Doğu denilen bölgede yaptıkları gibi…
Esasen İkinci emperyalist Savaş sonrası yaklaşık iki on yılda Wilson’un planı gerçekleşecek, yeni
sömürgecilik eskinin yerini alacak, doğrudan sömürge ülkeler, başta ABD olmak
üzere tüm emperyalist ülkelerin yeni sömürgesi haline gelecekti. Artık bu yeni
statüde bir ülke herhangi bir ülkenin sömürgesi değil, “Kolektif emperyalizmin”
kolektif sömürgesi (kolonisi) olacaktı ve oldu… Bu iş de emperyalizmin
kurumları olan, Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] onun şemsiyesi altındaki örgütler ama asıl
Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, vb. gibi emperyalist oligarşinin
hizmetindeki “uluslararası” denilen kurumlar tarafından yürütülecekti…
Ulusların kendi kaderini tayin etmesi ilkesinin bir
destekçisi de Lenin ve III. Enternasyonaldi… Komünist Enternasyonal, soruna
dünya sosyalist devrimi açısından bakıyor ve sömürgelerin bağımsızlıklarını
kazanmalarıyla kolonyalist/emperyalist ülkelerin sömürü ve egemenlik
olanaklarının zayıflayacağını ve sosyalist dünya devrimine uygun koşulların
oluşacağını ileri sürüyorlardı. Fakat Komünist Enternasyonal ve Sovyetler
Birliği hızla enternasyonalist ilkelerden ve sosyalist perspektiften uzaklaştı,
III. Enternasyonal Sovyet Devletinin çıkarlarını korumanın, Sovyetler Birliği
diplomasisinin bir aracı haline geldi…
Netice itibariyle, sömürge halkları da bu arada bir devlet
sahibi oldular ama asla emperyalizmden bağımsızlaşamadılar. Kendi kaderlerini
kendi ellerine almayı başaramadılar… Şimdilerde sözde bağımsız ulus-devletlerin
varlığına rağmen emperyalist sömürü ve yağma ‘doğrudan veya yarı-sömürge
oldukları dönemdekinden özde farklı değil… Sadece görüntüler, retorik,
yöntemler ve araçlar değişti… Emperyalizmin uşağı olan “yerli işbirlikçi hakim
sınıflar” sömürgeci devletlerin kurumlarının, adamlarının, işlevini devralmış
bulunuyorlar… Dolayısıyla ortada asla “ulusların kendi kaderini tayin etmeleri”
diye bir şey yok… Zira “yerli yönetici elitler” küresel oligarşinin bir
parçası… Gerçek durum böyle ama retorik her zaman farklıdır…
O halde sadede gelebiliriz. Bir ulus, bir halk hangi durumda
kendi kaderini tayin edebilir, itilip-kakılmaktan, baskıya, sömürüye, zulme
maruz kalmaktan kurtulabilir, haysiyetine sahip çıkabilir, özgürce yaşayabilir,
emansipe olabilir ve dünya halklarının eşit/saygın bir üyesi olarak varlığını
sürdürebilir? Soruyu şöyle de sorabiliriz: Bir halkın, bir ulusun kendi
kaderini kendi ellerine alması, özgürleşmesi, hangi durumda mümkündür? Mesela
bir devlete sahip olmak bu amaç için yeterli koşul mudur? Sömürgeci/emperyalist
bir devletten kurtulmak kendi kaderini tayin etmenin yeterli koşulu mudur? Eğer
öyleyse bu, devleti olan ülkelerde halk kendi kaderini tayin ediyor demeye
gelir!.. O zaman siz de bir devlete sahip olduğunuzda sizin için de sorun
çözülmüş sayılacaktır… Bu da demektir ki, “önemli olan sizi kimin yönettiğidir!”…
“Eğer sizden birileri, kendiniz gibi olanlar yönetirse” sorun çözülmüş mü
sayılacaktır? İşkenceyi yapan kendinizden (içerden) olunca şeylerin anlamı değişir miydi? Eğer bir devlete sahip olmakla iş bitseydi,
şeyler ne kadar da kolay olurdu…
“Wilson Prensipleri” denilenin ortaya atılmasından bu yana,
geride kalan yaklaşık yüz yılda, yüzlerce devlet dünya sahnesine çıktı,
jeopolik arenada arz-ı endam etti ama hiçbir yerde halkların kendi kaderine
sahip çıktığına şahit olunmadı… Yerli zorbalar ekseri eskileri [yabancıları]
aratmadı… O zaman neden böyle oldu sorusunu sormak gerekmiyor mu? Neden bu
soruyu sormaktan ısrarla kaçınılıyor? Neden ikiyüzlülükte ısrar ediliyor?
Öyleyse şu ‘devlet’ denilen netameli aygıt nedir? Aslında ne işe yarıyor? Bu tür
soruları sormakla başlamak gerekiyor ama lânet olası devlet tam bir tabu
mertebesine yükseltilmiş durumda… Kimse tabuya elini sürmek istemiyor…
Lânetlenmekten, cezalandırılmaktan korkuyor. Bu tür sorular sormak isteyenlerin
önü daha baştan kesilmek isteniyor. Bu konudaki genel anlayış ve kabul az çok
şöyle: Devlet vazgeçilmezdir, devlet olmadan olmaz, devletsiz asla olmaz…
Eğer samimiyetle insanların özgürce, barış içinde yaşaması
isteniyorsa, sömürü ve baskıdan kurtulması isteniyorsa, insanın insana,
toplumun doğaya yabancılaşmasına son verilmek isteniyorsa, şeyleri tartışmaya
“devletten” başlamak gerekecek!… Zira devletlerin olduğu bir dünyada ne barış,
ne insanca yaşam, ne de kardeşlik mümkündür. Zira, devletin iyisi olmaz… O
halde eğer ideolojik kölelikten kurtulmak gibi samimi bir niyetiniz ve kaygınız
varsa, üç şeyden kurtulmayı bir hedef olarak önünüze koyacaksınız: 1. Devletten
kurtulmak; 2. paradan kurtulmak; 3. herkese ait olan yaşam araçlarına [üretim
araçlarına] birileri tarafından el konmasına son vermek… Unutulmasın, bir
zamanlar bunların üçü de mevcut değildi… (FİKRET BAŞKAYA)