“Bürokrasisi, kurumları, güvenlik aygıtı, ekonomisi, eğitim
sistemi, dış politikası çökertilmiş ve bu süreklileşmiş çökertme sürecinin
iktidarın ayakta kalabilmesinin asli koşulu haline geldiği bir ülkede, aynı
iktidardan anti-emperyalist bir tavır beklemek, hele hele ülkenin gerçekten
yurtsever insanlarını iktidarın arkasında hizalanmaya davet etmek ahmaklık
değilse alçaklık ve alçaklık değilse ahmaklıktır”
Bugünlerde sıkça bu soruyu soruyor ve bir tür inkâr
psikolojisiyle, “Hayır” diye yanıtlıyorlar, “Türkiye Cumhuriyeti bir kabile
devleti değildir.” Acaba?
Çoğu gayet eşitlikçi bir zihniyetle ve doğayla barışık
olarak yaşayan kabile toplumlarını tenzih ederek ve teşbih olsun diye
söyleyelim: “Evet, Türkiye nicedir bir kabile devletidir.” Anayasasızlığın,
hukuksuzluğun, despotluğun, akrabalık ve kafa kol ilişkilerinin devlet
yönetimine damgasını vurması ve iktidarın giderek kurumsal hüviyetini kaybedip
yerini kişiselleşmiş iktidara bırakması nedeniyle böyledir bu. Türkiye hızlı
bir şekilde “medeniyet yitimi”ne uğramakta, modernite rotasından çıkmış bir
şekilde ve bu sefer teşbih yapmaksızın, kelimenin gerçek anlamıyla söyleyecek
olursak “geri”ye doğru gitmektedir.
Artık “olağan” olarak yönetmesi mümkün olmayan bir iktidar
ve yönetilmesi mümkün olmayan bir ülke vardır karşımızda, tam da bu nedenle
OHAL bir kez daha ve sonra bir kez daha uzatılmak zorundadır. “Teröre karşı
sonsuz savaş” mantığıdır bu ve elbette ki paradoksaldır da: Hem terörün en kısa
zamanda bitirileceği vaat edilmektedir, hem de her yerde hazır ve nazır,
kendisiyle ancak olağanüstü yöntemlerle baş edilebilecek bir düşmanın varlığı,
iktidarın ömrünü uzatmanın temel koşulu haline gelmektedir.
Mutlak bir şekilde dost-düşman ayrımı üzerine
temellendirilmiş bu siyasetin ortaya “iki uluslu” bir ülke manzarası çıkarması
elbette ki kaçınılmazdır. Biz ve onlar, dostlar ve düşmanlar, milletten olanlar
ve geriye kalanlar… Türkiye toplumunun birbirine düşmanlaştırılması ve bu
düşmanlığın devasa propaganda aygıtı aracılığıyla her gün yeniden ve yeniden
üretilmesi iktidarın bekası adına kaçınılmaz bir zorunluktur. İktidarın ayakta
kalmasının yolu, toplumsal bir aradalığın düzenli olarak maddi ve manevi
tahribatından geçmekte, süreklileşmiş bir düşük yoğunluklu iç savaş ve teyakkuz
hali başat yönetim teknolojisi haline gelmektedir.
Bu yıkmaksızın ayakta kalamama durumu, diğer alanlar için de
geçerlidir, ülkenin saraydan yönetilmesi ve kişiselleşmiş iktidar için her
türlü kurum paralize edilmeli, yıkılmalıdır. Bugün Türkiye’de yargı, ordu,
üniversite yoktur; bunların hepsi gündelik politikanın hükmünü icra ettiği ve
sayısız çıkar grubunun birbiriyle rant yarışına girdiği feodal beyliklere
dönüşmüştür, “modern devlet” diye bir şey varsa eğer ve bu da kurumsallığa,
yönetimin temel mantığını kurumsallığın oluşturmasına işaret ediyorsa, artık bu
anlamıyla Türkiye’de modern bir devletten söz etmek mümkün değildir. Arpalık
sahibi feodal beylikler ve tepede en büyük beylik… Manzara büyük ölçüde
böyledir.
Bu manzaranın ekonomik alana yansımıyor olması elbette ki
düşünülemez. Ayakta kalabilmek için Türkiye’nin bütün kamusal varlıklarını
satmak kaçınılmazsa eğer, bundan kaçınılmamış ve 70 milyar dolar tutarında kamu
varlığı sermayeye devredilmiştir. Yetmemiş, borçlanma olanakları dibine kadar
zorlanarak toplam borç yaklaşık dört katına çıkarılmış, 400 milyar dolar bu halkın
omuzlarına bindirilmiştir. Buna bir de “Devletin cebinden bir kuruş çıkmayacak”
diye sunulan köprüler, tüneller, havalimanları eklenmelidir şüphesiz. “Dava
komisyonu” ile verilen ihalelerle gerçekleştirilen yirmi otuz yıllık geri
ödemeli bu projeler birer ekonomik yıkım ve ipotek projesidir, ekonomik
rasyonalite bütünüyle çökertilmiş, eş dost sermaye grupları buradan
palazlandırılmıştır.
Peki ya dış politika? Dün dost olanın bugün düşman ve düşman
olanın dost olabildiği, oradan oraya savrulup duran, Kayserili halı tüccarı
zihniyetiyle sürdürülen, güya denge siyaseti izleyen ama çırpındıkça daha çok
bataklığa batan dış politikayla varılan yerin neresi olduğu bellidir. Tüm
dünyayla kavgalı, devletten devlete ilişkileri kişisel bağlantılar ve lobiler
üzerinden kurmaya çalışan, “ulusal çıkar” mefhumunu iğdiş eden, her türlü
ilişkiyi kendi bekası ve ikbali adına kuran bir dış politika anlayışıdır bu
karşımızdaki ve “kabile devleti” diyorsak, bunun en net gözlenebileceği
alanlardan birisi burasıdır.
Tam da bu nedenle, Türkiye bugün ekonomisiyle, siyasetiyle,
bir arada yaşama kültürüyle on beş yıl öncesine göre çok daha kırılgan, on beş
yıl öncesine göre toplumsal fay hatları çok daha gerilmiş, on beş yıl öncesine
göre emperyalizmin müdahalelerine çok daha açık ve çok daha az dayanıklı bir
ülke görünümü sergilemektedir.
Bürokrasisi, kurumları, güvenlik aygıtı, ekonomisi, eğitim
sistemi, dış politikası çökertilmiş ve bu süreklileşmiş çökertme sürecinin
iktidarın ayakta kalabilmesinin asli koşulu haline geldiği bir ülkede, aynı
iktidardan anti-emperyalist bir tavır beklemek, hele hele ülkenin gerçekten
yurtsever insanlarını iktidarın arkasında hizalanmaya davet etmek ahmaklık
değilse alçaklık ve alçaklık değilse ahmaklıktır.
Emperyalizm karşıtlığı mı, bağımsızlık mücadelesi mi,
yurtseverlik mi, sonuna kadar ama bu tablonun sorumlularıyla hesaplaşma
iradesiyle, İslamcılardan anti-emperyalizm çıkmayacağının bilinciyle, kendi
ikbal mücadelesini ülkenin istiklal mücadelesi gibi sunanların tuzağına
düşmeksizin, bağımsız bir sol siyaseti bu topraklarda var etme iddiasıyla
öncelikle… Durduğumuz yer burasıdır.
(FATİH YAVAŞ – BİRGÜN)