30 Mart 1972 Kızıldere Katliamı’nın üzerinden 46 yıl geçti.
On’lar, bir direniş ve dayanışma destanı yazmakla kalmayıp, Türkiye sosyalist
hareketinin üzerinde yükseldiği bir teorik-pratik miras bıraktı...
CİHAN ALPTEKİN |
30 MART, KIZILDERE; BİR DİRENİŞ VE DAYANIŞMA DESTANI
Birde çokuz, çokta biriz
Ne evveliz, ne ahiriz
Cümlemiz birer Mahir'iz
Kanımıza kan isteriz
Kızıldere doymaz kana
Kan yaraşır mert olana
Faşistler kıydı Cihana
Canımıza can isteriz
(Kızıldere Katliamı sonrasında yakılan bir ağıttan)
30 Mart 1972’de, on devrimci, Mahir Çayan, Sinan Kazım
Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Ertan Saruhan, Cihan
Alptekin, Ömer Ayna, Nihat Yılmaz ve Ahmet Atasoy, Niksar’ın Kızıldere köyünde
kuşatıldıkları kerpiç bir evde vahşice öldürüldü.
30 Kasım 1971’de Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçan Mahir
Çayan’ın önderlik ettiği Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C)
savaşçıları, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) savaşçıları Cihan Alptekin ve
Ömer Ayna ile birlikte, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamını
engellemek için NATO’nun Ünye Radar Üssü’nde görevli 3 teknisyeni
kaçırmışlardı.
Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan ve Sabahattin Kurt
Dev-Genç yöneticileri; üsteğmen Saffet Alp THKP-C’ye bağlı “Hava Kuvvetleri
Proleter Devrimciler Örgütü”nün kurucularından; öğretmen Ertan Saruhan THKP-C
Karadeniz bölgesi sorumlusu; çiftçi Ahmet Atasoy ve şöför Nihat Yılmaz ise
THKP-C’nin Ordu bölgesi militanlarıydı.
Zırhlı araçlar ve ağır silahlarla donatılmış binlerce asker
ve polisin kuşattığı devrimciler, “teslim olmalarına” dönük çağrılara,
emperyalizme ve faşizme karşı öfkelerini ifade eden sloganlar ve marşlarla
yanıt verdiler. Ve katledildiler. Katliamın ilk sahnesi, kuşatma güçlerinin
konuşmak üzere evin çatısına çıkardıkları devrimcileri öldürmeleriyle başladı.
Katliamın son sahnesinde, tank ve bazuka ateşiyle yıktıkları kerpiç evin
kalıntıları içinde sağ kalan devrimcilerin kurşuna dizilişi vardı.
1971’de “emperyalizmin tahakkümüne ve karşıdevrimin
şiddetine karşı silaha sarılan” bu devrimciler, Türkiye halkları için
eşitsizliğe, sömürüye, emperyalist uşaklığına karşı başkaldırının en parlak
sembolleri oldular. Onları imha ederek devrimci hareketi yok edebileceklerini
iddia eden faşist kontrgerilla merkezleri, Türkiye’yi bir kan denizine, bir
işkence ve baskı üssüne dönüştürdüler. Ama bu katliamdan sonra istedikleri
olmadı. Devrimci hareket On’ların öldürülmelerinin üzerinden iki yıl geçmeden
onların anısıyla çok daha büyük bir güç kazanarak yeniden yeşerdi. Mahir
Çayan’ın “Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik!” sözleri 1970 sonrasının
Devrimci Gençliği için faşizme karşı direniş parolasına dönüştü. Onlar, Türkiye
toplumuna baş eğmez bir devrimcilik kültürünün yerleşmesinin bugüne dek yaşayan
sembolleri oldular. Onlar, 1960’lı yılların Devrimci Gençlik hareketleri ve 12
Mart faşizmine karşı silahlı direnişin ifade ettiği değer ve ilkelerin en
parlak temsilcileri olarak sonraki kuşakların hafızasına kazındılar. Bu değer
ve ilkeler sonraki yıllarda, Türkiye devrimci hareketinin yeni devrimci bir
temel üzerinde yeniden şekillenmesine damgasını vurdu. Türkiye halkı 45 yıldır
onlarla gurur duydu; sonsuza kadar da gurur duyacak.
Öldürülme nedenlerinin, kaçırdıkları üç NATO görevlisini kurtarmak
olduğu ilan edildi. Oysa katliam sırasında ölen NATO görevlilerinin
cesetlerinden çıkan mermiler, devrimciler tarafından öldürülmeseler, dışardan
açılan ateşle ölmüş olacaklarını gösterdi.
Devlet, Niksar’ın Kızıldere köyünde kuşattığı on devrimciyi
ne pahasına olursa olsun imha etme kararı almış ve uygulamıştı. Kararın
altında, Süleyman Demirel’in, İsmet İnönü’nün, Org. Memduh Tağmaç’ın imzaları
vardı. Operasyonu, daha sonra 12 Eylül darbesinin başında yer alan dönemin MİT
Müsteşarı Korg. Nurettin Ersin yönetti. 70’li yılların iç savaşını tezgahlayan
kilit isimlerden MİT’çi Mehmet Eymür infaz timinin başındakilerdendi.
Katliamı gerçekleştiren devlet görevlileri hızla
yükseldiler, devletin daha kilit görevlerine getirildiler. Getirildikleri bu
görevlerde, yeni cinayetler işlediler, yolsuzluk batağının büyümesine katkı
yaptılar, emperyalist uşaklığının en çirkin örneklerini verdiler. Devlet adına
işledikleri suçlar nedeniyle, gizli bir dokunulmazlık kalkanı altında sürekli
korundular. Türkiye’nin adaletsiz, zorba, soyguncu düzeninin sembolleri
oldular. Devletleri “onlarla gurur duydu”, yıkılıncaya kadar da bu pisliğin ağırlığını
taşıyacak!
* * *
Kızıldere bir devrimci kardeşlik destanıdır
Mahir Çayan, ağır takip koşullarında kaleme aldığı
Kesintisiz Devrim II-III’de “Silahlı mücadele önce solu toparlayacaktır”
diyordu. Onun parça parça olmuş solun geleceğine ilişkin bu umut dolu yaklaşımı
basit bir iyimserlik değildi.
Maltepe firarını, THKO’nun kararlı savaşçıları Cihan
Alptekin ve Ömer Ayna ile birlikte hazırlamışlar ve kaçıştan itibaren de,
çabalarını Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam cezalarının
uygulanmasını önlemeyi amaçlayan bir dayanışma eylemine yoğunlaştırmışlardı.
Son derece ağır takip koşullarında zamanla yarışıyorlardı. Denizlerin idam
kararı jet hızıyla kesinleşiyordu.
Kaçak THKP savaşçıları ise, THKO savaşçıları Cihan ve
Ömer’le birlikte önce Ankara’ya sonra da Karadeniz’e çıktılarında 15 Mart’tı.
Sinan Kazım Özüdoğru, Ömer Ayna, Saffet Alp ve Sabahattin Kurt Niksar’ın
Kızıldere köyünde üstlendiler. Denizler’in idam kararı TBMM tarafından
onaylandığında ise takvim 25 Mart 1972’yi gösteriyordu. CHP’nin Anayasa
Mahkemesi’ne yaptığı itirazın sonucu beklenemezdi.
İki yol vardı: Ya NATO’nun Ünye Radar Üssü görevlileri rehin
alınarak Kızıldere’de saklanıp Denizler’le mübadele edilmeleri istenecek, ya da
Kızıldere’ye eli boş yalnızca saklanmak için gidilecekti. Mahir Çayan, Cihan
Alptekin, Ertuğrul Kürkçü ve Hüdai Arıkan NATO’nun Ünye Radar Üssü’nde görevli
iki İngiliz bir Kanadalı teknisyeni evlerini basarak rehin aldıklarında tarih
26 Mart’tı.
* * *
Direniş cuntanın “reformist” imajını yıktı
1970’e doğru devrimci gençliğin ve işçi sınıfının yükselen
mücadelesi, oligarşi içindeki çelişkileri derinleştirdi. Ordu, 12 Mart 1971
günü verdiği uyarı mektubuyla (“Muhtıra”) Süleyman Demirel’in başkanlığındaki
Adalet Partisi (AP) hükümetini düşürdü. Muhtıracılar “reformist” görünmeyi
seçmişlerdi. AP hükümetini ülkeyi kardeş kavgasına, sosyal ve ekonomik
huzursuzluğa sürüklemekle, Anayasa’nın öngördüğü reformları gerçekleştirmemekle
ve devletin geleceğini tehlikeye atmakla suçladılar. Partiler üstü bir hükümet kurarak
bütün bu sorunları çözecek güçlü ve inandırıcı bir hükümet oluşturulmasını
istediler. Aksi takdirde darbe yaparak yönetimi doğrudan doğruya ele geçirmekle
tehdit ettiler.
Demirel istifa etti. CHP senatörü Nihat Erim partisinden
istifa edip “partilerüstü hükümet”in başbakanlığını üslendi. Hem CHP’den hem de
AP’den üye alınarak kurulan hükümette, Atilla Karaosmanoğlu gibi “solcu”
tanınan bir Dünya Bankası uzmanı ve başka teknokratlar yer aldı.
Bu genel tablo ordudan ilerici bir hareket bekleyen kimi sol
kesimlerde kafa karışıklığına yol açtı. Birçok ilerici kurum darbeyi
destekledi. Darbeye karşı çıkanlar, daha darbe gelmeden önce siyasi krizin
yükselişi karşısında silaha sarılan THKP-C ve THKO oldu.
THKP-C, 15-16 Haziran işçi ayaklanmasının bastırılmasında
ordunun sergilediği yönelimin, ABD ve büyük sermaye güdümünde hareket etmek
olduğunu saptamıştı.
Yeni hükümetin ilk icraatı, ordu içerisindeki ilerici
subayları ihraç etmek, devrimcilere yönelik bir sürek avı başlatmak ve 11 ilde
sıkıyönetim ilan etmek oldu. Deniz Gezmiş hakkında başlatılan sansasyonel
yakalama operasyonu, Deniz’in Yusuf Aslan’la birlikte 24 Mart’ta yakalanmasıyla
sonuçlandı.
12 Mart faşizmi ile birlikte, tekelci sermaye devlet
iktidarını tamamen ele aldı ve bütün üst kurumlarda Amerikancı yapının önündeki
engeller temizlendi.
Bu gelişmeler karşısında THKP-C İsrail Başkonsolosu Efraim
Elrom’u kaçırarak 12 Mart rejiminin Amerikancı, siyonist işbirlikçisi yüzünü
halka gösterdi. ABD ve İsrail güdümündeki kontrgerillanın 12 Mart rejiminin
gerçek sahibi olduğu açıklık kazandı. Erim’in İçişleri Bakanı Sadi Koçaş, daha
önceden işlenmiş suçlar için dahi geçerli olacak şekilde idam cezası
uygulamasını öngören yasaların çıkarılacağını ilan etti. Devlet Güvenlik
Mahkemeleri kuruldu. Hükümete Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi
verilerek meclis devre dışı bırakıldı. Erim hükümeti yaptığı bu düzenlemeler
sonrasında birliğini koruyamayarak dağıldı. THKP’nin silahlı direnişi, egemen
sınıf cephesindeki “siyasi uyum”un bozulmasında önemli bir rol oynadı.
* * *
Işıklarını halka taşıdılar
THKP-C 12 Mart darbecisi Memduh Tağmaç’a “sosyal gelişme,
ekonomik gelişmenin önüne geçti, durdurmak gerekir” dedirten Anadolu
aydınlanmasını ve işçi bilinçlenmesini Karadeniz’den Ege’ye, İzmir’den Kartal’a
ilerleterek gelişti
THKP-C’nin stratejisi ve örgütlenmesi bir avuç gözü kara
devrimcinin devletle çatışmasına indirgenemez. THKP’nin kurucuları, tüm
devrimci sınıflar içerisinde devrimci mücadeleleri örgütleyen öncü
devrimcilerdi. THKP-C’nin omurgasını, Karadeniz’de tütün, çay ve fındık
üreticilerinin, Ege’de tütün üreticilerinin, İzmir Aliağa Rafinerisi inşaatında
çalışan amelelerin, Zonguldak madencilerinin, Kartal-Gebze sanayi işçilerinin,
küçük rütbeli subayların, yeni kurulan TRT emekçilerinin örgütlenmesine
önderlik eden devrimci kadrolar oluşturdu.
Karadeniz’deki tütün, fındık ve çay mitinglerinin
örgütçüleri, THKP-C kurucularından Hüseyin Cevahir ve Nihat Yılmaz ile
Kızıldere’de düşen Sebahattin Kurt, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy’du. Aliağa
Rafinerisi inşaat işçilerinin grevine öncülük eden Yapı İşçileri Sendikası
Başkanı Necmettin Giritlioğlu bir kontrgerilla cinayetiyle öldürüldüğünde,
Münir Ramazan Aktolga ve Bingöl Erdumlu ile, “savaşçı öncü”yü örgütlüyordu.
1970’e doğru Zonguldak maden işçilerinin asırlık “komünist hücreleri”ne el atan
yine geleceğin THKP’lileriydi. 15-16 Haziran ayaklanmasının devrimci eli Kartal
İşçi Birliği’nin örgütlenmesinde THKP’nin “bolşevik” zihniyetiyle yeralan
Dev-Genç militanları kilit roller oynadılar. TRT televizyonunda haber
merkezinden kültür programlarına, tüm birimlerde güçlü bir gizli devrimci
örgütlenme yaratanlar da THKP’nin gelecekteki militanlarıydı. Bütün bu
kavgaların öncüleri, şiddetlenen sınıflar mücadelesine ne TİP reformizminin ne
de MDD oportünizminin yanıt veremeyeceğini görüyorlardı.
Mahir Çayan’ın THKP’nin kuruluşunu “Toplumun bütün
kesimlerini sarsmaya başlayan devrimci kasırga, genç militanlara devrim
arenasında sadece kendilerinin kaldığını gösterdi. Hayat, devrimci pratiğin
içindeki işçi, köylü, öğrenci militanları bir araya getirdi. Böylece, Leninizm
temelleri üzerinde, devrimci yoldaşlığın oluşturduğu, kelimenin geniş anlamı
ile proleter devrimci bir örgüt doğdu” sözleriyle tanımlaması bir “güzel söz”
değil, somut tarihsel gerçektir.
* * *
En iyi lider en iyi militandır!
Türkiye sosyalist hareketine en güçlü devrimci ivmeyi
kazandıran Mahir Çayan, 14 Ağustos 1945’te Samsun’da doğdu. Babası devlet
memuruydu. 1965’te SBF Sosyalist Fikir Kulübü’nün başkanlığına seçildi. 1967’de
kısa bir süre Fransa’ya gitti.
Döndüğünde Türkiye İşçi Partisi (TİP) içinde Milli
Demokratik Devrim (MDD) çizgisini savunarak yönetimdeki reformcu görüşlere
karşı mücadeleye girişti. TİP teorisyenlerinin Leninizmin özünü tahrif etme
girişimlerine karşı ideolojik mücadele bayrağını, “Revizyonizmin Keskin Kokusu”
başlıklı makaleleriyle yükseltti. TİP reformizmine karşıymış gibi görünen ama
özünde ondan daha kötü bir ilkesiz yaklaşıma sahip olan Doğu Perinçek ve
avanesinin “kampüs Maoculuğu”nun karşısına, Mao’nun Halk Savaşı düşüncesinin
özünü savunarak dikildi.
12 Mart yaklaşırken Mihri Belli’nin sol bir darbe beklentisi
içinde Devrimci Gençliği oyalayan tutumunun karşısına açık ve net bir devrimci
tutumla çıktı. “MDD, bir savaş stratejisidir ve bu strateji ancak bir savaş
örgütüyle yani işçi sınıfı partisi ile gerçekleştirilir” diyordu. Bu görüşünün
gereğini yaptı ve Türkiye sosyalist hareketinin tarihindeki ilk “savaşçı
parti”yi kurdu. Savaşçı bir partinin liderliğinin, “politik ve askeri
liderliğin birliği” ilkesiyle oluşturulacağını savundu ve uyguladı.
THKP-C’nin bütün askeri eylemlerinde en ağır sorumluluğu
üstelenerek yer aldı. Tüm karar anlarında açık ve kesin bir devrimci tutumu
benimsedi. Firar sonrasında, tüm devlet güçleri peşindeyken “yurtdışına çıkma”
önerilerini sert bir biçimde reddetti. Baskınları dakikalarla savuşturduğu bu
takip ortamında Türkiye devriminin stratejisine ilişkin bu güne dek verilmiş en
etkili eser olan Kesintisiz Devrim II-III’ü yazdı. Öldürüldüğünde 26
yaşındaydı; düşüncesi ve eylemi yaklaşık 40 yıldır Türkiye sosyalist hareketine
ışık tutuyor.
* * *
Darbeci olmayan askerler
Bazı gazeteci, aydın ve askerler “sol cunta” hayali peşinde
koşarlarken, ordunun küçük rütbeli subayları içindeki en güçlü devrimci grubu
THKP-C oluşturuyordu. Hava Kuvvetleri Proleter Devrimciler örgütü, Türkiye için
tek kurtuluş yolunun anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik bir halk
devrimi olduğunu, işçi sınıfı partisinin bu devrimin ideolojik politik öncüsü
olacağını savunuyordu. Cuntacılığın çıkar yol olmadığını düşünen bu devrimci
askerler, Türkiye’de gerçek bir devrimin ancak halk savaşı içerisinde kurulmuş
bir halk ordusuyla başarıya ulaşabileceği düşüncesindeydiler. Pilot teğmen
Saffet Alp, şehir gerillası mücadelesinden başlayarak, yaşamını gerçek bir halk
ordusunun kuruluşuna adadı. Onun simgelediği tehdidin büyüklüğünün farkında
olan kontrgerillacılar, Kızıldere’de bombalarla yıktıkları evin enkazında
Saffet’i yaralı bulduklarında, kurşuna dizdiler.
* * *
Ahlaki bir isyan olarak: Devrimci savaş
THKP-C, devrimci savaşı yalnızca askeri güçler arasındaki
bir çatışma olarak değil, iki ayrı dünya görüşünün, iki ayrı toplum programının
ve iki ayrı ahlakın çatışması olarak görüyordu. İlk bildirisinde “THKP-C, kendi
saldırı noktaları dışında kalan hedeflere yönelen ve halkın saflarına da zarar
veren hiçbir maceraperestin sorumluluğunu üzerine almaz. Çocuk kaçırmak,
kadınlara ilişmek, emperyalistlerle doğrudan doğruya ilişkisi olmayan
kimselere, esnafa, parababası bir avuç hain dışındaki orta derecedeki zenginlere,
yani orta burjuvaziye saldırmak, zarar vermek devrimci eylem olamaz. Bunlar adi
gangsterlik olaylarıdır. THKC, bu gibi olayları şiddetle kınar. Amerikalı
emperyalistlere, finans kapitalizmin temsilcilerine, zalimlere ve halk
düşmanlarına yönelen her harekete ise saygı duyar ve bunları sonuna kadar
destekler” diyordu. Devrimci bir savaş, aynı zamanda kurulu düzenin ahlakına
karşı bir isyanı da ifade etmeliydi. (SENDİKA.ORG)