Dinin Güncellenmesi (1): Zihinlerin güncellenmesi
Müslümanlar tarihin tortusu, hurafenin verdiği ağır hasar,
İslam’ı anlamak konusundaki zihinsel tembellik ve iktidarla birlikte ganimetin
yol açtığı kirlenme ile bir iç hesaplaşma içerisine girmek konusunda şüphesiz
ki özgürdürler. Buna iç dünyalarında kendileri karar verecektir. Ama
Müslümanların bu konularda takınacakları tutum sadece kendilerinin sınavı değil
gerçeklik dünyasındaki İslam’ın, yaşanan İslam’ın, algılanan İslam’ın da
geleceğini belirleyecektir.
İslam’ın güncellenmesi konusu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan tarafından dile getirildiğinden bugüne konunun seyri de epey değişti.
Örneğin Bekir Bozdağ çıktı ve “Cumhurbaşkanımızın imanını sorgulamak kimsenin
haddi değildir” şeklinde anlamlandırması zor, tuhaf bir açıklama yaptı. Konu
mecrasından saptı. Henüz başlangıçtayken bu yazının ve bu minvalde devam
edebilecek yazıların amacının herhangi bir kişinin imanını sorgulamak veya
İslam’ın yeniden yorumlanmaya ihtiyaç duyup duymadığını tartışmak olmadığını
peşinen belirtmek yerinde olur.
ENGİZİSYONA GEÇİT YOK
Eğer söz konusu İslam ise bu daire içerisinde kalarak iman
sorgulamanın yani kalplerde olanı bilmenin ne meşru bir zemininin ne de bir
imkanının olmadığını yakinen biliyoruz. Bu sadece ahlaki bir tutum değil aynı
zamanda nesnel bir gerçeklik. Bunu bilmek deneyim aracılığıyla imkan dahilinde
olsaydı dahi ahlaki sınırlar içerisinde kalarak engizitörlüğe soyunmak yolu
kapalıdır.
YOLDA OLMAK
İslam’ın en güzel şekilde hayatiyetini devam ettirmesi ise
tümüyle ve ancak Müslümanların bu konudaki niyetleri, gayretleri, cehdleri,
ihlasları, amelleri günün diliyle performansları; kısaca Müslümanların hem
bireyler hem de topluluk olarak kendilerini güncellemeleri ile sağlanabilir.
Güncellenme A’dan Z’ye, sade bir Müslümandan bir hükümdara kadar her Müslüman
için geçerli ve süreklilik taşıması beklenen bir kuraldır. İki günün birbirine
olan eşitliğini bozmak zorunluluğu. İnsanın kendini güncellemesi istikameti
hikmet doğrultusuna çevirerek adımlamaya devam etmesinden başka nasıl bir anlam
taşıyabilir ki? Eldeki metinler aynı kalacak, bizlerin bu metinlerden anladığı
ise zihinlerimizin muhtevası ve niyetlerimizin yönelimi ile bir şekilde
değişecektir.
Yani her insan her mahluk için geçerli olan değişim kuralı,
Müslümanlar ve onların zihinleri için de geçerlidir. Nehir akıyor ve değişim
kaçınılmazdır. Ya kendimizi akıntıya bırakacak ya da kulaç atmaya başlayacağız.
Yaratılmışlarda yani tek tek varolan her şeyde değişim kaçınılmaz olduğuna göre
bizler ancak bu değişime iradelerimizle bir yön verebiliriz. Güncellenmek ise
zorunlu olan değişimin bilinçli bir tercihle hikmete yöneltilmesi şekliyle elde
edilebilir. Hikmet arayışının ise Penelope’nin örgüsünden, sürekli başa dönerek
yeniden ve yeniden dokumaktan pek farklı bir yanı yok.
Kısaca yolda olmak, fasıla vermeksizin yolda olmak.
Müslümanlar tarihin tortusu, hurafenin verdiği ağır hasar,
İslam’ı anlamak konusundaki zihinsel tembellik ve iktidarla birlikte ganimetin
yol açtığı kirlenme ile bir iç hesaplaşma içerisine girmek konusunda şüphesiz
ki özgürdürler. Buna iç dünyalarında kendileri karar verecektir. Ama
Müslümanların bu konularda takınacakları tutum sadece kendilerinin sınavı değil
gerçeklik dünyasındaki İslam’ın, yaşanan İslam’ın, algılanan İslam’ın da
geleceğini belirleyecektir. İslam’a gelince, Allah dinini elbette ki korur ama
bu konuda ne Müslümanlara ne de başka birilerine hiç ama hiç ihtiyacı yoktur.
Gerekirse bir topluluk sıfırlanır ve gider; gidenin yerini daha iyi özelliklere
sahip bir başka topluluk alır. Nehirler yine akmaya, dünya da dönmeye devam
eder.
Burada ele alacağımız husus geçtiğimiz günlerde yaşadığımız
ve hepimizi ilgilendiren bir gelişme; daha ziyade kamusal ilişkilerimiz,
toplumsal sözleşmemiz çerçevesinde.
“İslam’ın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar da
aciz bunlar. Siz İslam’ı 14 asır öncesi hükümleri ile bugün uygulayamazsınız.
Beni birçok hocaefendi tefe koyacak o ayrı mesele. Rabbim bizi tefe koymasın.”
Bu sözler Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ait.
Ortalıksa sütliman. Eğer bu sözler bir muhalefet lideri, daha açık bir ifadeyle
Kemal Kılıçdaroğlu veya bir başka siyasi tarafından sarf edilmiş olsaydı içerik
ve kamusal yönü dikkate alınarak verilecek tepkileri tahmin etmekte kimse
zorlanmazdı. Cumhuriyet tarihi içerisinde zaman zaman buna benzer sözler aynı
makamda görev yapan farklı şahsiyetlerce ifade edilmiş, bu makamlardaki
şahsiyetler İslami kesim tarafından Hakkı savunmak adına ağır eleştirilere
muhatap olmuştur. Eleştirilerin külliyen haklı – haksız olmasının imkansızlığı,
görev alanına girip – girmediği tartışması bir yana üzerinde daha çok durulmayı
hak eden şey bugünkü suskunluk hali. Çünkü suskunluk Müslümanlar için hayati önemi
haiz bir konunun Müslümanlar tarafından tartışma zeminini de henüz kurulmadan
yok ediyor.
BİLGİ Mİ OTORİTE Mİ?
Bu tartışmanın nereye varacağı kadar önemli bir nokta
içeriği aynı olan beyanların – önermelerin şahsa özel muamele görmesi.
Söylenene değil de söyleyene önem atfedilmesi. Yani otoritenin bilgiden üstün
tutulması ki günümüz dahil tarih boyunca Müslümanların -ve diğer grupların da-
başlarından bir türlü def edemediği önemli belalardan biridir. Bir bela ki tali
yollara çıkar. İnsan muhakemesini iğfal eden bu faktörler aşılmadıkça hakiki ve
verimli bir tartışmanın yapılabilmesi imkan dışıdır. Kısaca bu durum ciddi
konuları sakince konuşmak konusundaki topyekûn tarihi beceriksizliğimizin
güncel içerisindeki yalın bir tezahürü olarak değerlendirilebilir. Hastalık ne
yazık ki yaygındır.
Hocaefendilerin Cumhurbaşkanı’nı tefe koyabilmeleri
kesinlikle mümkün değildir. Kendi zaviyelerinden bu siyasi otoriteyi
eleştirenler zaten kolluk güçlerince toplanıyor, sosyal medyada ve medyada bir
lince de tabi tutuluyor. Zindanlara da tıkılıyor. Ayrıca ilişkilerinin
detaylarına vakıf olmasam da başı bir şekilde devletle belaya girmemiş
hocaefendiler Cumhurbaşkanı’ndan razılar. Bu rızanın tersi de geçerli.
Mütekabiliyet taşıyor. Yani Cumhurbaşkanı’nın tefe koyulma endişesi taşımasının
yaşadığımız gerçeklik içerisinde hiçbir karşılığı yok. Yukarıdaki beyanın
zihinlerde kalan tortusu ise “Cumhurbaşkanı yenilenmeci / ilerici / aydın ama
hocalar bırakmıyor” şeklinde bazı zihinlere çöktü bile. Görebildiğim kadarıyla
bu rol dağılımından taraflar da memnun.
Erdoğan’ın cümleleri Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın
tarafından verilen bir beyanat ile vakit kaybetmeksizin açıklığa kavuşturuldu.
İbrahim Kalın şunları söylemiş:
“Ezmanın tagayyürü ile ahkamın tagayyürü inkar olunamaz.
(Zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesi yadsınamaz. C.İ.) Bu Mecelle
kuralına göre zamanın değişmesiyle içtihadı hükümler ve yorumlar değişir ve
yenilenmeye ihtiyaç duyar. Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu hükümler ise
sabittir. Kastedilen budur.”
Bilindiği gibi çok genel anlamıyla sünnet “Hz.Peygamberin
uygulamalarıdır.” İslam hukuku söz konusu olduğunda içtihat, “hakkında Kuran ve
Sünnette açık hüküm bulunmayan sorunlarda / konularda ilmi otoritenin çözüm
üretmesi / hüküm vermesi” şeklinde anlaşılır. Bu arada tartışmalı olsa da
içtihat kapısının yaklaşık bin yıldır kapalı durması ayrı bir konu. Bunun örtük
anlamı “bütün soruların cevabının alimler tarafından verildiği, külliyat
içerisinde her soruya ait cevabın hazır olduğu” zannıdır. Argümanı biraz daha
ilerletirsek “Hakikat tüm detaylarıyla elimizdedir” şeklinde de anlaşılabilir
ki böyle bir iddianın mutlaklık arz ettiği kesindir. Bu örtük mutlaklık
iddiasının sadece Allah’a has olan mutlaklık inancıyla açık çelişkisi
ortadadır.
Sorun dışarıda bir yerlerde değil içimizde yani
zihinlerimizdedir.
Dinin Güncellenmesi (2): Yeni bir sayfa
Bize ısrarla kabul ettirilmek istendiği gibi Türkiye’nin
bekası Erdoğan ve AK Parti iktidarına bağımlı veya muhtaç değildir. Ama Erdoğan
ve AK Parti iktidarının devamı ülkenin OHAL rejiminde tutulmasıyla doğrudan
ilişkilidir. Gelecek seçimler yapacağımız hayati derecede önemli tercihleri de
önümüze koyuyor.
Sorunun hakikatine ne kadar dokunabildiği bir yana dinde
reform, dinin güncellenmesi gibi yaklaşımların bir özne olarak insanı ihmal
eden, görmezden gelen, edilgenleştiren, nesneleştiren bir tarafı da mevcut.
Sorunun hep insan dışında bir yerlerde aranması gibi insanın kadim bir
maluliyetiyle yakından ilintili olduğu hemen fark ediliyor. Halbuki önüne ne
koyarsanız koyun bunu inceleyecek, anlayacak, kavrayacak ve hayatına geçirecek
olan yine insan. İnsan zihni. Yukarıdan aşağıya zorlamacı yaklaşımlar olmayan
bir ruhban sınıfı üretmekten başka bir işe yaramayacaktır. Hem yukarıdan
aşağıya yöntemler hem de zorlamacı yöntemler vahiy geleneğine esastan ve
usulden yabancıdır. Bu iş bir gönül işidir. Bu konuya ya kitlesel bir anlama
gayretiyle iyiyi isteyerek girilecek ve sonunda en iyi ortaya konacak ya da
tarih sahnesine ister istemez veda edilecektir. Kestirmeden yollar, sihirli
değnekler, kurtarıcılar buralarda hükümsüzdür. Ceht göstermekten, dişi tırnağa
takarak çalışmaktan ve çabalamaktan, geceyi gündüze katmaktan başka bir yol da
yoktur.
Konumuz ciddi, hakikatin izini sürüyoruz.
SUÇ ORTAKLARIYIZ
İslam, daha genel çerçevede vahyin dili insana özgür bir
irade, şahsiyet ve eylemlilik teklif ederken bizler sürekli ortaya çıkan
sonuçların aslında dışsal saikler tarafından belirlendiği savunmalarıyla bu
teklifi reddediyoruz. Birer özne olmamız beklenirken kendimizi ısrarla
nesneleştiriyoruz. Kitabı bir kez anlayarak okumaya niyetlenmiş bir Müslüman
Adem kıssasından hissesini almışsa eğer, İblis’in eteklerine sığınmaksızın, her
hatasını üstlenerek atılan adımın insan olmak noktasında ne denli hayati bir
adım olduğunun bilincindedir. Kötülük adına her ne yapıyorsak bunu ellerimizle,
dillerimizle, düşüncemizle ama en sık olarak da engellememekle, gökkubbeyi
başlara indirmemekle bizler yapıyoruz. Kendimiz.
İşte bu yüzden.
Her türlü yolsuzluk rafine hırsızlıktır.
Seçim hilesi bizlere emanet iradelerimizin gaspıdır.
Her kadın cinayetinde hepimiz birer bıçak temin etmişizdir.
Tecavüze uğramış her çocuğun ahı evlerimizi doldurur.
Karabasanlarımız çocuk gelinlerin hıçkırıklarındandır.
Bereketimiz gitmiştir.
Çünkü bizler suç ortaklarıyız.
HER ŞEY MUBAHTIR
Neden böyle bir toplum olduk sorusunun cevabı yine
zihinlerimizdedir. Cezaevlerindeki 668 çocuk ile Beştepe Sarayı’nın 2 bin 250
odasını ve 268 aracını aynı zihne sığdırabilen bir toplumun artık burasına
tıkamayacağı bir şey kalmamıştır. Böyle bir zihinde çelişki, tutarsızlık,
anlamsızlık ve saçma gibi yargılar iptal edilmiştir. Zihinlerimizdeki
iptallerin kaynağı ikide bir çıkartılan KHK’lar değil bilakis KHK’ların da
rahmidir bu zihinlerimiz.
Öyleyse bundan böyle her şey mubahtır.
Kimsenin kendi içine bükülerek sorunu kendi bünyesinde
aramaya niyeti yok. Sorun hep dışarıda. Eğer ortada kandıran bir irade yoksa
yanıltan bir yanlış nesnellik arayışına girilir. Çünkü sorun dışarıda. Halbuki
Gannuşi ve İzzetbegoviç gibi görece benzer havzalarda ortaya çıkan, benzer
hikayeleri olan toplumlardan neşet etmiş Müslüman şahsiyetler aynı külliyatı,
aynı kaynakları kullanarak hayata karşı çok farklı, olumlu, umut veren ve
insanlarla kucaklaşan duruşlar gerçekleştirmişlerdi. İmkan aleminden bir takım
davranışları çekip almış ve dünyanın önüne koymuşlardı. Önemsedikleri
halklarını değil kendilerini riske ettiler. Bunlar dış saiklerle yapılmadı;
ortaya iradelerini koydular.
Kıskanırcasına sahip çıktıkları, uğruna bedel ödedikleri
iradelerini.
MALUMUN İLAMI
İslam toplulukları içerisinde taklit değil de tahkik yolunu
seçen, daha ziyade okur-yazar ve düşünürlerden müteşekkil sürekli içtihat
taraftarı önemli bir kesimin olduğu malumdur. Birinciler zımnen hakikatin elde
olduğunu iddia ederken ikinci yaklaşım sürekli bir hakikat arayışı, sürekli
yolda olmak halidir. Cumhurbaşkanı sarf ettiği sözlerle birinci gruptan ikinci
gruba doğru seyreder gibi olmuştu ancak İbrahim Kalın’ın sözleriyle birinci gruba
rücu etmiş olduğunu anlıyoruz. Sonuçta Cumhurbaşkanı’nın sözleri ucu açık
anlamlar yüklüyken İbrahim Kalın’ın açıklaması ile birlikte
değerlendirildiğinde içerik belirleniyor, daraltılıyor, çerçeveleniyor ve
malumun ilamı haline dönüşüveriyor.
SUBLİMİNAL MESAJLAR
Diğer yandan Cumhurbaşkanı’nın bu tip uzmanlık gerektiren
ama İslam bakış açısından herkese açık olan tartışmalara girmesi konunun siyasi
anlamını da ağırlaştırıyor. Mesele ilmi, kamusal ve hiyerarşik boyutlarıyla
çetrefil bir hal alıyor. Hem Müslüman hem de Müslüman olmayan veya Müslüman
olup da Sünni tercihi paylaşmayan vatandaşları birinci dereceden ilgilendiren
şey olayın kamusal veçhesi. Cumhurbaşkanı’nın bu tartışmaya girmesinin hatta
hiyerarşik düzen içerisinde talimat olarak anlaşılabilecek ifadelerinin bir
cumhurbaşkanının görev ve yetkilerine, cumhurbaşkanı – millet ilişkilerine ve
devlet politikalarına yönelik tarafı.
İlk olarak cumhurbaşkanlığı makamının, temsil ettiği
cumhurun bütün gruplarına eşit uzaklıkta durması beklenirken Erdoğan gruplardan
birinin içerisinden konuşmaya başlıyor.
İkinci olarak cumhurbaşkanlığı makamı, ülkemizdeki Müslüman
vatandaşlar arasında süregiden önemli bir kelam/fıkıh tartışmasının tarafı
haline geliyor.
Üçüncü olarak Cumhurbaşkanı’nın konuşmasının sonuçları
nereyi işaret ederse etsin karşı tezlerin savunulması makamın ağırlığı
nedeniyle psikolojik olarak bloke oluyor veya otosansüre uğruyor.
Dördüncü olarak cumhurbaşkanlığı makamının taraf şeklinde
yaklaşımı özellikle din karşısında bir resmi duruşun hatta resmi ideolojinin
inşasını başlatıyor. Daha doğrusu büyük bir çoğunluk tarafından on yıllarca
sorunlu olarak değerlendirilen resmi ideoloji sanki tahkim ediliyor. Adeta
uygulama devam ediyormuş gibi sadece vardiya değişiyor.
Son olarak dördüncü maddenin hayata geçirilmesi babında
çoktandır bu tip örneğini görmediğimiz bir rutin yerine getiriliyor. İlgili
makamlar durumdan vazife çıkartıyor ve Nurettin Yıldız hakkında soruşturma
açılıyor. Bilindiği gibi Furkan Vakfı Başkanı Alparslan Kuytul ve arkadaşları
iktidara muhalif tutumları nedeniyle daha önceden tutuklanmış, rutin linç
işlemine de tabi tutulmuşlardı. Diğer yandan 28 Şubat’ın önemli simalarından
Müslüm Gündüz tekrar sahne alıyor. Daha doğrusu giriyor ve çıkıyor. Bunlar
hafızalarımızı kışkırtan, kalp atışlarımızı hızlandıran, toplumu bir kurtarıcı
aramaya itmek üzere bilinçaltımıza verilen mesajlar gibi. Bunlar bir kaosun
işaret fişekleri.
Son yirmi yılın en önemli iki olayı 28 Şubat dönemi ve 15
Temmuz 2016 darbe girişimidir. Bunlardan birincisi AK Parti’yi doğurmuş,
ikincisi ise 20 Temmuz 2016 OHAL rejimi üzerinden AK Parti’ye cansuyu
vermiştir. 27 Nisan e-muhtırasının ve Ergenekon davalarının yarattığı atmosferi
de ikinci dereceden bu terkibe katın. Sonuçta AK Parti bir olağanüstü dönem
partisidir ve her olağanüstü dönem AK Parti’yi beslemiştir ve beslemektedir.
Olağan dönemlerse olağanüstü dönem partilerini, kurumlarını, simalarını, figürlerini
ve aktörlerini siler.
Yeni bir sayfa açar.
Bize ısrarla kabul ettirilmek istendiği gibi Türkiye’nin
bekası Erdoğan ve AK Parti iktidarına bağımlı veya muhtaç değildir. Ama Erdoğan
ve AK Parti iktidarının devamı ülkenin OHAL rejiminde tutulmasıyla doğrudan
ilişkilidir. Gelecek seçimler yapacağımız hayati derecede önemli tercihleri de
önümüze koyuyor.
OHAL’le yaşayıp yaşamayacağımıza karar vereceğiz.
Gerisi buna bağlı.
Dinin Güncellenmesi (3): Topyekûn buhran
Dünyada bugün otoriterliğe doğru seyreden belki de anlamsız
bir faşizme doğru evrilebilme potansiyeli taşıyan sistemin bu yönelimini ilk
keşfedenlerden biri AK Parti daha doğrusu Erdoğan oldu. AK Parti’nin ya da
Erdoğan’ın bu siyasi davranışı da tıpkı kurulduğu günlerde olduğu gibi -İslam
değil- Batı referanslıdır.
Cumhurbaşkanı’nın konumuz olan beyanındaki siyasi anlamın
devlet siyasetini ilgilendiren ayağı yanında bir de AK Parti Genel Başkanı
olarak “Erdoğan siyaseti”nin kurgusunu ilgilendiren ayağı var. Bu kısımda, ilk
bölümde alıntıladığımız iki beyanın mütekellimleri, içerikleri ve kullanılan
dillerdeki farklılıklar önem kazanıyor. Erdoğan’ın cümleleri doğrudan Erdoğan
tarafından sarf edilmesi yönüyle taşıdığı önem bir yana içerik sade bir
vatandaşın anlayacağı kadar da berrak. Gündelik dil kullanılmış. Yalın. İçerik
geleneksel Sünni dindarlar dışında kalanların yani AK Parti’ye en azından
geleneksel Sünni dindarlardan daha uzak kesimlerin bir şekilde hoşlarına
gidecek temalara da sahip. Bir yönüyle bu işe kafa yoran dindar kesimin
okumuşlarını kapsama alanına dahil ediyor. Diğer yandan resmi ideoloji
tarihselliği içerisinde dine ama özel anlamda İslam’a karşı otoriter ve mürebbi
tutumun özlemini çekenlerin de iştahını kabartır nitelikte.
Kalın’ın açıklaması ise Erdoğan tarafından dillendirilmemesi
nedeniyle eşdeğer bir sansasyonel etkiden yoksun. Bir bürokrat tarafından
usulen yapılmış sıradan bir açıklama izlenimi veriyor. Bu tonda. Kullanılan dil
İslami ıstılah ve kalıplar içeriyor ki bunun İslam literatürüne ilgi duyanlar
haricindekiler tarafından anlaşılması, en azından kavramsal düzeyde
anlamlandırılması, muhakemesi ve tarihsel tartışma içerisinde nerelere
dokunduğunun fark edilmesi zor olabilir. Burada verilen mesajlar geleneksel
Sünni kesime veya umuma yönelik teskin edici mesajlar gibi duruyor.
POPÜLİZM VE BAŞARI
Baştan sona bilinçli bir tercih veya kurgu olmasa bile bu
olayların geneli parti siyaseti açısından bakıldığında son derece popülist ama
başarılı bir siyaset şeklinde değerlendirilebilir.
Sonuçta ortaya çıkan anlamın spektrumu oldukça geniş. Bu
toplamdan her zaman olduğu gibi her kesim arzu ettiğini, hissesine düşeni,
işine geleni ya da beğendiğini çekip alabilir. Dileyen “öyle dememiş”e yaslanır
dileyen de “reformcu ama şimdilik tabanı küstürmek istemiyor” sonucuna
ulaşabilir. Elbette bu ikisi arasına ton farkıyla yerleştirilebilecek anlamları
çıkartmak da muhataplara kalmış vaziyette. Toplumumuzda çelişki dediğimiz sonuç
en az tutarlılık nispetinde geçerli bir sonuç olarak kabul gördüğünden pratikte
herhangi bir sorun yok. Müsterih olun.
Yine herkes dilediğini anlayacak.
GENEL BİR GÜNCELLENME
Yöntemi haklılandırılmış bir zemine oturtmak ve
gerekçelendirmek kaydıyla kendi mecralarımızda güncellenmek aslında her birimiz
için etik bir zorunluluk. Yakın tarihimizden olayın geneline baktığımızdaysa
güncellenme denen süreç sadece ve daima evcilleştirilmesi yani
medenileştirilmesi düşünülen dindar kesime önerilen bir tutum. Bugün önem
kazanan şey bu tutumun konuyu gündeme getiren zat-ı muhterem tarafından zımnen
onaylanmış sayılması. Bu nokta bizleri başa döndürüyor.
Bu tartışmaların en başına.
Güncellenme konusunun ciddi ve köklü bir şekilde ele
alınması hayati bir öneme sahip. Tabiidir ki bu hayati önem hepimizi kuşatmalı
ve her geleneği teşrih masasına yatırmalı. O halde konuyu mevcut sorunsalı
genişleterek daha doğrusu genelleştirerek ele almak ve kuşatıcı bir soru haline
getirmek daha doyurucu sonuçlara ulaşmamızı sağlayabilir. Meseleye yerel ve
küresel yönlerini ihmal etmeden yaklaşmayı elden bırakmamalı.
KÜRESELCİ AK PARTİ
Fazilet Partisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafından
kapatılmasının akabinde Milli Görüş içerisinden iki parti çıktı. Erdoğan
etrafında toplananlar AK Parti’yi, Erbakan etrafında toplananlar ise Saadet
Partisi’ni kurdular. AK Parti 2002 seçimlerinde -Saadet Partisi’nin aldığı
yüzde 2.5 dışında- Milli Görüş oylarının hemen hemen tamamını alırken bir o
kadarından fazlasını da bunun üzerine ekledi. CHP ile girdiği parlamentonun
yaklaşık üçte ikisine hakim oldu. Küresel rüzgarı yakalamıştı, yelkenlerini
bununla şişirerek dünya sisteminin Türkiye mümessilliğini üstlendi. Küresel
kapitalizm ve modernleşme gibi konularda hegemonik Batı ile hiçbir sıkıntı veya
sürtüşme yaşamadı. O günlerin yayınlarına bir göz atılırsa görülecektir ki ana
akım medya dahil medya organlarının yaklaşık tamamının desteğini almıştı.
İçerisinde ağırlıklı olarak İslamcı figürler vardı ancak parti siyaseti olarak
hiçbir zaman İslamcı bir siyaset gütmedi. Bugünlerde de İslamcı değil devletçi,
milliyetçi, muhafazakar bir parti kimliğinde. 2003 tezkeresine CHP ile
dayanışma içerisine girerek ret oyu veren Milli Görüş kanadını da 2007
seçimlerinde büyük ölçüde tasfiye etmişti. Bugün Erdoğan’ın çevresinde kuruluş
dönemi AK Parti’den hatta kurucular listesinden çok az kişi görülebilir.
Dünyanın birçok beldesinde bugün otoriterliğe doğru seyreden
belki de anlamsız bir faşizme doğru evrilebilme potansiyeli taşıyan sistemin bu
yönelimini ilk keşfedenlerden biri hem içeride hem de dışarıda AK Parti daha
doğrusu Erdoğan oldu. AK Parti’nin ya da Erdoğan’ın bu siyasi davranışı da
tıpkı kurulduğu günlerde olduğu gibi -İslam değil- Batı referanslıdır ve dünya
sistemiyle farklı bir ritimde de olsa -çatışma değil- nihayetinde uyum
içerisindedir. Otoriterliğe kayma dünya sisteminin geldiği noktada sistemin
koruyucu bir dayatması, bir güvenlik supabı olarak da değerlendirilebilir.
AYNA
Dışarıyla ilişki bu şekilde kurulurken içeriyle ilişki fiili
tek parti ve tek adam, parti devlet temaları üzerinden gidiyor. Bunlar da bize
yakın tarihimiz içerisinde yabancı ve uzak kavramlar değil. Sanki tarih
zihinlerde geriye sarılıyor, roller değiştiriliyor ve yeniden çiziktiriliyor.
Geçmişin mefulleri yeni failler şeklinde rövanş almaya yönlendirilirken eskinin
failleri olan yeni mefullere olgusal anlamda itiraz yollarının mantıksal açıdan
tıkanmış olduğu gösteriliyor. İkinci grup tarihsel anlamda bir özeleştiri
sürecine yanaşmadığı için sözleri kendileri tarafından sınırlandırılıyor.
Küresel sistemin bu durumu da birincil dereceden bir sorun olarak görmediği açıkça
ortada. Küresel sistemin koruyucu dayatması olarak nitelediğimiz yeni durum
içeride AK Parti iktidarının otoriterleşmesini de teşvik ve tahkim ediyor. AK
Parti’nin hem kuruluş aşamasında hem de on beş yıllık iktidarı döneminde dünya
sistemiyle en yakın ilişkide olabilen parti olduğu da malum. AK Parti siyasi
alanda üzerine düşeni doldurduğu gibi etrafa da taşıyor. Muhalefet bunalımının
bunda payı büyük. Daha doğrusu en büyük pay topyekûn muhalefete ait.
AK Parti de muhalefet de buhrandadır.
Dinin Güncellenmesi (4): Küresel sistem ve Vahiy Geleneği
Vahiy Geleneği’nin yönelimleri mesela tüketim alışkanlıkları
sistem tarafından biz insanları “bir lokma bir hırka” felsefesine mahkûm etme
potansiyeliyle hedef tahtasına konur. Burada bir mübalağa olsa da sade hayat
Vahiy Geleneği’nin hatta çoğu dinin üzerinde yürüdüğü bir yoldur. Dindarlar
üzerindeki çağdaşlık yargısı da genelde hedeflerin ne olduğu ve tutarlılık
üzerinden değil onların tüketim alışkanlıkları üzerinden yapılır.
Bilim geleneği kapsayıcı bir kavramdan, “din” kavramından
yola çıkarak insanlık tarihinin Vahiy Geleneği de dahil bütün dinsel
tecrübesini tek başlık altında toplamakta ısrarcıdır. Kendi zaviyesinden
haklıdır. Bilim ancak gösterilebilir, tekrarlanabilir, kavramsallaştırılabilir,
sınıflandırılabilir olanı mantık ve matematik diline indirgeyebildiğimiz ölçüde
konu edinebilir. Bu yaklaşım bilimi kendi içerisinde tutarlı kılarken insan
açısından tatminkar olmayan konuma düşürüyor. Einstein’ın bilim dışı edebiyatla
uğraşmasının, dinlerle boğuşmasının onun bilimine bir katkısı yoktu ama bilim
hakkında konuşabilecek en yetkin ağızlardan birinin şu cümleleri önemlidir:
“Ben bir ateist değilim ve kendime bir panteist de
diyebileceğimi düşünmüyorum. İlgili soru bizim kısıtlı akıllarımız için çok
geniş. Biz, pek çok değişik dilde kitapla doldurulmuş bir kütüphaneye giren
küçük bir çocuğun durumundayız. Çocuk kütüphanedeki kitapları birisinin yazmış
olması gerektiğini bilir. Nasıl yazıldıklarını bilmez. Yazıldıkları dilleri
anlamaz. Çocuk, kitapların sıralanmasında esrarengiz bir düzen olduğundan şüphe
eder, ama ne olduğunu bilmez. Bu durum, bana göre, en zeki insanın bile tanrıya
göstereceği yaklaşımdır. Biz, evrenin muhteşem bir şekilde düzenlendiğini ve
belirli kanunlara uyduğunu görmekteyiz, ancak bu kanunları çok bulanık bir
şekilde anlayabilmekteyiz.”
Aslında hayatını bilime vakfetmiş bir insanın bu çabası bile
çaba olarak ele alındığında insanın, zirvedeki bir bilim insanının dahi daha
yüce bir anlam arayışının bilimle sınırlı kalamayacağının bir işaretidir. Bilim
ancak araç olabilir.
BİLİMİN ÖNCÜSÜ
Bilgi üreten ve bilgiyi güncelleyen bir sistem olarak ele
alındığında bilim insana hedef gösteremiyor. Bilakis bu heyula sistemin
hedefleri insan zihni tarafından belirleniyor. Burada demokratik bir ilişkiden
değil hegemon zihinlerin belirleyiciliğinden bahsediyoruz. Popper “araştırma
konusunun seçimi ve araştırmada çalışılacak değişkenlerin seçimi’nin zaten işe
henüz başlarken taraflı olmak anlamına geldiğini” açıkça belirtir. Biz olguları
dama tahtası üzerindeki kareleri sistematik bir şekilde ele alarak
incelemiyoruz. O karelerden incelenecek olanlar bizler tarafından seçiliyor.
Sonuçları itibarıyla yarar getirmeyecek çalışmaların gündeme alınması pek
mümkün değil. Çağın ruhu dikkate alındığında bu “kâr sağlamayacak çalışmalar”
şeklinde de okunabilir. Bilimin bir öncü değil de ancak gösterilen hedeflerin
etkili bir aracı olduğu ortada. Bilimin de sonuçta küresel kapitalizmin
çıkarlarına hizmet eden bir mekanizmaya dönüştürüldüğünü kabul etmemek için
akla uygun bir gerekçemiz yok.
Bugün dünyada her yıl on üç milyar insanı doyurabilecek
miktarda gıda maddesi üretildiği ve hâlâ dünyada iki milyar insanın açlık
çektiği veya yeterli ve dengeli beslenme sınırının altında yaşadığı söyleniyor.
Obezite sonucunda insan vücudunda yağa dönüşen miktarın hesaplara dahil edilip
edilmediğini bilmiyoruz. Obezitenin bir halk sağlığı sorunu haline gelmesi de
çarpıklığın bir başka yüzü. Bu rakamlarda bir abartı olsa dahi dünyada israfın
ulaştığı boyutlar sonucunda adil bir durumun ortaya çıkmadığı kesin. Bilimsel
yöntemlerle arda kalan gıda maddesinin en ucuz şekilde açlık bölgelerine
transfer edilmesi yöntemlerini bulmak ve geliştirmek mümkün. Küresel kapitalizm
açısından ele alındığında bunun muhtemel iki sakıncası var. Birincisi bu
dağıtım sisteminin masrafları. Bu masrafı devletlerin veya gönüllülerin
karşıladığını düşünelim bu kez potansiyel pazarların kâr getirmeksizin
doygunluğa erişmesi; yegâne amaç olan kârdan vazgeçilmesi durumuyla karşı
karşıya kalıyoruz. Bu da sistemin mantığına aykırı.
KAÇ LOKMA KAÇ HIRKA?
Hedefleri açısından düşünüldüğünde küresel kapitalizm ile
Vahiy Geleneği arasında bir örtüşme bulmak zordur. Dindarları ve tutarsızca
yaşayan dindar bir kesimi onların müsrifliklerini hatta açgözlülüklerini
şimdilik bir kenara bırakalım. Bu ele alınması gereken ayrı bir konu. En
azından bir sapma. Vahiy Geleneği’nin yönelimleri mesela tüketim alışkanlıkları
sistem tarafından biz insanları “bir lokma bir hırka” felsefesine mahkûm etme
potansiyeliyle hedef tahtasına konur. Burada bir mübalağa olsa da sade hayat
Vahiy Geleneği’nin hatta çoğu dinin üzerinde yürüdüğü bir yoldur. Dindarlar
üzerindeki çağdaşlık yargısı da genelde hedeflerin ne olduğu ve tutarlılık
üzerinden değil onların tüketim alışkanlıkları üzerinden yapılır. Bir de mevcut
sistem için elverişli olup olmamasıyla. Bu yaklaşıma muhatap olanlar elbette
sadece dindarlar değil genelde mevcut sistemi içine sindiremeyen, sorgulayan,
uygun adım gitmeyenledir. Analizden yoksun ve anlama konusunda çaba sarf
etmeyen yaklaşımlar yani önyargı Hakikat ile bağlantılarımızı kopartan,
insanlar arasındaki ilişkileri parçalayan bir yıkıcılığa sahiptir.
Tutarsız bir şekilde yaşamlarını sürdüren ancak daha
önemlisi kamu hakkına el uzatan ve insanlar üzerinde baskı kuran figürler
üzerinden Vahiy Geleneği ve özelde İslam hakkında yapılan eleştirilerin önemli
bir kısmının derinde yatan meseleleri atlayarak dindarların bugünkü sisteme
uyum sağlayıp sağlamadıkları üzerinde odaklandığının da altını çizmeliyiz.
Böyle bir ortamda Müslüman kitlenin çağırıldığı nokta dünya sistemine uyum
sağlamak, sonuçta yapmaları gereken şeyin de İslam’ı küresel kapitalizme uyumlu
hale getirmek olduğu vurgulanıyor. Bu tip çağrılar sadece dışarıdan değil
Müslüman çevrelerden de geliyor. Ancak her boyutuyla adaletin buharlaştığı bu
dünya düzeninde, gelir uçurumunun derinleştiği bu yapıda insan onuruna, emeğine
ve haklarına değinmeden veya onu öteleyerek yapılacak bütün çağrılar cevapsız
kalacaktır.
(Cihangir İslam - cihangirislam@gmail.com-GAZETEDUVAR.COM)
(Cihangir İslam kimdir?
Sakarya'da doğdu. Ankara Üniversitesi’nde 1983'de Tıp
eğitimini, 1990’da Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanlığını tamamladı. Minnesota
Üniversitesi’nde Omurga Cerrahisi ve Klinik Araştırma eğitimi aldı. Ortopedi ve
Temel Bilimler alanında yurtiçi ve yurtdışı ortamlarda yüzün üzerinde bilimsel
makale ve bildiri yayınladı. Ayrıca İslami İlimler ve Felsefe Bölümlerinden de
mezunudur. Bilgi ve Düşünce Dergisi’nde ve Hece Dergisi’nde düşünsel içerikli
makaleler yazmıştır. 7 Şubat 2017 tarihinde yayınlanan 686 numaralı KHK ile
Anayasa ve yasalara aykırı olarak kamu görevinden atıldı.