Hamit Bozarslan: Türkiye toplumu çöküyor
Tarih ve siyaset bilimci Prof. Dr. Hamit Bozarslan’a göre
hemen her gün tarihi olaylar yaşayan bir toplumun kolektif bir bellek kurması,
dolayısıyla toplum olarak kalması mümkün değil. Türkiye toplumunun çökmeye
başladığını söyleyen Bozarslan’a göre Türkiye’de devletin rasyonalitesi tamamen
imha edildiği için ülkeyi çalkantılı bir gelecek bekliyor.
20 Ocak’ta başlatılan Efrîn savaşı ikinci ayına yaklaşırken
içeride ve dışarıda yeni düşmanlar üretilmeye devam ediliyor. Hemen her gün
“tarihi” olaylar yaşanıyor. Her kriz, sonrasında gelen daha büyük bir krizle
kısa süre içinde unutulup giderken, zaman olağanın dışında bir hız kazanıyor.
Türkiye daha düne kadar İsrail ve Rusya’yla gırtlak gırtlağa gelmişken, şu anın
yeni düşmanları ABD ve Avrupa olarak görünüyor.
Öte yandan siyasette ve toplumda yaşanan militarizasyon,
ölümün yüceltilmesi, şiddetin olağanlaşması, krizlerin kanıksanması, az zamanda
kronolojisi bile tutulamayacak kadar fazla olayın yaşanması toplumu
sersemletiyor, suskunluk sarmalını daimileştiriyor.
Efrîn savaşının Mayıs ayında bitebileceğinin sinyalini veren
Dışişleri Bakanı, ardısıra Irak’ta yeni bir harekâtın başlayabileceğini ifade
ediyor. Yani bir savaş biterken yeni bir savaş başlıyor. Peki, Türkiye bu kriz,
savaş ve istikrarsızlığın yan etkilerini nasıl yaşıyor? Ortadoğu’da rejimler ve
toplumlar çökerken Kürtleri nasıl bir gelecek bekliyor? Türkiye’deki muhalefeti
nasıl bir tarihsel görev bekliyor? Bu ve daha bir çok sorunun yanıtını
Ortadoğu’da şiddet, siyasal hareketler, Kürt sorunu gibi konuların en yetkin
isimlerinden Prof. Dr. Hamit Bozarslan’dan alıyoruz…
Prof. Dr. Hamit Bozarslan
Efrîn’e yönelik savaşla birlikte Suriye’de yeni ve arkası
belirsiz bir perde daha açıldı. Efrîn bağlamında, bölgesel ve uluslararası
güçlerin pozisyonları, kurulan veya dağılan ittifakları ve Türkiye’nin
maksatlarını nasıl özetlersiniz?
Aslında tam bir ittifaktan bahsedebilmek mümkün değil.
Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev kitabının yazarı Etienne de La Boétie, “kötüler
kendi aralarında arkadaş değil, olsa olsa işbirlikçi olabilirler” diyor.
Ortadoğu’da şu anda böyle bir işbirliği söz konusu. Öte yandan Türkiye
kendisini bölgesel bir güç olarak dayatmak ve özellikle de Kürt hareketini
zayıflatmak istiyor. Dahası Türkiye, savaşın sadece Kürtlere karşı değil Batı’ya,
özellikle de ABD’ye karşı olduğunu tekrarlıyor. Türkiye’nin çok şiddetli bir
imparatorluk nostaljisi var ve bunu da ancak şiddetle giderebilmek durumunda.
ABD ise Türkiye’yle ilişkilerini bozmak istemediği halde Suriye’deki varlığı
tümüyle Kürtlere dayanıyor. Kürt hareketi de ülkenin yüzde 25’i ila yüzde 30’u
arasında bir bölgeyi kontrol ediyor. Rusya’nın ise Kürtlerle en ufak bir sorunu
yok ama ABD ve Türkiye ilişkilerinin bozulması kendisi açısından son derece
önemli. Zira Türkiye, ABD’yle ilişkilerinin bozulması dolayısıyla Rusya’ya
tamamen teslim olmuş görünüyor. Öte yandan Türkiye’nin Efrîn’e yönelmesi IŞİD’e
karşı savaşı yavaşlatırken, Amerikan siyaseti İran ağırlıklı olarak yeniden
tanımlanıyor. Ne var ki Türkiye’nin işin içine girmesi ABD’nin İran karşıtı
mücadelesini zayıflatıyor. Tablo genel hatlarıyla böyle.
Türkiye’nin imparatorluk nostaljisini İbn Halduncu
perspektifle değerlendirdiğinizde nasıl bir tahlil yapıyorsunuz? Bu nostalji
yeni bir güce mi, sıkışmışlığa mı dayanıyor?
Son dört yılda Türkiye’nin devlet rasyonalitesi tümüyle imha
edildi. Türkiye artık ancak krizlerle yaşayan bir rejimle yönetiliyor ama aynı
rejim, krizlerin sonuçlarını kontrol edemiyor. 2012’den sonra Mısır’la,
İsrail’le, Rusya’yla, keza Batı’yla yaşanan krizler Türkiye’nin Ortadoğu
siyasetinde tam bir çöküş yaşadığını gösterdi. Aynı krizleri iç siyasette de
görüyoruz. Yani Türkiye artık kriz üretmeden yaşayamayan bir rejim tarafından
yönetiliyor. İbn Haldun bu vaziyeti “devletin bunaklığı ve bu bunaklıktan çıkış
hamleleri” olarak tanımlardı.
ERDOĞAN, GELECEĞİ TARİHİN İNTİKAM ZAMANI OLARAK GÖRÜYOR
Bir devletin, rasyonalitesini kaybetmesi ne tür sonuçlar
doğurur?
İki yıl önce Rusya’yla savaşın eşiğine gelindi.
Rasyonalitenin imha edilmesi yarın ABD’yle ilişkileri de son derece
kötüleştirebilir. Elbette şu anki ortamda görüş ufkumuz neredeyse 24 saatle
sınırlı. Fakat genel vaziyet ister istemez akla 1912 öncesini getiriyor.
Birinci Balkan Savaşı’ndan hemen önce İttihat ve Terakki, savaş yanlısı
mitingler düzenlemiş ama savaş büyük bir felaketle bitmişti. 1914’te de İttihat
ve Terakki’nin bir savaş arzusu vardı ama Birinci Dünya Savaşı’nın nasıl
bittiğini biliyoruz. Rasyonalitenin imha edilmesiyle birlikte tarihten,
geçmişten intikam alma arzusu ortaya çıkıyor ve Erdoğan bunu açıkça
dillendiriyor. Erdoğan, Türklerin tarihsel bir misyona sahip olduğunu ve bu
misyonun da dünya hâkimiyeti olduğunu tekrarlıyor. Dolayısıyla 5 milyon
kilometrekarelik bir imparatorluktan, anavatandan bahsetmesi boşuna değil.
Türklerin tarihsel misyonunun iç ve dış düşmanlar tarafından suikaste
uğradığını Erdoğan açık bir şekilde dile getiriyor. Erdoğan, geleceği, tarihten
intikam alınacak bir zaman dilimi olarak görüyor. Bu da kaçınılmaz olarak
şiddete başvurmayı gerektiriyor.
İntikam duygusunu doğuran, geliştiren, politize eden
toplumsal ve siyasal etmenler neler?
Bir kere Erdoğan’ın yetiştiği 1970’li yılları hatırlamak
gerekiyor. O yıllarda sağcıların okuduğu kitaplar, Osmanlı hezimetine rağmen
Türklerin tarihsel bir misyona sahip olduğu, iç ve dış ihanetlerce bu misyonun
sekteye uğratıldığı üzerineydi. Bu tezleri günümüzde Sünni-Türk kitleye
aktarabilmek oldukça kolay. Fakat sadece bir toplumsal destekten bahsetmek
doğru olmaz. Türkiye toplumu sersemleştirildi. Totaliter rejimler, toplumların
akli melekelerini imha ediyor. Birbiri ardına gelen krizler, toplumun
düşünmesini imkânsız kılıyor. Düşünün, dört yıl önce İsrail’le, iki yıl önce
Rusya’yla neredeyse savaşın eşiğine gelinmişti ama bugün İsrail’i, Rusya’yı
eleştirmek neredeyse mümkün değil. Fethullah Gülen, iktidarın en büyük
ortağıyken şu an Gülenci olmak en büyük suç. Zamanda ve mekanda tutamakları
imha edilen bir toplum artık düşünemez. Daha çok anda yaşayan ama geçmişi ve
geleceği düşünemeyen bir toplumla karşı karşıyayız. Sünni-Türk kitleleri
geçmişin büyüklüğüyle büyüleyebilmek mümkün ama toplumun tümünün de
sersemleştirilmiş olduğunu gözden kaçırmamak lazım.
Türkiye toplumu farklı etnik, dini, ideolojik aidiyetleri
olan heterojen bir toplum. Üstelik 16 Nisan 2017 referandumunda bu toplumun
yarısı Erdoğan’ın talebine “Hayır” dedi. Dolayısıyla “sersemletilmiş” dediğiniz
toplumdan kastınız, yüzde 50 mi?
Sanıyorum yüzde 50’yi aşan bir orandan söz etmek lazım.
1950’den sonra, 1973-77 istisnası dışında, yapılan seçimlerin hemen hepsinde
muhafazakâr partiler yüzde 60-65 oranında oy aldı. Şu anda muhafazakâr-Sünni
kesimin önemli bir kısmının iktidara karşı siyasi bir pozisyon geliştirebilme
kapasitesine sahip olmadığı görülüyor. Öte yandan AKP’ye veya Erdoğan’a oy
vermeyen CHP’nin ulusalcı kısmının da Efrîn harekatına karşı olmadığını
biliyoruz. Elbette, Türkiye toplumu heterojen ama savaş yanlılarının sesi
çıkarken savaş karşıtlarının sesi çıkamıyor. Dolayısıyla Kürtlerin dışındaki
toplumsal katmanların pozisyonunu okumamız oldukça zor.
ŞEHİTLİK, DÜŞMANLIK, HIYANET SÖYLEMİ NAZİZMLE BENZERLİK
TAŞIYOR
Krizle yönetimin daimileştirilmesi, Carl Schmitt’in
ifadesiyle “egemenin olağanüstü hale karar verebildiği” bir aşamada, bu
krizlerden rahatsız olan toplumsal kesimlerin sesinin baskı yoluyla kısılması
ne kadar sürdürülebilir?
Bu çok uzun sürebilir ama tarihsel deneyimler gösteriyor ki,
bu tür rejimler ya çöküyor veya yeniden rasyonaliteyi kazanmak zorunda kalıyor.
Türkiye’deki rejimin geleceğine dair öngörüde bulunamıyoruz ama böylesi bir
rejimin kendisini tahrip etmeden devam edebilmesi mümkün değil. Çünkü böyle bir
rejim ancak yeni düşmanlar üreterek varlığını sürdürürken belli bir noktadan
sonra düşmanlar ona yetmiyor. Zamanla iç düşmanlar dış düşmanlara dönüşüyor;
AKP içinde bazılarının neredeyse hain olarak tanımlanması bunu açıkça
gösteriyor. Böylesi bir siyaset sürekli bir iç ve dış seferberlik gerektiriyor
ama bu seferberliğin de imkânları yok. Mesela şu anda Türkiye toplumunun yüzde
60’ından fazlası Efrîn harekatını desteklese de gidip orada ölmek isteyenlerin
sayısının birkaç bini aşmayacağını sanıyorum. Ya da 15 Temmuz sonrası yapılan
gösterileri şu anda tekrarlatmak da mümkün görünmüyor. Böyle bir rejim hem
seferberliğe ihtiyaç duyuyor ama kendi varlığı için gerekli olan kurumları imha
ettiği için seferberliği imkânsız kılıyor. Kurumların reddi tek adam rejiminin
kaçınılmaz sonucudur. Tek adam rejimlerinde bireyleştirilmiş kitleler ile lider
arasında doğrudan bir ilişki gerekiyor ama bu ilişkinin uzun sürmesi mümkün değil.
Fakat bu tür rejimlerin çöküş nedenlerini ancak çöküş gerçekleştikten sonra
anlayabiliyoruz.
Geçtiğimiz günlerde Akit isimli bir televizyonun sunucusu
“sivil öldürecek olsak Cihangir’den başlarız, Nişantaşı, Etiler, Türkiye Büyük
Millet Meclisi var” dedi. Bu sözlerin şahsi olduğunu mu düşünüyorsunuz yoksa
yeni bir iç düşman hedeflenmesine mi işaret ediliyor?
Kürt hareketini destekleyen ya da Türkiye açısından
demokratik bir senaryo öngören Türklerin AKP açısından düşman kategorisinde
olduğunu zaten biliyoruz. Öte yandan iktidar, toprağın ancak şehit kanlarıyla
sulanması şartıyla vatan haline gelebileceği söylemini dillendiriyor. Şehitlik,
düşmanlık, hıyanet, yaşamsal alan kavramının sürekli tekrarlanması kaçınılmaz
olarak Nazizmle benzerlik taşıyor, Goebbels’in söylemiyle çakışıyor. Bu çok
tehlikeli bir aşama. Çünkü zihinleri belirliyor ve bu kavramları kanıksatıyor.
Kimse bu kavramları sorgulamaya bile yeltenmiyor. Beni korkutan ikinci gelişme
ise devletin paramiliter bir nitelik kazanması. Bu paramilitarizasyon üzerine
çok çalışılmadı. JÖH, PÖH, Osmanlı Ocakları, SADAT gibi girişimler devletin
artık rasyonel olmadığını, devletin şiddet kapasitesinin kendi organları
tarafından değil toplumun en saldırgan, en milliyetçi, en lumpen katmanları
arasında üretildiğini gösteriyor. Söylem ve paramilitarizasyonu aynı anda
değerlendirdiğimizde, gelecek açısından son derece korku verici işaretlerle
karşılaşıyoruz.
BAZI REJİMLER TOPLUMLARI DA İMHA EDEREK ÇÖKÜYOR
İki ihtimalden söz ediyorsunuz. Ya rejimin kendi kendini de
çökertecek politikaları sürdürmesi veya rasyonaliteye dönüşü. Fakat
rasyonaliteye dönüşün mümkün olmadığına, gidişatın rejimin yıkılmasıyla
sonuçlanacağına dair öngörüden umut devşirenler de var. Yıkım, beraberinde yeni
bir rasyonalite mi getirir yoksa şimdikini de aşan bir yıkım evresine mi kapıyı
aralar?
Onu da şu anda öngörmek mümkün değil ama şu kesin ki, bu tür
yıkımlar toplumun yıkılmasını da beraberinde getiriyor. Saddam Hüseyin
rejiminin çökmesi Irak toplumunun kurtulması anlamına gelmedi. Şu an Suriye
rejimi çökmedi ama rejim, toplumu imha ederek ayakta kalabildi. Türkiye
açısından beni korkutan da toplumun çöküyor olması. Ahlaki bir çöküş, eğitimde,
dilde çöküş son derece yoğun. Bazı rejimler toplumları da imha ederek çöküyor.
İbn Haldun şunu söylüyor: Normalde bir medeniyet yükseliyor, gelişiyor,
mükemmelleşiyor ve çöküyor. Ondan sonra da yeni bir döngü başlıyor ve medeniyet
yeniden yeşeriyor. Fakat İbn Haldun şunu da ifade ediyor; bazı hallerde toprak
o kadar kısırlaşabiliyor ki, medeniyetin yeniden yeşerebilmesi mümkün olmuyor.
Bu ihtimali gözardı etmemek gerektiği için muhalefete büyük bir sorumluluk
düşüyor. Muhalefetin toplum içinde bir rasyonalite üretebilmesi büyük bir
cesaret gerektiriyor. Eğer muhalefet, AKP ve devletin kaybettiği rasyonaliteyi
kendi seyrinde geliştiremezse, Türkiye’yi çok tehlikeli bir gelecek bekliyor.
AKP’ye oy vermeyen seküler, şehirli nüfus, militarizm ile
İslamcılığı birleştiren yeni jargona şiddetli bir itirazda bulunmadı. Bu
kabullenmenin tek nedeni süregelen baskı mı, yoksa zaten sahiplendikleri
sekülerizmin temelinin sağlam olmadığının zımni bir kabullenmesi mi var?
Bu her şeyden önce toplumun ne kadar zayıfladığını
gösteriyor. Toplumsal direniş mekanizmalarının çökmesi, kanıksamayı da
beraberinde getiriyor. Türkiye’de iki ayda olanlar, Fransa’da on yılda olmuyor.
Hannah Arendt, eğer her gün çok büyük bir olay oluyorsa ve bu olay dünkü olayı
unutturuyorsa o zaman toplumun varlığı mümkün değil, diyor. Toplumun
oluşabilmesi için zamanda ve mekânda sınırlı sayıda bazı tutamaklar, kilometre
taşları olması gerekir. Eğer günde on tane büyük olay yaşanmışsa, bundan
hareketle bir kronoloji veya kolektif bellek oluşturabilmek mümkün değil.
Kolektif bellek çökünce, bellek kişisel bir nitelik kazanıyor. Şu anda
Türkiye’de yaşanan da bu. 30-40 yıl önce Türkiye’de kolektif bir bellek
oluşturulması belki mümkündü. 12 Mart bir tutamaktı, 73-77 seçimleri, 1981,
1991 birer tutamaktı. Ama şu anda neredeyse günde dört-beş önemli olay oluyor.
Zamanın hızlanması aynı zamanda zamanın çökmesi anlamına da geliyor. Bu da
kanıksanmayı kaçınılmaz olarak beraberinde getiriyor. Bunu 1930’lar ve 40’lar
Almanya’sında da görüyoruz. Dilbilimci Victor Klemperer, Almanya’da tarihin
ortadan kalktığını söylüyor. Victor Klemperer, Nazi Almanya’sında döşenen her
yolun, düşen her bombanın tarihsel bir olay olduğunu, Hitler’in her
konuşmasının tarihsel olarak değerlendirildiğini söylüyor. Bu kadar çok şeyin
tarihsel kopuş olarak adlandırıldığı bir dönemde artık tarihten bahsedebilmek
mümkün değil. Türkiye’de de artık bir tarihten bahsetmek mümkün değil. Çünkü
her şey bir tarihsel kopuş olarak sunuluyor ve kopuşlar da birbiri ardına
geliyor. O yüzden diyorum, toplumun artık kolektif bir bellek oluşturması
mümkün değil.
TÜRKİYE TOPLUMU ÇÖKÜYOR
Anladığımız kadarıyla kolektif belleğin oluşturulamaması,
tarihten veya zamandan kopuş, toplumun çöküşüyle aynı anlama geliyor. O halde
Türkiye toplumunun çökmeye başladığını mı söylüyorsunuz?
Türkiye toplumu çöküyor. Kolektif olarak, ahlaki olarak
çöküyor. Kendisini düşünebilme kapasitesi açısından çöküyor. Kendisini
düşünebilmek, aynı zamanda geçmişi değerlendirebilmeyi ve gelecek tahayyülünde
bulunabilmeyi sağlar. Şu anda AKP’li seçmenlerin yüzde 90’ının kalkıp AKP’nin
tarihini okuyabilmesi veya belleklerine yerleştirebilmeleri bile mümkün değil.
Neden?
AKP’nin birinci ve ikinci neslinin neredeyse tümüyle tasfiye
edilmiş olması, Kürt açılımından bugünkü şiddet dönemine geçilmesi… Bunlar son
derece önemli olgular veya tezatlar. Fakat birbiri ardına geldikleri için
bunları anlamsal bir bütünlük içinde değerlendirmek mümkün değil. Dolayısıyla
başka bir aşamaya daha geliyoruz: Anlamsal bütünlük imha ediliyor.
İktidar, imha ettiği anlamsal bütünlüğün yerine
Türkçü-İslamcı veya neo-Osmanlıcı söylem üzerinden yeni bir anlamsal bütünlüğü
ikame etmiyor mu?
Tümüyle haklısınız ama mesela bu, Rusya’nın önünde diz çökme
pahasına oluşturuluyor. İki yıl önce Rusya’yı eleştirmemek ihanetken, bugün
Rusya’yı eleştirmek ihanet. İki yıl arayla bu her iki olgu da aynı insanlar,
aynı iktidar tarafından dayatılıyor.
AKP TABANI ARTIK AÇIKLAMA BİLE İSTEMİYOR, ÂNI YAŞIYOR
Dolayısıyla Orwell’ın 1984 romanına tekrar bakmak gerekiyor…
1984 romanında sürekli savaş halinde olan bir merkezi
imparatorluk var. Ama doğuyla mı, batıyla mı savaşta olunduğu bilinmiyor.
Devletin hafızayıyla yönetmekle görevli kurumları, dünün hafızasını yıkmak
zorundalar ki, bugünün hafızasına yer bıraksınlar. Fakat bugünün hafızası veya
bugünün gerçekleri yarının hafızası veya gerçekleri olmayacak. Şu anda
Türkiye’de son derece nekrofil bir milliyetçilik olgusu var. Fakat resmi
ideoloji haline gelen ve Sünni-İslamcılıkla birleştirilen bu milliyetçilik,
örneğin Rusya’nın önünde diz çökebiliyor.
Peki AKP bunu tabanına nasıl açıklıyor?
Açıklamıyor, çünkü AKP tabanı artık açıklama bile istemiyor.
Günü, ânı yaşıyor ve ânın gerçekleri tek gerçek olarak kabul ediliyor.
Pragmatist de olsa içeride veya dışarıda gerçekleştirilen
geçici ittifaklar, kriz yaşayan bir rejimi geleceğe taşıyıp yeni bir toplumsal,
siyasal düzen kurmasında işlevsel olmuyor mu?
Otoriter veya totaliter bir rejim de kursanız, bu da
rasyonalite gerektiriyor. Yani belli bir noktada oluşturulan yeni tutamakların
müesseseleştirilmesi gerekiyor. Totaliter bir rejim oluşturacaksanız da
öncelikle stabilizasyonu sağlamanız, yeni krizlerden kaçınmanız, yeni
ideolojinin toplumsal dayanaklarını kurmanız, toplumu ona göre yeniden
düzenlemeniz gerekiyor. Gelecekte böyle bir senaryo oluşabilir ama bunu şu anda
öngöremiyorum. Çünkü AKP, müesseseleri imha eden bir mekanizma olarak işliyor.
Türkiye’nin bir diktatörlük olamayacağına ilişkin en sıkça
dile getirilen argüman, ekonomik ilişkilerin, örneğin petrol ülkelerine, hatta
Mısır ve Rusya’ya kıyasla daha yatay, bu nedenle kötüleşen ekonomik koşullarda
hesap verebilirliğin eninde sonunda siyasi aktörü yerinden edebilecek güce
sahip olduğu yönünde. Bu tezi nasıl yorumluyorsunuz?
İran ve Venezuela üzerine yapılan bazı çalışmalar var ama
bunların ikisi de petrol üreten ülkeler. Fakat petrol üretmeyen Afrika
ülkelerinden biliyoruz ki, bazı çıkarlar için savaşırken ekonomi imha
edilebiliyor. Ekonominin imha edilmesi toplumu daha fazla çökertiyor ama aynı
zamanda daralan ekonomik kaynaklardan faydalanan yeni bir katmanın oluşması da
mümkün hale gelebiliyor.
KÜLTÜREL SERMAYE SAHİPLERİ EKONOMİK AÇIDAN ZAYIF KATMANLAR
Ve daralan ekonomik kaynaklardan faydalanan yeni katmanlar,
iktidarın devamlılığını mı sağlıyor?
Evet, bu yeni katman, bölünmüş, fragmante olmuş bir
iktidarın sürdürülebilmesini sağlayabiliyor. Afrika’daki savaş ekonomileri
büyük ölçüde buna dayanıyor. Suriye de İran ve Rusya olmasa ayakta kalamazdı.
Oysa Suriye ekonomisi savaştan altı ay sonra, Kasım 2011’de tümüyle çöktü.
Ancak ekonominin çökmesi yeni savaş ekonomisinin oluşmaması anlamına gelmedi.
Aksine, yeni savaş ekonomisi, rejimin ihtiyaç duyduğu insan gücünün oluşmasına
imkân sağladı.
Modern Türkiye tarihinin bir ölçüde sermayeye el koyma
tarihi olduğunu hatırladığımızda, sırada seküler, şehirli orta-üst sınıf
sermayesi olabilir mi?
Bu doğru. Şu konu çok işlenmedi ama Gülencilikle suçlanan
şirketlerin sanıyorum 65 milyar lira sermayesine el kondu. Aydın Doğan’ın
Milliyet gazetesini satmaya mecbur kalmasının nedeni olarak, yaklaşık 2 milyar
dolarlık cezaya çarptırılması gösterildi. Türkiye’de kültürel sermayeye sahip
olanlar zaten ekonomik olarak çok zayıf katmanlar. Erdoğan açıkça “her şeyi
başardık ama kültürde başarılı olamadık” dedi. Şu an kültürel sermayeyi elinde
tutan entelektüel katmanlardaki kişilerin aylık geliri 600-700 euro’yu
geçmiyor. AKP’nin İstanbul burjuvazisini vurması, sermayesini ele geçirmeye
çalışması da mümkün. Fakat örneğin Cihangir’de yaşayanlar milyoner kategorisine
girmiyor. Onlar nispeten alt-orta sınıf olarak tanımlanabilir.
BATI, TÜRKİYE’NİN ÇÖKMESİNİ İSTEMEDİĞİ İÇİN EFRÎN SAVAŞINA
SESSİZ
AKP askeri, siyasi, kültürel veya ekonomik operasyonlarının
gerekçesi olarak dışsal faktörleri, komploları, bölme çabalarını, darbe
planlarını gösteriyor ve milleti, devleti muhafaza etmeye çalıştığını söylüyor.
Gerçekten de ABD’nin, Batı’nın Türkiye’yi zayıflatmak, yıkmak, bölmek gibi bir
planı var mı?
Böyle bir plan Türkiye’nin tahayyülünde var. Batı, ABD
bölgesel dengeler dolayısıyla Türkiye’nin çökmesini istemiyor. Yine Türkiye’nin
çökmesi aynı zamanda Avrupa’ya on-yirmi milyon mültecinin dayanması anlamına
gelir. Son 10-15 yıllık siyasete baktığımızda gerek ABD gerekse Avrupa’da Türkiye’ye
karşı bir düşmanlık yok. Bu tamamen Türkiye’nin tahayyülü.
Türkiye neden kendisine düşmanlık beslemeyen ABD veya
Avrupa’yı düşman olarak görsün ki?
Çünkü düşmanlık üretmesi için bu söylem gerekli. Öte yandan
elbette 2011 sonrasında ortaya çıkan dış faktörleri tamamen gözardı edemeyiz.
2010 Kasım’ında Erdoğan “Kaddafi İnsan Hakları Ödülü”nü alıyordu. Fakat bundan
sadece üç-dört ay sonra Ortadoğu’nun tümünde bir değişim yaşandı. Türkiye
2012’den sonra bu değişimi Arap ülkelerindeki AKP benzeri partilerle ittifak
çerçevesinde dönüştürmeye çalıştı. Fakat bu perspektif Libya’da çöktü. Çünkü
Libya kısa sürede bölündü ve orada Müslüman Kardeşler seçimi kaybetti. Mısır’da
Sisi darbesi yaşandı ve En Nahda iktidardan uzaklaşmak zorunda kaldı. Kala kala
Suriye kaldı ve Erdoğan’ın projesi Esad’ın 2012 sonuna kadar düşmesi üzerine
kuruluydu. Bu da tümüyle çöktü. Türkiye tüm bu çöküşleri AKP’ye, Erdoğan’a,
Türklerin hâkimiyete dayalı tarihsel mirasına karşı komplo olarak
değerlendirdi. Bu komplonun failleri ise her zaman aynı değildi. Mesela üç,
dört yıl önce bu failler İran ve Rusya olarak tanımlanıyordu. Daha sonra ciddi
bir değişiklikle komplonun failleri ABD ve Batı olarak tanımlandı. ABD ve Batı
karşıtı söylem aslında 2014 sonrasına denk geliyor. Bu açıdan da bir bellek
çöküşü yaşıyoruz. Düşman var ama düşman kim, bilinmiyor. Batının Efrîn
konusunda sesini çıkarmaması Türkiye’nin çökmesini istememesinden kaynaklanıyor.
Türkiye’nin başarılı çıkmasını değil, bir şekilde susturularak savaşın
bitirilmesini istiyor.
Fakat belli ki savaş devam edecek…
Türkiye’nin ne yapacağını öngörmek mümkün değil. Menbic’e
saldıracak mı, Amerikalılar Menbic’i savunacak mı? Rusya ile ABD arasında bir
anlaşma sağlanacak mı? Bu ihtimalleri de gözden ırak tutmamak gerekiyor.
HER SAVAŞ YENİ BİR SAVAŞI GEREKTİRİYOR
Belli ki AKP bir savaş kazanma ihtiyacı hissediyor…
Fakat bir savaşı kaybetme ihtimali de var. Tarihsel
tecrübeler bize gösteriyor ki, bir savaşın kazanılması, savaşın bitmesi
anlamına gelmiyor. Çünkü her savaş yeni bir savaşı gerektiriyor. Bunu
Almanya’dan da Saddam Irak’ından da biliyoruz.
Yani Türkiye’nin bölgesel politikalarında, Efrîn savaşı
kazanılsa da bir istikrar olmayacak mı?
Türkiye’yi son derece çalkantılı dönemler bekliyor. Gerek
Efrîn’e ilerlemenin uzun sürede sınırlı düzeyde olmasına gerekse Suriye İnsan
Hakları Gözlemevi’nin verilerine baktığımızda Türkiye açısından işlerin pek de
iyi gitmediğini görüyoruz. Keza Türkiye, İdlib’de çatışmadan ne kadar
kaçınabilir, meçhul. Maceracı siyaset Türkiye’yi Menbic’de nereye sürükleyecek,
bilinmiyor. Türkiye çok bilinmeyenli denkleme rasyonel bir stratejiye sahip
olmadan, hatta taktik geliştirmeden giriyor.
ORTADOĞU’DA TOPLUMLAR ÇÖKERKEN KÜRT TOPLUMU ÇÖKMEDİ
Sizce bu çok bilinmeyenli denklem içinde Kürtleri nasıl bir
gelecek bekliyor?
Bir yandan yirmi yıl öncesine göre çok güçlü bir Kürt olgusu
var. Ortadoğu’da toplumlar çökerken, ortadan kalkarken Kürt toplumu tüm sorunlarına
ve iç ihtilaflarına rağmen çökmedi.
Neden?
Bir kere bir Kürtlük bilinci var, tarihsel bir bellek var.
Keza milli ezilmişlik olgusu kaçınılmaz olarak bir direnç de getiriyor.
Kürtlerde ciddi bir politizasyon var. Türkiye’ye baktığınızda 1968 ve 78 nesli
var. Keza 2013 Gezi nesli var ama bu nesil oluştu mu, oluşmadı mı henüz
bilmiyoruz. Fakat Kürt Türkiye’sine baktığınız zaman 68, 78 neslinin yanısıra
88, 98, 2008 nesli var ve büyük olasılıkla 2015-16 nesli var. Bu politizasyonun
kendisi bile direnişin boyutlarını gösterebiliyor. Fakat özellikle Suriye’de
ABD-Rus ilişkilerinin nasıl şekilleneceği önemli. Mesela yeni bir Yalta projesi
geliştirilebilecek mi?
Nedir Yalta projesi?
2. Dünya Savaşı sonrasında ABD ve Sovyetler Birliği arasında
dünyanın, Avrupa’nın paylaşılması projesiydi. Buna benzer bir projenin
Suriye’de geliştirilip geliştirilmeyeceği önemli. Bazı ABD’li düşünürler bunu
dile de getiriyor. Diğer bir mesele ise Ortadoğu’daki gerginliklerin ağırlık
merkezinin İran’a doğru kaymasıdır. İran’ın Irak, Suriye ve Lübnan’da ciddi bir
Şii milis ağı oluşturması, İsrail’in korkuları söz konusu. Dolayısıyla
gelecekteki ihtilaflar, çatışmalar İran’la olabilir. Doğrudan İran’la olmasa
bile İran’ın desteklediği Şii milislerle olabilir. Bunun ise Kürt meselesini
nasıl etkileyeceğini bilemiyoruz.
TÜRKİYE GERİLİMSİZ YAŞAYAMIYOR
4 Mart günü Macron-Erdoğan görüşmesi gerçekleşti.
Türkiye’nin Almanya’yla yaşadığı gerilimden kaynaklanan ekonomik boşlukları
Fransa’nın doldurmak istediğine dair değerlendirmeyi nasıl yorumluyorsunuz?
Macron, Fransa’nın siyasi ve diplomatik açıdan çok daha
güçlü bir rol oynaması gerektiğini düşünüyor. Fakat Fransa bu rolü oynamasını
mümkün kılabilecek ekonomik veya askeri imkânlara sahip değil. Avrupa’da ciddi
bir diriliş olmadan Fransa veya Almanya’nın dünya siyasetinde çok belirleyici
rol oynaması mümkün görünmüyor. Öte yandan Erdoğan, Macron’la görüşmesini çok
iyi özetledi: “Macron’un ne demek istediğini anlamak istemedim.” Macron’un
siyaseti şu: Maalesef dünyada diktatörler var ve bu diktatörlerle, onları
yumuşatmak için görüşmek zorundayız. Putin’le, İran’la, Türkiye’yle iyi
ilişkileri bu çerçevede değerlendirmek lazım. Fransa’nın hedefi illa
Almanya’dan boşalan alanları doldurmak değil. Kaldı ki Türkiye’nin Almanya’yla
ekonomik ilişkileri devam ediyor. Hatta Hollanda başbakanı da siyasi
ilişkilerinin çok gergin ama ekonomik ilişkilerinin çok iyi olduğunu dile
getirdi.
Avrupa’nın Türkiye’yle ekonomik ilişkilerinin öngörülebilir
çalkantılara rağmen devam edebileceğini düşünüyor musunuz?
En azından şimdilik devam eder. Fakat Türkiye’nin gelecek
krizinin hangi ülkeyle olacağını şu an kestiremiyoruz. Türkiye öngörüyü
imkânsız kılan bir ülke haline geldi. Fransa’da büyük olasılıkla Ermeni
soykırımıyla ilgili yeni adımlar atılacak. Türkiye buna karşı nasıl bir tepki
gösterecek, meçhul. Keza, şu an Almanya’yla bir yumuşama yaşansa da Türkiye’ye
silah satmaya devam edip etmeyeceğini bilemiyoruz. Silah satışını durdurduğu
zaman Almanya’yla yeni bir gerilim yaşanacak. Yani Türkiye gerilimsiz
yaşayamıyor ama gelecek gerilimin kiminle olacağı bilinemiyor.
SÜNNİ TÜRKLERDE DEMOKRATİK MUHALEFET GELİŞMELİ
Elisabeth Noelle-Neumann’ın “suskunluk sarmalı” kuramından
hareketle soralım: Türkiye’de rejimin uygulamalarından rahatsız olan geniş
kitlelerdeki suskunluğu, “suskunluk sarmalı” olarak tanımlayabilir miyiz? Eğer
böyleyse, başta HDP olmak üzere muhalefet partilerinin tüm baskılara rağmen
iktidara yönelik eleştirelliklerini nereye koyabiliriz? Muhalefetin,
Türkiye’deki suskunluk sarmalını yarabileceğini, ona böyle bir güç
atfedilebileceğini düşünüyor musunuz?
Muhalefete bu sarmalı yarabilecek bir güç atfetmek şu an
mümkün görünmüyor. Türkiye’de bir suskunluk sarmalı olduğu açık. Toplumsal
bellek oluşturma imkânlarının kalmaması, son beş yıldaki olayların bile
kronolojik bir bütünsellik içinde algılanamaması, okunamaması, toplumu ister
istemez sersemleştiriyor. Suskunluğun ötesinde bir bunama dönemi yaşıyoruz.
Elbette bazı sesler var ama bunlar horizontal, yatay sesler değil. HDP
kaçınılmaz biçimde Kürt hareketi olarak kalıyor. 2015’te bile bu böyleydi. Kürt
damarı olmayan bir HDP’nin varlık göstermesi mümkün değil. CHP kaçınılmaz
olarak Aleviliğe ve dar entelektüel bir katmana dayanıyor. İYİ Parti ise MHP ve
CHP’den soğuyanlara bir alternatif olarak geliyor. Fakat sanıyorum Türkiye’de
suskunluk sarmalının kırılması için bir kere Sünni Türk katmanında yüzde
10-15’lik bir demokratik, eleştirel alternatifin oluşması gerekiyor. Sünni Türk
katmanında kendisini sorgulayan, başka bir Türkiye tahayyül eden bir alternatif
oluşmadıkça, bence suskunluk sarmalını veya sersemleşme sürecini kırmak mümkün
olmayacak.
IŞİD’İ YARATAN DİNAMİKLER ORTADAN KALKMADI
Ortadoğu’daki şiddet üzerine çok kapsamlı çalışmalar
yaptınız. Özellikle IŞİD’le birlikte kafa kesmelerin, insan yakmaların, toplu
katliamların kara bulut gibi yayıldığı son beş-altı yıla tanıklık ettik. Bütün
bu şiddet gösterileri size ne anlatıyor?
Bunlar, gaddarlaşma sürecinin Ortadoğu’nun tümünü sardığını
ve toplumların çöktüğünü gösteriyor. Suriye savaşında 500 bin kişi öldü, 7
milyon kişi mülteci oldu ve 6-7 milyon iç göçmen var. Toplum fiziken de çöktü
yani. 2020’de bir Suriye toplumundan bahsetmemiz mümkün olmayacak. 2020’de bir
Yemen, Libya toplumundan bahsedebileceğimizden emin değiliz. Irak’taki Sünni
Arapların nüfusu 5 milyona yakın olsa da Irak’ın Sünni Arap toplumu çöktü,
ortadan kalktı. Keza IŞİD bitmediği gibi onu yaratan dinamikler hâlâ varlığını
sürdürüyor. Bunlar hem mezhebi, hem intihar hem de gaddarlaşma dinamikleri.
Toplumların suskunluk sarmalına kapılmaları ya toplumları gaddarlaştırır ya da
toplumları gaddarlıkla yok edenleri güçlendirir. Bu da marjların ortaya çıkıp
merkeze saldırmasına yol açar. Dediğim gibi, IŞİD bitmediği gibi Şii milisleri
de unutmamak gerekir ki, bunların IŞİD’den pek farkı da yok. Suriye’de ya da
Irak’ta Şii milislerin gerçekleştirdikleri katliamlara baktığımızda orada da
çok ciddi bir tehlike olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla tüm bunlar, Ortadoğu’ya
dair berrak bir gelecek tahayyülü yapmamızı imkânsız kılıyor.
Batı, Ortadoğu toplumlarının çöküşünden azade kalabilir
mi?
Zaten kalamadı. 2015’teki mülteci akımının yanısıra
2015-16’da Avrupa’da yapılan katliamlar var.
NEKROFİL MİLLİYETÇİLİK, DEMOKRASİLERİ ERİLLİĞİNİ KAYBETMEKLE
SUÇLAR
Türkiye’de kadına yönelik şiddetin her geçen gün arttığına
da tanıklık ediyoruz. Kadın örgütleri, kadın cinayetlerinin biçiminin de
dönüştüğünü, eskisine nazaran daha canavarca işlenmiş cinayetlerle daha sık
karşılaşıldığını söylüyor. Keza çocuklara, savunmasız hayvanlara yönelik de
ciddi bir istismar, şiddet söz konusu. Erkek şiddetini toplumsal çöküşün bir
parçası olarak okumak mümkün mü sizce?
Nekrofil milliyetçilik, ölümü her yere, özellikle de en
zayıf kategorilere yayıyor. Nekrofil milliyetçilik eril bir milliyetçiliktir. Bu
milliyetçilik, demokrasileri erilliğini kaybetmiş olmakla suçlar. Kadına karşı
şiddetin sona ermesi için kadınların çok boyutlu bir direniş sergilemesi
gerekiyor. Kolektif dayanışma, gerektiğinde şiddet kullanma hakkı olduğunu
gözden ırak tutmamak gerekiyor. Ezilenlerin direnme hakkı vardır. Bu direniş
bazen barışçıl şekillerde olabileceği gibi fiziki şiddete fiziki şiddetle,
direnişle yanıt vermek kaçınılmaz hale gelebilir. Kadınların direnmesi şart ama
toplumun değişmesi, erilliğin, erkekliğin değişmesi gerekiyor. Ziya Gökalp,
Türkiye’nin en önemli düşünürlerinden birisi. İttihatçılığın, Kemalizmin ve
İslamcılığın temelini oluşturan Gökalp, liberalizmden, bireysellikten ve
vatandaşlıktan nefret ediyordu. Ve Ziya Gökalp devletin eril kuş, milletin ise
dişil kuş olduğunu söylüyordu. Gökalp’in izinden çıkmadan kadın özgürlüğünden
söz etmek zor olur. (İRFAN AKTAN-GAZETEDUVAR)
Hamit Bozarslan kimdir?
1958 Lice doğumlu olan Hamit Bozarslan tarih ve siyaset
bilimi alanlarında doktorasını tamamladıktan sonra 1995-1997 yılları arasında
Berlin’de bulunan Centre Marc Bloch’da araştırmacı olarak yer aldı. Ardından
EHESS-École des Hautes Etudes en Sciences Sociales’de (Paris Sosyal Bilimler
Yüksek Okulu) çalışmaya başlayan Bozarslan, 2002-2008 yılları arasında, aynı
kurum içinde yer alan Institut d’études de l’islam et des sociétés du monde
musulman (İslâm ve Müslüman Toplumları Enstitüsü) başkanlığını yürüttü. Halen
EHESS bünyesinde profesör olarak araştırmalarına devam eden Bozarslan,
Ortadoğu’da şiddet, siyasal hareketler, Kürt sorunu gibi konularda
çalışmalarıyla tanınıyor. Bozarslan’ın İletişim Yayınları tarafından
yayınlanmış bazı kitapları şunlar: Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi (2010),
Ortadoğu’nun Siyasal Sosyolojisi (2012), Türkiye Tarihi: İmparatorluktan
Günümüze (2015). Bozarslan’ın 2016 yılında yayınlanan Lüks ve Şiddet, İbn
Haldun’da Tahakküm ve Direniş adlı çalışması Med 21 Programı İbn Haldun
Ödülü’ne layık görüldü.
İrfan Aktan kimdir?
Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla
Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve
birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık
yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş
Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların
yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.