Pedofilik eğilimlere, mübah kılıfı giydiren yanlış anlama da
budur. Bu yanlış anlamaların üstesinden gelmek için, din ile anlatılanın
gerçekte ne olduğunu anlamalıyız. Nasıl yapacağız? Bir yanda, nakıs anlayışına
din kisvesi giydirip, cinsellik ile ilgili eylem ve söylemleri ile bizi
bezdiren bunaltan bir taraf; diğer yanda ise, dinin gereksiz olduğuna şimdiden,
kendiliğinden, bilgisi olmadığı halde inanan diplomalı bir cahil ordusuyla mı?
Ülkemizde, son dönemlerde, basına yansıdığı kadarıyla,
oğlancılığın tarikat-cinsellik bağlamında bir sorun olduğunu düşünmek haksız
bir tutum olmaz…
Rıza Zelyut’un “Osmanlı’da Oğlancılık” isimli kitabının
toplatılmasına karar verilmiş. Gerekçe olarak, toplumsal yaşamın düzenli
gitmesi için, sadece yasalara uymanın yeterli olmayacağı beyan edilmiş.
Hemen hergün, tarikat liderleri ve din adamlarınca güncellenen;
erkekler için tahrik edici olan uzuv, eşya listesine bu hafta mekân başlığı da
açıldı. Söylenecek yeni bir şey kalmadı sanırım; üzüntü, tiksinti, hayret
barındıran tüm duygular aktarıldı. Konuyu hızla özetlemek istersek, anne dizi
ve kolunun bile tahrik edici olabileceğini öğrendik. Kimileri için, ana kucağı,
ana bağrı evlâtsız kalmış artık, besbelli.
İnsanın “inandığı gibi yaşayamayınca, yaşadığı gibi
inanması” sorunsalını geçen hafta “daha derini olmayan bir çukur” olarak
tanımlamıştım. Bir öznenin, öznel deneyiminin, emek verdiği öğretinin
ilkeleriyle uyumsuz olması durumunda; öznel deneyimini, öğretiye ilkeymişçesine
aktarması yaygındır. Bunun sıklıkla görüldüğü iki alan, düşünce ve inanç
alanıdır. Bu ikilinin (felsefe-din) özsel bağı fark edilmediği sürece, öznel
deneyim aktarımlarının norm olduğunun öne sürülmesi kaçınılmaz olur. Hızla,
ilkeli düşünmenin ilkel düşünme biçimi aldığı görülür. Din ve cinsellik
arasındaki yanlış anlamanın, beden aracılığı ile iktidar sağlamak için ucuz bir
köprü olarak kullanılması da bununla ilgilidir.
Pederastinin, Osmanlı’daki varlığı kitap toplatılarak
ortadan kaldırılamayacaktır kuşkusuz. Halil İnalcık’ın “Has-bağçede ‘ayş u
tarab” isimli kitabında, Mustafa ‘Âli’nin işret meclisleri anlatımında
gılmânlara da yer verilmiştir. Gerçeği yok sayamayız. “Toplumsal yaşamın
düzenli gitmesi” yasaklarla sağlanamaz.
Mitlerin Tanrılarından, Antik Mısır’a; oradan, Antik Yunan’a
geçip günümüze dek sıralansa yazının sonunu, henüz başlamışken getirecek denli
uzun bir listedir, oğlancılığın tarihi. Antik Yunan’ın, en güçlü şehir devleti
Sparta’da, erkek çocuklar 7-20 yaşları arasında ailelerinden alınır ve çok sert
şartlar altında yetiştirilirlerdi. Pederasti, eğitimlerinin bir parçasıydı.
Platon’un eserlerinde genç erkekler ile ilişkinin, aşkın, olağan sayıldığı
satırları okuyanlar bilirler. Roma İmparatorluğu döneminde de erkek çocukları
ile cinsel ilişki normal sayılırdı. Asya halklarına bakarsak onların da geri
kalır bir yanlarının olmadığını görürüz.
Tecavüzün, diğerinin bedeni üzerinden iktidarın
sağlanmasının bir yöntemi olduğunu anladığımızda; kökenini, bir cinsel
fonksiyon bozukluğunun “iktidarsızlık” olarak adlandırılmasında açığa vuran
sorunun, endişe verici derinliği hissedebiliriz. Erkek olmanın tek yanlı, neredeyse
hayvansal bir eylem olmaya dek indirgendiği karanlık kuyuyu. Bu konunun
ayrıntılarına girerek, yazının asıl konusundan uzaklaşmayalım; asıl soruna
işaret etmiş olmakla yetinelim. Pederastiyi konu edinen yazıların, hatta
bilimsel makalelerin, şaşılacak bir esneklikle aynı makalede, erkek
homoseksüelliğine değinmesi, bir diğer sorundur. Sorun tecavüz iken, iki
tarafın rızasının olduğu bir cinsellik biçiminin de önümüze konulması “iktidar
sorunu kıskacında erkek” probleminin, dışa vurumudur.
Pederasti bugün artık bir suçtur. İnsan doğası, yadsındığı
yerin bağrına hançerle dönüyor. Papa’nın savaş açtığı, kilisenin kokuşmuşluğu
konusunda, yürekli açıklamalar yaptığı bir sorundur oğlancılık. Bizde ise
mümkün olduğunca hasır altı edilmeye çalışılır. Ülkemizde, son dönemlerde,
basına yansıdığı kadarıyla, oğlancılığın tarikat-cinsellik bağlamında bir sorun
olduğunu düşünmek haksız bir tutum olmaz. Durumun sorunsal aşamasına geçtiğini,
yetkili ellerin eylemsiz, yetkili ağızların ise söylemsiz olmalarından anladık:
işbirliği.
Cinsel dürtü kontrolü nefs eğitiminin ilk basamaklarından
sayılır. Müslümanlıkta, diğer dinlerde yasak olan şeylerin serbest bırakıldığı
gibi eksik bir anlatım vardır. Diğer din diye bir şey yoktur, din tektir.
Yasalılığın temellendirildiği ilk aşama, şehvet ve şiddetin kontrol altına
alınmasından ibarettir. Şehvet, fahiş seviyede yapılan, kısacası bağımlılık
hali almış arzu ve istek ile ilgilidir: Seks, yemek yemek, mevki-makam hırsı,
servet hırsı… Bu basamaklar layıkıyla geride bırakılırsa Hz. İsa kıssası ile
anlatılan sevgi ortaya çıkar. Dünyevi olanla ilgisi kalmamış bir bilinç
seviyesi. Ne para, ne cinsellik… Ancak, bu yolla kemale, dengeye gelen,
müminlerdendir. Ben demiyorum, güzel Muhammed diyor. “Allah güzeldir, güzeli
sever.” Önce dost olmayı becerebilmeli, habibi olabilmek için. Yine Hz. İbrahim
kıssasına geldik. Bu konu, yanlış anlamaların zenginleştiği bir konudur. Mecaz
ile hakikatin karıştırıldığı.
Maneviyat tarihinde, aynı ağacın köklerinden beslenen ama
farklı dallara ayrılmış bir çeşitlilik vardır. Dalların çeşitliliği, yetkin bir
bakışa, özün zenginliği olarak görülecektir. Örneğin, kundalini enerjisinin
uyanması ortak bir süreç olsa da nasıl uyandırıldığı, sorunun merkezine oturur.
Bu, kültürlere göre değişiklik gösteren anlatımların; nefslerin bulunduğu
seviyeye bağlı olarak, giderek öznel yanılsamalar olarak yaşandığı ve yaşananın
da gerçeklik olarak kabul edildiği sakıncalı konulardandır. Mecaz ile hâkikat
karıştırılmaktadır. Bu kuyudan ne mecazı reddederek ne de suçu olağan görerek
çıkabiliriz. Sıkça değindiğim soyutlama yetisinin gerekliliği, bu hususta da
anahtar rol oynayacaktır. Eril ilke dişil ilkenin, yani arzi olan ile yersel
olanın birleşmesinin; kendinden kendine bir süreç olduğu, hermafroditizm,
partenogenez gibi olgularla da anlatılmıştır. Nefs eğitimi tamamlanmamış,
anlayış bakımından tekâmül etmemiş bilinçlerin, mecazı hakikat zannedip,
uygulamasıdır tarikatlarda yaşanan. Pedofilik eğilimlere, mübah kılıfı giydiren
yanlış anlama da budur. Bu yanlış anlamaların üstesinden gelmek için, din ile
anlatılanın gerçekte ne olduğunu anlamalıyız. Nasıl yapacağız? Bir yanda, nakıs
anlayışına din kisvesi giydirip, cinsellik ile ilgili eylem ve söylemleri ile
bizi bezdiren bunaltan bir taraf; diğer yanda ise, dinin gereksiz olduğuna
şimdiden, kendiliğinden, bilgisi olmadığı halde inanan diplomalı bir cahil
ordusuyla mı?
Olur a! Modern taifenin, cehl-i basit Türkçe lâkırtısıdır
diye dudak bükenlere, İbnu’l Arabî’den sirâyet eden bir zevki, şahsi kanaatimle
harmanlayıp Osmanlıca* izah edeyim:
Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin, eltaf-ı eltaf-ı latîf
olduğu zâtı baht mertebesinden tekâsüf buyurarak hâriçte (mertebe-i şehâdet)
zuhûru ile neticelenen merâtib hakikat ehline ayandır. İlâhiyetin me’lûh
olmayınca zâhir olmadığı, Âdem’in kemâlât âleminin miftâhı olduğu gibi hususlar
elbette nazar-ı fikrî tarîkı ile bilinemez. İmdi Ulvîyyetin dahî hakîkî ve
izafî kısımlara ayrıldığı hatırlanacak olursa, gayr-î kâmiller indinde Hakkın
ma’rifet ile bilinmesi mümkün değildir. Hz. İbrâhîm fassında beyân olunan
hikmet-i müheyyemiyye (halîl, tahallül, mütehallil, tahlîl, duhûl, hulûl gibi
elfâzın yekdiğerine temas eden manâları ve Hz. İbrâhîm’in sûretinin vücûduna
Hakk’ın dühûlü ve sereyânı neticesinde Hz. İbrâhîm’in hakk ile ittisâfı hususu),
âlem-i misâl mertebesinde vuku’ bulur; âlem-i ecsâmdaki sâlik, berk-i hâtif’e
hazır edilir. Hâsıl olan bu olayın âlem-i ecsâm mertebesinde, ancak kendi
nefsini idrâk edebilen ve hakayık-ı eşyâya ıttılâ’ı mümkin olmayan akıl
nezdinde idrâki söz konusu değildir. Keşf-i ilâhî ile asıl manasına kavuşacak
bu husus yanlış anlaşılmaktan mütevellid istismara uğramıştır. Bu hususda
mertebelerin karıştırılması, niyet-i has eşhasdan dâhi, sakıncalı izahatlerin
sadır olmasına neden olmuştur. Zira hak’ta müstehlek ve mahv olan ve Allah
ism-i câmi’inin mazharı ile müşerref olmuş İnsan-ı Kâmillerin bile bu konuda
zemm edildikleri vâki’ olmuştur.
Yegâne virdi tez bir vuslat olan dostlara selâm ile…
* Osmanlıca bana aittir, becerebildiğim kadarıyla.
Hatalarımı bildiren olursa sevinirim.
(GÜLGÜN TÜRKOĞLU - GAZETEDUVAR)
Gülgün Türkoğlu kimdir?
Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji mezunudur.
University of London King’s College’da yüksek lisansını tamamladıktan sonra
National Rivers Authority ve Anglian Waters’da biyolog olarak görev yapmıştır.
Türkiye’ye döndükten sonra özel kuruluşlarda Ar-Ge alanında uzman olarak
çalışmış, yöneticilik yapmıştır. Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü, Tıp
Fakültesi ve CNRS Paris ortaklığında yürüttüğü doktorası insan genetiği
üzerinedir. Avrupa birinciliğini kazanan Bio-Ace Centre of Excellence
başvurusunu yürüten iki kişilik ekiptendir. Bir süre bu projenin müdürü olarak
görev yapmıştır. Düşünüyorum Dergisi yazarlarındandır. Felsefe ve Kadın
Sorunları üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.