Yine bir seçim sürecine girdik.  AKP-MHP ittifakı koşullarını, kurallarını, zamanını kendisinin belirlediği maça “rakiplerini” davet etti. Rakibi olan düzen partilerinden yanıt gecikmedi: Hodri meydan, seçime hazırız! Görüldüğü kadarıyla sosyalist sol da büyük oranda bu seçim süreci içerisinde yer alma eğiliminde (ve anlaşılan bazıları milletvekilliği pazarlığı dahi yapıyor). Buna karşın özellikle sosyal medya üzerinden beyan edilen bireysel boykot çağrıları da hiç azımsanacak gibi değil. Boykot olarak tanımlamasa da oy vermeyi düşünmediğini söyleyen kişi sayısı da oldukça fazla. Ancak içinde bulunduğumuz koşullarda dahi hala seçim hesapları yapmayı devrimcilik diye satmaya çalışan solcu siyaset cambazlarını ve çaresizce oy vermeyi düşünen dostları gördükçe, en azından üzerinden tartışabileceğimiz derli toplu bir şeyler söyleme ihtiyacı hissettim.

Boykot etmeyelim diyenlerin hesabı şu: Erdoğan ilk turda yüzde elliyi bulamayacak ya CHP ya da İP’in adayı ikinci tura kalacak ve AKP’ye oy verenler dışındakiler blok halinde o adayı destekleyecek ve kazanacak. Ancak her şeyden önce bunun nasıl olacağına dair hiçbir argüman yok. OHAL koşullarında, MHP ile ittifak yapmış, daha yakın zamanda Afrin operasyonunda milliyetçi histeriyi körükleyerek toplumun geniş bir kesiminin desteğini almış olan AKP’nin oyları neden düşecek bunun bir açıklaması yok. Hele ki YSK’nın yetkilerinin arttırılması, mühürsüz oyların geçeli sayılması gibi düzenlemelerle hile yapılmasını kolaylaştıran bir seçim yasasının yürürlükte olduğu koşullarda… Kılçdaroğlu çok iddialıymış gibi konuşsa da bir önceki seçimlerde aldığı oy oranına yaklaşması bile imkansız gözüküyor. Ayrıca masa başında parmak hesabı yapanların görmek istemediği, bir türlü kabullenemediği; ortada bir “AKP karşıtı blok” filan olmadığı. AKP karşıtlığı bir politik referans noktası bile değil. Bunu bir önceki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gördük. Tarihin cilvesi (ya da demokrasinin güzelliği mi desek) AKP karşıtı blokun adayı Ekmeleddin İhsanoğlu bu seçimlerde AKP’ye oy vereceğini açıkladı. Ama ders almamaya kararlıyız anlaşılan ki aynı hataları tekrar ediyoruz. Özetle varsayıldığı gibi seçimler ikinci tura kalsa bile –ki ben AKP’nin ilk turda yüzde elliyi geçeceğini düşünüyorum- sola yakın bir aday olursa sağ seçmenin önemli bir kısmının, İslamcı bir adaya bir sürü Kemalistin, örneğin Meral Akşener gibi bir faşiste de CHP’nin solunda duran ve HDPli bir çok kişinin oy vermeyeceği açık. Burada asıl sorun ise, etnik-mezhepsel kimlikler ve yaşam tarzına dayalı parti tercihlerini veri olarak kabul edip, siyaseti bir matematik hesabına indirgemek ve toplumu değiştirmeye ilişkin bir iddia ortaya koyamamak.

Öte yandan 7 Haziran 2015 sonrasında yaşanan süreçte AKP’nin iktidarını kaybetmemek için elinden gelen her şeyi yapacağını çok net biçimde görmedik mi? 7 Haziran’da yaşanan kazadan sonra AKP’nin ipini sağlam kazığa bağlamadan, gerekli önlemleri almadan, kazanacaklarına emin olmadan bu seçimi yaptıracağını mı sanıyoruz? Ya da 16 Nisan referandumunda aslında “Hayır” çıktı, hile yapıldı demiyor muydu bütün muhalefet? Peki bugün benzerlerinin veya daha kötülerinin olmasının önündeki engel ne? 16 Nisan’da insanları sokağa çağırmak yerine, sokağa çıkan insanları evlerine çağıran CHP mi yoksa faşist İP mi “sandıklara sahip çıkacak”?

24 Haziran’dan itibaren tümüyle yürürlüğe girecek olan yeni sistemde artık meclisin herhangi bir işlevi olmadığı, yetkinin tümüyle Cumhurbaşkanının elinde toplanacağı, bunun meşru bir sistem olmadığı 16 Nisan referandumunda “Hayır” oyu verme çağrısı yapanların temel argümanlarıydı. Peki böylesi bir meclise milletvekili sokmanın nasıl bir anlamı olabilir? Seçilecek milletvekillerinin veya belediye başkanlarının tutuklanmayacağını, vekilliklerin düşürülmeyeceğini, belediyelere kayyum atanmayacağını kimse garanti edebilir mi? Bu durumda hele HDP’li ya da sosyalist olduğu iddiasındaki partilerin seçimlere girmesinin anlamı nedir?

CHP ve İP’ten medet ummak!

Bugün dünyadaki eğilime uygun olarak Türkiye’de otoriter, milliyetçi, sağ popülist bir iktidar var. Türkiye’deki toplumsal çelişkiler pek çok ülkeye göre daha keskin olduğu için AKP hükümeti sözünü ettiğimiz eğilimin uç noktasında dursa da dünyanın hemen hemen her yerinde seçimler açıkça yabancı düşmanı olan, içeride otoriterleşmeyi, dışarıda da saldırgan politikaları savunan adaylarla, bunu süsleyerek yapanlar arasında geçiyor. Hepsinin ortak noktası sermaye yanlısı politikaları vahşice yürürlüğe sokmaları. Fransa’da Macron göçmenlerle ilgili Le Pen’in vaatlerini gerçekleştiriyor, Clinton’un Suriye politikası Trump tarafından hayata geçiriliyor, sözde sosyalist Syriza hükümeti devrimcileri hapsediyor, sermaye yanlısı politikalarına aralıksız devam ediyor. Çünkü günümüz toplumunda gerçek iktidar insanların seçtiği (seçmek zorunda kaldığı) hükümetlerin elinde değildir. Diğer bir değişle bir ülkede hükümetler, o ülkedeki egemen sınıfın çıkarlarına göre şekillenir, egemen sınıfın çıkarlarını koruyabildiği koşullarda iktidarda kalmaya devam ederler. AKP bugüne kadar egemen sınıfın çıkarlarına hizmet ettiği için iktidardadır. Egemen sınıf için daha iyi bir alternatif ortaya çıktığı veya ihtiyaçlarının farklılaştığı noktada AKP yerine başka bir parti iktidara gelebilir. Dolayısıyla bugün AKP’nin alternatifi daha iyisi değildir. Buna rağmen CHP veya İP’in içinde bulunduğumuz kötü koşullarndan bir kurtuluş reçetesi gibi sunulması gülünç.

Faşist MHP’lilerin kurduğu İP’nin neden bir alternatif olmadığını, AKP’den daha iyi herhangi bir politika izlemesinin söz konusu dahi olmadığını anlatmayı bile zul görüyorum. Öte yandan CHP’yi bir sol parti olarak görmekten, ondan medet ummamaktan vazgeçmek için daha ne olması gerekiyor bilmiyorum. Irak ve Suriye tezkerelerinde, Yenikapı mitinglerinde, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasında, Afrin operasyonunda AKP’yi destekleyen, Gezi’de, millievekilleri ve belediye başkanlarının tutuklanmasında, 16 Nisan sonrasındaki eylemlerde kılını kıpırdatmak bir yana insanları pasifize etmeye çalışan, ekonomik programı AKP’den hiç farklı olmayan, iktidara geldiğinde sermaye yanlısı politikaları sürdüreceğine kuşku bulunmayan,  Kürt sorununda savaş politikalarının devamından yana olan, Suriyeli mültecilerin evlerine göndermeyi vadeden CHP hükümet kursa halimiz daha mı iyi olacak?

Boykot çağrısının anlamı ne?

Tüm bunlar aslında herkesin malumu ve aslında herkes AKP’nin şu ya da bu şekilde kazanmanın yolunu bulacağını, kazanamazsa bir şekilde iktidarda kalmak için her şeyi yapacağını söylüyor. Ama politikacılar kendi gücümüze güvenmememizden, örgütsüzlüğümüzden faydalanarak sahte bir umut pompalıyor ve bizleri bu tiyatroya çağırıyorlar. Boykot meselesini tartıştığımız ve temelde tüm bu söylenilenlerin farkında olsa da meselede ikircikli yaklaşan dostların temel argümanları, bunun için geç kalındığı, yeterince örgütlü olmadığımız, HDP veya CHP boykot etmedikçe bunun bir toplumsal karşılığı olmayacağı biçiminde.

Ancak hele ki bu içinde bulunduğumuz koşullarda, her seferinde daha büyük hayal kırıklığına yol açan, umutsuzluğumuzu daha da arttıran bu oyunun parçası olmayı reddetmekten başka bir çaremiz yok. Bugün seçimlerde oy kullanmak bu tiyatroyu, kurdukları bu bozuk düzeni, başkanlığı ve aslında olası bir AKP-MHP hükümetini meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramayacak. Elbette boykot sadece AKP-MHP’ye değil bütün olarak düzene karşı bir tutumu ifade ediyor. Bu yüzden varlıkları ve siyasetleri parlamento içinde koltuk kapma yarışından ibaret olan düzen partileri kazanamayacaklarını bilseler de böyle bir çağrı yapmamalarında şaşıracak bir şey yok. Dolayısıyla işlevi solu pasifize etmek, sistem içerisine hapsetmek olan, adeta AKP’nin sol kolu haline gelen CHP’den boykot çağrısı bekleyemeyiz. HDP’nin seçime girmesi ise bambaşka bir politik tartışma konusu ama yine statüko tarafından sürekli dışlanmaya (ya da ıslah etmeye) çalışsa da düzen içi bir parti olarak kendi hesaplarını yapıyor anlaşılan. Diğer yandan kendini sosyalist olarak tanımlayanların boykot diyememeleri (hatta belki de milletvekili pazarlıkları yapıyor olmaları) siyaseten iflas ettiklerinin göstergesi. Sosyalist sol tüm politik iddiasını, sorunlara devrimci bir çözüm oluşturabilme iradesini ve inandırıcılığını yitirmiş durumda. Sosyalist yapılar bu koşullarda dahi boykot demeye cesaret edemeyerek içinde bulundukları acziyeti gösterdiler. Bu aslında ideolojik çıkışsızlıklarının ürünü ancak bu bir başka tartışmanın konusu.

Bu tablo içerisinde boykot çağrısına uyacak insan sayısının az olacağı dolayısıyla bunun etkisiz olacağı söylenebilir. Ancak çağrı beklenenin ve boykot çağrısı yapanların gücünün çok ötesinde bir karşılık da bulabilir. Gezi direnişi de böyle başlamadı mı? Küçük bir grubun başlattığı bir eylem beklenmedik bir şekilde Türkiye tarihinin en önemli kalkışmalarından birine dönüşmedi mi? Solun belirleyici bir etkisi yoktu ve yapabildiği yalnızca hareketin arkasına takılmak oldu. Seçim boykotunun bugün karşılık bulma ihtimali her zaman olduğundan daha fazla. İnsanlar yargısıyla, siyasetiyle sıvası dökülmüş düzene her zaman olduğundan daha az güveniyor. Dolayısıyla başta söylediğimiz gibi, adına boykot desinler ya da demesinler insanlarda sandığa gitmeme eğilimi var. Kararlı bir boykot çağrısı bu potansiyeli açığa çıkarabilir. Bu olmasa bile böylesi bir politik tutum uzun vadede devrimci, toplumsal harekete dönüşecek bir çalışmanın başlangıcı olabilir.

Referandum sürecinde hayır demenin yalnızca oy kullanmaktan ibaret olmadığını, bütün olarak çürümüş düzene karşı, bulunduğumuz her yerde gücümüz oranında pozisyon almayı gerektirdiğini söyledik. Seçim sürecinde de benzer bir durum boykot çağrısı etrafında kurgulanabilir. Yani boykot, birilerinin öne sürdüğü gibi “küsüp oy kullanmamayı” değil, seçimlerle temel bir değişimin mümkün olmadığının bilincinde olarak, düzen karşıtı potansiyelin ortaya çıkarılması ve bunun etrafında bir toplumsal örgütlenme yaratılması sürecini ifade ediyor. Tüm bunları tartışmaya başlamanın ve sol içerisindeki parlamentarist, kurumsalcı ve devletçi baskın eğilimden kurtarmak için ideolojik mücadele vermenin kendisi dahi anlam taşımaktadır. (CEM GÖK – YERYÜZÜ POSTASI)
Daha yeni Daha eski