1) Kimileri ‘en azından Erdoğan’dan kurtulalım, bu da bir şeydir’ diyor. Bu elbette anlaşılabilir ama hüsrana mahkum bir şikayet. Öncelikle anlamamız gereken şey gerici, ukala, kaba, cahil, ırkçı, seksist, yabancı düşmanı, saldırgan bu tip despotik devlet şeflerinin yükselişinin Türkiye’ye has bir durum olmadığıdır. Her ne kadar Türkiye bu konuda ‘öncü’ olsa da batı da Trump’tan Orban’a Putin’e, Duterte’ye, Hi Jingpin’e ve Kovind’e, dünyanın her yerinde bu tarz tiranik kişiliklerin devlet liderliklerine yükseldiğini görüyoruz. Neden böyle? Bunun çok basit bir tarihsel sebebi var.

Bütün egemen sınıflar önce kolektif olarak iktidara gelir ve yönetirler. Antik Roma’da patrisyenler ve köle sahipleri, feodal dönemde beyler bu şekilde yönettiler. Bunlar aynı zamanda kolektif yönetimlerinin kurumlarını da inşa ederler. Örneğin Senato Roma kökenlidir ve köle sahibi patrisyenlerden oluşurdu ya da parlamento tarihsel olarak bir orta çağ kurumudur. Zamanında bunlar yerel beylerin yıllık tartışma, yasama ve toplanma organları olarak doğdular.

Ne var ki gelişmelerinin belli bir aşamasında, egemen sınıflar karşılaştıkları toplumsal ve ekonomik sorunları çözemez hale gelirler. Bu noktada kendi toplumsal hakimiyetlerinin temelini sorgulamaksızın karşılaştıkları sorunları çözemezler. Kolektif yönetim organları işlevsizleşir ve sorun çözmek yerine anlamsız tartışmalara boğulmaya başlar. Yasalar içinden çıkılmaz derecede karmaşıklaşmaya, egemen sınıf içi çatışmalar bizzat bu sınıf için yıpratıcı olmaya başlar. Böyle dönemeçlerde ‘tek adamlar’ egemen sınıf içerisinden yükselir ve kendi iyiliği için egemen sınıfı disipline ederler. Sezar’ın senato aleyhine yükselip imparator olması ya da feodalizmin çöküş döneminde mutlak monarşilerin doğması bunun tipik örneklerindendir.

Burjuvazi için de aynısı geçerli. Kulağa garip gelebilir ama burjuvazi ilk ortaya çıktığında gayet seküler, anti-monarşist ve aydınlanmacı bir sınıftı. Spinoza, Descartes gibi kilise ve monarşi karşıtı entelektüelleri finansal olarak destekleyenler bu yükselen ticaret burjuvalarıydı. Bunlar devrimler yoluyla kralların keyfi idaresini sonlandırıp yerine temsil kurumlarını ve genel-evrensel hukuk ilkelerini koydular.

Ne var ki bugün burjuvazi de tarihsel gelişiminin sonuna geldi. Tıpkı kendisinden önceki egemen sınıflar gibi, burjuvalar da kendi yarattıkları toplumsal sorunlara çözüm bulamıyor ve iktidar sorumluluğunu almaktan kaçıyor. Çiftlik Bankından Doğan Holdingine kapitalistler vurgunlarını yaptıktan sonra ya kaçıyor ya da politik hayattan çekiliyor. Instagramın zengin çocukları çöküş dönemi Roması’nın yozlaşması ya da topraklarının idaresini bırakıp şehirde sefahat içinde yaşamaya çekilen beylerden farksızlar. Bunların hepsi yarattıkları sorunlara çözüm bulamadığı için kendi kabuğuna çekilen bir sınıfın zavallı entelektüel ve ahlaksal çöküşünün ifadeleri.

Bu durumda egemen sınıf içinden – ki bu egemen sınıfın hizmetçilerinden devşirdiği birisi de olabilir – birinin çıkıp çözemediği karmaşık toplumsal sorunları zor yoluyla bastırmaya, görünmez kılmaya çabalamasına şaşırmamalıyız. Bu bir güç değil zaaf ifadesidir.

Tam da bu yüzden seçimler tek adam tiranlıklarını çözemez. Tersine egemen sınıfın geleneksel yönetim araçları olan parlamentolar işlevsizleştikçe, seçimler ancak eskisinin yerine yeni bir tiran seçmenin aracı olabilir. İşte bu yüzden de HDP dahil bütün Kılıçdaroğlu liderliğindeki muhalefet günlerce Erdoğan’a karşı alternatif bir milli görüşçü aday etrafında birleşmeye çalışmış ama bunu bile becerememiştir.

2) Seçim sonuçları ücretle yaşayanların, proleterlerin koşullarında HİÇBİR şeyi değiştirmeyecek ve değiştiremez. Bu elbette her zaman böyle değildi. Geçmişte, 19. Yüzyılda, parlamentolara farklı sınıflar temsilcilerini gönderebildikleri zamanlarda, işçi sınıfının sosyal demokrat temsilcileri bunlar arasındaki çatışmalardan kendi çıkarları lehine kısmen faydalanabiliyordu. Bunun en iyi örneği tüketim ürünleri ve dolaylı vergilere karşı verilen mücadeledir. Örneğin 19. Yüzyıl İngiltere’sinde korumacı toprak sahipleri ucuz gıda ithalatının vergilendirilmesini isterken, tüccarlar ve fabrika sahipleri bunlar üzerinde verginin kaldırılmasını istiyordu. O dönemde işçi sınıfı tüketim araçları üzerindeki gümrük vergisi karşısındaki bu mücadelede liberalleri desteklemişti. Bu ittifak olumlu sonuç vermiş ve vergi yükü azaltılmış, gıda fiyatları ucuzlatılabilmişti.

Bugün ise parlamentoda sadece sermayenin temsilcileri buluyor ve bunların arasında işçi sınıfının kendi lehine kullanabileceği bir çatışma yok. Vergi örneğinden devam edersek, 19. Yüzyılda liberaller gümrük vergilerini düşürerek bir şey kaybetmiyordu çünkü devlet harcamaları bugünküne kıyasla çok düşüktü. Bugün ise başta askeri harcamalar olmak üzere devlet harcamaları dehşet boyutlardadır ve bunları yükünü ücretlilere yıkmak için zenginler her türlü temsil kurumunda dişe diş mücadele etmekteler. Bugün dolaylı vergilerin kaldırılıp, özel mülkiyetin, miras varlıkların ve sermayenin vergilendirilmesini beklemek çocukça bir hayal olacaktır.

Bunun sebebi bu partilerin liderlerinin samimiyetsiz, kötü niyetli vs olmaları değil. Bunun çok basit bir sebebi var: bugün artık parlamento ya da seçimle belirlenen herhangi bir yasama veya yürütme kurumu tek bir sınıfın, sermaye sınıfının temsilcilerinden oluşuyor. Dolayısıyla burada işçiler aleyhine kullanılabilecek hiçbir gerçek politik ayrım yok.

3) Seçimlerin sonucu ne olursa olsun yağma ekonomisi, doğal kaynakların ya da tarihsel varlığın yıkımı asla durmayacak. Evet iktidar AKP dışı bir partiye geçerse ihaleleri bunların yakını olan başka zenginler alabilirler. Ama tıpkı devlet harcamalarının yükünün işçi sınıfı üzerine bindirilmesi gibi, doğal kaynakların da yoksulların ve işçilerin aleyhine, zenginlere, sadece kar ilkesi gözetilerek dağıtılması da değişmeyecek. AKP’li belediyelerin yaptığı yağmanın aynısını CHP’li, hatta HDP’li belediyelerin, daha küçük ölçekli de olsa, yaptığı örnekler bulmak mümkün. Dolayısıyla seçimler talan ve yağmayı durduramaz. Bunu ancak talan ve yağmanın kârsız hale gelmesi ya da işçi sınıfının buna etkin bir şekilde karşı koyması durdurabilir: Gezi’de ve Artvin’de olduğu gibi. Ne var ki mücadeleler de bir kere geriye düştüğünde geçici olarak kaybettikleri mevziiyi geri kazanmak için pusuda bekleyen parlamentolar, belediyeler ve polis yeniden saldıracaktır.

4) Yağma ekonomisinin en büyük unsuru silah ve savaş ekonomisidir. Devletin kontrolündeki silahlar biz işçilerin, ücretlilerin hayatlarında HİÇBİR şeyi iyileştiremezler. Devlet harcamalarının sürekli artan bir bölümünü hem içte hem de dışta yoksullara karşı kullanılmak üzere alınan silahlar oluşturur. Polis ve ordu harcamalarının bedeli işte yukarıdaki rant, yağma ve dolaylı vergilerle ücretliler ve işçilerce ödenir. Bunlar bugün artan yoksullaşmanın temel sebeplerinden. Biz bunun bedelini aynı zamanda devlete erkeklerin angarya hizmet verdiği askerlik hizmetinde, geçici kölelik olarak da ödüyoruz. Bu da Osmanlı’dan kalma eski bir vergilendirme türüdür ve devlet askerlik boyunca işçilere asla sınıf mücadelesinde patronlara karşı kullanabilecekleri askeri teknikleri öğretmez. Bu üniformalı yoksul gençlerin çoğu karın tokluğuna, hayatlarının en verimli döneminde çalıştırılır.

HİÇBİR politik parti, asker-polis harcamalarının kısılmasını, bir kölelik kurumu olan ordunun veya yoksullara zulüm kurumu olan polisin küçültülmesini bile savunmayacaktır. Sermayenin temsil kurumlarındaki seküler, liberal, solcu, sağcı, milliyetçi, Atatürkçü, İslamcı vs. temsilcilerin en zenginleri servetlerini devletin silah ihalelerine borçlular. Askeri-polis ihaleleri her zaman en güvenli ve bol para kaynağıdır. Koçundan, Sabancı’sına kadar Cumhuriyet kurulduğundan beri en büyük patronlar için gelir kapısı ordu harcamalarıdır.

Patronlar için iyi bir gelir kapısı olan askeri harcamalar bizim için sadece yıkım getiriyor. Orduya, polise ve donanmaya alınan gemiler, tanklar, tüfekler, roketler ve bombalar çoğu zaman kullanılmadan depolarda çürür ve bu modern yıkım teknolojileri kullanılsa bile zaten hiçbir sorunu çözemez, sadece katliam getirebilirler. Bu harcamalar devletler arası rekabet sürdükçe ve bizler, yoksullar ve ücretliler maddi koşullarımız için mücadele ettikçe asla seçimler yoluyla kısılamaz. Kürt halkı üzerindeki baskının asla durmaması da bundandır. 80’ler ve 90’lar boyunca yürütülen vahşi ve kitlesel yıkım, birçok silah tüccarı için karlı bir gelir kapısı oldu. AKP’de silah üretimi ve ticaretini kısmamış, tersine artırmıştır. Öyle ki 2018’de savunma bütçesi %41 artış ile en büyük harcama kalemi oldu.

5) Seçimler yoluyla işçilerin ekonomik koşulları lehine bir değişim asla mümkün olmasa bile kimi kültürel ve toplumsal değişimler yapılabileceği söylenemez mi? Parlamento gibi yasama kurumlarının etkisiz kaldığı noktada belki de yürütmenin daha sol-seküler kurumlara geçmesinin bu duruma çözüm olacağı söylenecektir. Yasalar uygulanacak, azınlıklar, göçmenler, kadınlar, çocuklar korunacaktır vs. Bunların hepsi de patronlar lehine çalışan, onlar tarafından finanse edilen, onların dünya görüşünü savunan liberal kurum, akademik ve STK’ların ürettiği mitlerdir.

Bu orta sınıf liberaller 2002’de AKP’nin ‘dışlanmışlar’ için eşitlik, daha fazla özgürlük ve militarizmin geriletilmesini getireceğini söyledi ve 10 yıl boyunca İslamcıların kurumlar içerisindeki uzun fetih yürüyüşünü desteklediler. Bunun tek sonucu bir grup yeni zengin ve gerici İslamcı kapitalistin serpilmesi oldu. Buna karşılık işçi sınıfının daha büyük bir kesimi, eskisinden de gerici bir İslamcı tarikatlar ağına hapsedildiler. Öyle ki bugün bir milyon öğrenci tarikatlarda eğitim görüyor. Peki seçimler yoluyla gelişen bu İslamcılık yine seçimler yoluyla geriletilemez mi?

HİÇBİR parti İslamcılığın-gericiliğin kültürel ve toplumsal gerilemesini vaat etmediği gibi CHP ve HDP sıkça Saadet partisi ya da başka İslamcılarla ittifak kurabileceklerini utanmadan ifade ettiler. Seçimler yoluyla gelebilecek tek toplumsal değişim tıpkı 2002 de olduğu gibi bir grup seküler zengin ve burjuva için daha fazla özgürlük olabilir. Geriye kalan biz proleterler için ise durum aynen devam edecektir. Gericilik, baskıcı aile kurumu ve ırkçılık karşısında bir sınıf olarak yalnızız. Bunlarla gündelik hayatta doğrudan yüzleşirken parlamenterlere veya seçimlere değil birbirimize güvenmek, dayanışma içerisinden olmak zorundayız. Burada da kolay yollar yine çıkmaz sokaklara götürecektir.

BONUS: Her şey karanlık ve karamsar değil. Seçimlerin gündelik hayatımızı daha yaşanılabilir kılmakta işimize yaramıyor olması, çaresiz olduğumuz anlamına gelmiyor. Tersine insan uygarlığının tarihinde hiç bu kadar iyi eğitimli, becerikli ve gelişkin bir ezilen sınıf olmamıştı. Bizler, proleterler, bizi yönetmeye aday burjuva liderlerden daha zeki ve kabiliyetliyiz. Onların bizi temsil edebileceğine inanarak sadece kaçınılmaz mücadeleyi erteleyebiliriz.

Bu yüzden kuvvet ve zayıflıklarımızın nerede yattığını iyi kavramak zorundayız. Burjuvazinin gücü hükmettiği maddi kaynaklardan geliyor. Onun zayıflığı ise sayısal olarak azınlıkta oluşu. Bu yüzden sürekli kendisini seçimler yoluyla meşrulaştırmak zorundan. Bunun için onun temsilcileriyle ortak bir şeylerimiz olduğuna bizi ikna edecek dev kampanyalar, pr çalışmaları, medya ve anketleri finanse ediyorlar.

Proleterlerin ise böyle bir gücü yok. Evet işçiler sayısal olarak çoğunluktalar ama burjuvaziyi manipüle edecek uzmanlar, aktivistler, akademikler, milletvekilleri, profesyonel politikacılar ve sendika uzmanları kiralayabilecek, finansal kaynaklardan yoksunlar. Bu yüzden gerçeği ve koşulları bilinç düzeyinde kavrama mücadelesi, sınıf mücadelesinin ilk adımını oluşturuyor. Gerçeklerle yüzleşme cesaretini göstermez, parlamenter veya seçim illüzyonlarıyla sürüklenmeye devam edersek daha baştan kaybederiz. Seçimleri boykot etmek ve yeni bir dünyayı nasıl kurabileceğimiz üzerinde düşünmeye ve tartışmaya başlamak kurtuluşumuzun ilk adımını oluşturuyor.

(Mikail Fırtınacı – YERYÜZÜ POSTASI)
Daha yeni Daha eski