Bir gün yine tarlaya gittik, o sırada arkadaşlarımızdan biri
seslendi, “Duvar gazetemiz çıkmıştır, okuyabilirsiniz” diye. Bunu duyan
öğretmen, askerlik hocasıydı, hiç unutmam şöyle dedi: “Köylü çarıklı erkan-ı
harptir. Size pabuç bırakmazlar. Köylüyü uyandırmayın”
Savaş ve kıtlık vakti aklı yeten çocukların, ayaklarında
çarıkla ayrıldıkları köylerine iskarpin ve takım elbise ile dönmesi bir devrim
onun için. Çoban olarak ayrıldıkları köylerine öğretmen olarak dönmeleri belki
daha iyi anlatır durumu ama o ayakkabıdan anlatmayı tercih ediyor.
“O devrim yetmez” diye itiraz edene, hafiften dalga geçerek
“Siz daha iyisini yaparsınız devrümcüler” diyor. Zeki Hoca, 1947’de Akçadağ Köy
Enstitüsü’nden mezun oldu. Yani son mezunlardan. Okul arkadaşlarından hayatta
kalanı çok az. Köyünde tek. Demans başlangıcından mustarip olsa da okul
yıllarına dair bazı ayrıntıları çok iyi hatırlıyor.
Köy Enstitüleri’nin kuruluş yıldönümünde yayımlamak üzere
telefon üzerinden bir şeyler anlatmasını istediğimizde bizi kırmadı. Biz
sorduk, o da büyük siyasal dönüşümler üzerinden değil, onların köylü bir
çocuğun yaşamındaki yansımaları üzerinden Köy Enstitüleri’ni anlattı.
İlk ne zaman duydun Köy Enstitülerini? Nasıl gittin?
Zeki Hoca: Bizim İğdir’den birkaç kişi gitmişti daha önce.
Biz çarıkla gezerdik o zaman, ayağımızda şalvar bile yok. Bunlar geldi,
ayaklarında postal, sırtlarında ceket, pelerin, Frenk gömleği, şapka, takım
elbise…
Ben ilkokulu 1941’de bitirdim. 1942’de okula gitmedim.
Kıtlık vardı o sene. İkinci Dünya Savaşı vardı.
Hekimhan’da Paşa Usta vardı, 1943’ün Şubat’ında geldi bizim
köyden 9 kişiyi daha topladı. Kar kuşakta. Babamlar önümüze düştü, çığır
açtılar Hekimhan’a doğru. Onların izinden yürüyerek gittik.
[Zeki Hoca’nın eşi, kaynanasının o günlere dair şunları
anlattığını söylüyor: “Babasının şalvarının astar bezinden pantolon diktim
Zeki’ye. Onunla gitti.”]
Hekimhan’dan trenle Malatya’ya geçtik, Malatya’dan da
Yeşilyurt’a bağlı Karapınar’a. Oradan da Akçadağ’a gittik. O zaman adı
Arga’ydı. Hekimhan da Arga’ya bağlıydı.
Köy Enstitüsü’ne gittiğimizde bizi 1. Bina’ya götürdüler.
Gittiğimiz oda hem sınıf hem yatakhane. Gündüz ders var. Akşam da orada
yatılıyor. Bir hafta yan yana yattık. Bize dediler ki, “Mart’ta gelin.”
Dönerken Sultan Suyu Çayı’na götürdüler. Orada baktık
öğrenciler taş taşıyor. Karın altında atlet külot… Santral inşaatı varmış, onun
için.
[Akçadağ Köy Enstitüsü, kendi elektrik santralini kurmuş ve
elektriğini burada üretmiş bir okuldu.]
Öğrencilerin o hallerini görünce korktum. Dönünce anama
dedim ki, “Ben gitmem.” Babam bunu duymuş, gitmiş bizimle aynı gruptaki
arkadaşım Abbas’a sormuş, o da “Ben gideceğim” demiş. Geldi bana, “Abbas
gidiyor sen niye gitmiyorsun” dedi. Korktum, “Yok, gideceğim” dedim.
Mart ayında gittik. Çatı var ama tahtaların arasından kar
üfürüyor içeri. Gece yatardık, kalktığımızda içeride kenarda kar biriktiğini
görürdük.
Eğitim nasıldı? Gününüz nasıl geçiyordu?
Öğleye kadar ders yapar, öğleden sonra tarlaya giderdik.
Fidan çukuru açtık. Bina yaptık. Biz taş taşırdık, ağabeylerimiz duvar örerdi.
Atölyelerimiz vardı. Kimimiz marangozluk öğrendik, kimimiz kalaycılık, kimimiz
demircilik…
Peki, dersler?
Matematik, tarih, coğrafya, yurt bilgisi, müzik, resim,
okuma… Okuma demezlerdi de kıraat derlerdi.
Din dersi var mıydı?
Yok canım, ne din dersi…
Yokluğunun sıkıntısını çektin mi?
Yok canım, ne sıkıntı çekeyim…
Okuma derslerinden aklında kalan kitap?
Okuduk ama hatırlamıyorum. Ama kütüphanemiz çok zengindi.
Çok kitap vardı.
[Daha önceki sohbetlerimizde Jean-Jacques Rousseau
okuduklarını söylemişti. Köy Enstitüleri’nden yetişen yazar Fakir Baykurt’un
adını ve kitaplarını da tek tek saygıyla anar.]
Cumartesi pazarları öğretmenlerimiz mecbur tutardı. Kitap
okurduk.
Müzik dersleriniz nasıl geçerdi? Sen ne çalardın?
Mandolin, keman, akordeon, saz (bağlama) çalardı
arkadaşlarımız. Ben beceremedim.
Ne yer, ne içerdiniz?
Sabah çay verirlerdi ama bardak yok, tabakta verirlerdi. O
da donardı. Ekmek buz tutardı. Donmuş ekmekle kömür sobasına koşar ısıtır öyle
yerdik.
Biz köyde sabahları tarhana, akşamları bulgur çorbası
içerdik. Et de elimize geçerdi ama ekseriyet tarhana, bulgur. Enstitü’de başka
yemekler de gördük. En çok fasulyeyi severdim. Ekmeği içine doğrar öyle yerdim.
Arkadaşlar gülerdi.
O günlerden en çok neyi özlüyorsun?
Arkadaşlarımızla sabahları sahada bir araya gelirdik. Her
sabah müzikle halay çekerdik, hava imkan verdikçe. Arkadaşlarımız mandolin,
akordeon çalar biz oynardık. Mezun olana kadar böyle gitti.
Köy Enstitüleri köylerde, sizin hayatınızda ne değiştirdi?
1940’tan 1947’ye kadar ağabeylerimiz köylerde okullar,
lojmanlar yaptı. 21 Köy Enstitüsü’nde de böyleydi. Hasan Oğlan ise Yüksek Enstitü’ydü.
Köyde yaptığımız okulun, lojmanın duvarını da biz sıvar,
badana ederdik. Badana dediğime bakma. Kireci kim nereden bulacak. Beyaz
toprakla sıvardık.
Köylere ilk defa marangoz aletleri gitti. Duvarcı aletleri
verdiler, kalaycı aletleri verdiler…
20 lira maaş verirlerdi, 18 lira elimize geçerdi ama para
kıymetliydi. Üstüne de öküz, pulluk, ekip biçmek için arazi verdiler.
Enstitülerin kapatılması nasıl oldu? Sizin o zaman
gördüğünüz neydi?
Namussuzun bir tanesi demişti ki, “Kızlarla erkekler aynı
yatakhanede kalıyor…”
Var mıydı böyle bir şey?
Yahu olur mu! Yatakhaneler ayrıydı. Ama derse birlikte
girerdik. Oyun oynadığımızda birlikte oynardık. Nasıl ki köyde halayı birlikte
çekiyorsak, Enstitü’de de birlikte oynardık.
Bu söylentileri yaydılar. İsmail Hakkı Tonguç’la Hasan Ali
Yücel’in üstüne gittiler. O arada 1946’da memurları dağıtıldı, 1947’de de Köy
Enstitüsü son buldu.
Bize dediler ki, “Siz sadece öğretmenlik yapacaksınız,
aletleri bırakın, maaşınızı artıralım.” Sonra o 18-20 liralık maaşı 100 liraya
çıkardılar. Elimize 77,5 lira geçerdi.
[Böylece kendilerini köyü değiştirecek, köylünün bütün
hayatını aydınlatacak birer nefer olarak gören öğretmenlere, “Memurluğunu yap
gerisine karışma, salla başını al maaşını” denmiş oluyordu. İşin arka planında
da 1947’de safını ABD liderliğindeki emperyalist kapitalist kamptan yana koyan
Türkiye’ye Sovyetler Birliği’ni çağrıştıran kurum ve uygulamaları terk etme
yönünde gelen basınç ve telkinlerin rolü vardır. Henüz Demokrat Parti iktidara
gelmeden Köy Enstitüleri, 1947’de basit öğretmen okullarına dönüştürülmüştür.]
Peki, sence Köy Enstitüleri’nin kapatılmasının asıl sebebi
neydi?
Bir gün yine tarlaya gittik, o sırada arkadaşlarımızdan biri
seslendi, “Duvar gazetemiz çıkmıştır, okuyabilirsiniz” diye. Bunu duyan
öğretmen, askerlik hocasıydı, hiç unutmam şöyle dedi: “Köylü çarıklı erkan-ı
harptir. Size pabuç bırakmazlar. Köylüyü uyandırmayın.” İyi bir öğretmendi ama
nasıl gelmişti, ne işi vardı Enstitü’de anlamadık. Ama işin aslı bu: “Köylü
çarıklı erkan-ı harptir. Köylüyü uyandırmayın!”
***
Zeki Hoca kendi köyünde okul binasını yaptırdı ve 5 yılı
kendi köyünde olmak üzere 17 yıl boyunca Darende’den Hekimhan’a Malatya’nın
köylerinde, 14 yıla yakın süre de Malatya’da öğretmenlik yaptı.
Bir kış vakti, ailesi ve taşınmaya yardımcı olan kardeşleri
ile birlikte tayin edildiği köye giderken tipiye yakalandı. Abisi ve kardeşi o
tipide gözlerinin önünde donarak öldü.
Kaç öğrenci yetiştirdiğinin hesabını tutmadı. Gün oldu 120
kişilik sınıfta ders verdi. Gün oldu kızamık salgınında öğrencilerinin yarısını
kaybetti.
Kızlarını okula göndermeyen köylerde ev ev gezip kız
çocuklarını okula göndermeye razı edip kız öğrenci sayısını birkaçtan 20
küsurlara çıkardı…
Malatya’da derste “Evrim Teorisi” anlattığı için şikayet
edildi, soruşturmaya uğradı.
“Atatürk devrimlerinden başka devrim tanımam” dese de
1970’lerde TÖB-DER’de sosyalist arkadaşları ile birlikte saf tuttu. Birkaç
öğretmen arkadaşı ile inşa ettikleri bitişik nizam bahçeli evlerinin
duvarlarına “H… Mahallesi Komünistlere Mezar Olacak” diye yazan, o dönem
Malatya’da Maraş benzeri bir katliam provası yapan faşist çetelerdi. İki sokak
üstte bir başka öğretmen arkadaşı faşistler tarafından sokak ortasında
katledildi.
Zeki Hoca o yıllarda sağlık sorunları nedeniyle emekliye
ayrıldı. Ama ondan sonra da hocalıktan tam kopmadı ve köylerde eğitim
imkânlarının tükenmesi üzerine kentte kalacak yer arayan yakınlarının eğitimini
sürdürebilmesi için evini açtı.
Bugüne dair görüşlerini sorduğumuzda “Her şeyi berbat
ettiler” diyor ve fazla konuşmak istemiyor.
***
Kaç kişi kaldı Enstitülü?
Bizim köyde benden başka kalmadı. Civar köylerde Mihail’de
vardı bir arkadaş, o da hastaymış, İzmir’de yatıyormuş. Bizim emsallerden kimse
kalmadı.
***
Söyleşi bittikten 15 dakika sonra telefon çaldı.
– Ali, “Bir öğretmen, İsmail Hakkı Tonguç’un, Hasan Ali
Yücel’in imzasıyla ‘kız öğrenciler erkek öğrencilerle aynı yatakhanelerde
kalacak’ diye kâğıt dolaştırmış” demiştim ya, onu yazma, bakarsın soruşturma
açarlar sana.
– Tamam baba. (Ali Ergin Demirhan - SENDİKA.ORG)