“Hiçbir kimseye devlete el kaldırtmayacaksınız. Devlete laf söyletmeyeceksiniz. Devlete yan baktırmayacaksınız. Devlete isyan eden hai...
“Hiçbir kimseye devlete el kaldırtmayacaksınız. Devlete laf
söyletmeyeceksiniz. Devlete yan baktırmayacaksınız. Devlete isyan eden hainleri
topyekün imha edeceksiniz...”
Bu sözler birkaç gün önce Kayseri Polis Meslek Eğitim
Merkezinin mezuniyet töreninde konuşan Okul Müdürünün, göreve başlayacak 622
yeni polise verdiği nasihatler arasında yer alıyor. Türkiye’de politik sistem
ve devlet örgütlenmesinin “burjuvazinin tek adam cumhuriyeti” temelinde hızla
yeniden şekillendirildiği günlerden geçiyoruz. İlk bakışta devletin
polislerinin eğitimini yapan bir okulun müdürünün, böyle bir zamanda “devletin
dokunulmazlığından” bahsetmesi çelişkili gelebilir okuyanlara. Ama üzerinde biraz
daha dikkatle düşünüldüğünde, değiştirilen yönetim sisteminin öncekinden
devraldığı ve daha da güçlendirerek devam ettireceği temel felsefesinin ne
olduğunun anlaşılması açısından oldukça açık ve net ifadeler içeriyor.
Başkan Erdoğan ve diğer kapitalist ortaklarının özellikle 24
Haziran seçim kampanyası döneminde ve sonrasında söyledikleri ve yaptıkları,
bir polis müdürünün aklından, ağzından ancak bu kadar çarpıcı bir şekilde
dökülebilir.
Türkiye bir süredir, genel olarak işbirlikçi tekelci
sermayenin ihtiyaçları, özel olarak da Erdoğan’ın “aile şirketinin” de içinde
yer aldığı kliğinin çıkarları temelinde yeni bir politik rejime geçiliyor.
Devletin eskisinden daha baskıcı, gerici, şoven ve saldırgan olduğu bir burjuva
tek adam cumhuriyeti kurumsallaşıyor. Bu yönetim anlayışı ve devlet düzenini
sorgulamak, eleştirmek, itiraz etmek, polis müdürünün deyimleriyle “el
kaldırmak, laf söylemek, yan bakmak vs...”nin karşılığı ise “topyekün imha.”
Bugünlerde OHAL’i görünürde kaldırırken, gerçekte ise bütün olağanüstülükleri
başta Terörle Mücadele Yasası olmak üzere, ilgili yasalarda uygun
değişikliklerle olağan-kalıcı hale getiren düzenlemeler de bunun bir parçası
durumunda.
Oysa Başkan Erdoğan ve kapitalist ortakları yeni politik
sistemin ne kadar yerli-milli olduğunu ve adeta bir “demokratik devrim”
yaptıklarını ne çok anlatıp durmuşlardı her yerde.
YENİ KABİNENİN ALAMETİFARİKASI
Türkiye’de devlet, toplumsal iktisattan elde edilen sömürü
ve rant gelirlerinin, vergi ve tasarrufların önemli bir bölümünü elinde
bulundurur. Hazine ve bankalar başta olmak üzere devlet bünyesindeki birçok
kurum egemen burjuva siyasi kliğin ya da kliklerin büyümesi ve güçlenmesi
açısından önemli roller oynar. Bunun için de politik sistemin nasıl
şekillendiği ve şekilleneceği, egemen sınıflar cephesinde de dönem dönem öne
çıkan bir tartışma konusu olagelmiştir. Bu durum önümüzdeki dönem de devam
edecektir.
Başkan Erdoğan’ın görünürde vatan-millet için gerçekte ise
yerli-yabancı sermayenin, kendisinin, kapitalist ortaklarının ve her biri birer
anonim şirkete dönüşmüş olan tarikatların iktidarını, gücünü koruyup kollayıp,
büyütüp devamını sağlamak için ettiği yeminin ardından en çok merak edilen konu
“tek adam kabinesinde” kimlere yer vereceğiydi.
Uluslararası sermaye çevreleriyle farklı düzey ve biçimlerde
bağları olan sermaye grupları arasındaki çelişkiler ve çatışmaların seyriyle,
Erdoğan’ın tutumu açısından kabinenin ekonomi ayağı önemli görülüyordu.
Özellikle bir dönem önce ekonomiden sorumlu başbakan
yardımcısı olan Mehmet Şimşek’in kabinede yer alıp almaması bu açıdan bir
barometre olarak kabul ediliyordu. Erdoğan, Şimşek’e kabinede yer vermedi ve
para-rant musluklarının başına damadı Berat Albayrak’ı getirdi. Bu tutumuyla
önümüzdeki dönemde yerli ve yabancı sermayenin çıkarlarına hizmet ederken,
“Erdoğan Ailesi AŞ”nin ve kendisiyle birlikte hareket eden sermaye gruplarının
çıkarlarını öncelemeye devam edeceği mesajını verdi.
Yeni kabine, Erdoğan’ın “siyasette kalfalık dönemim” dediği
zamandan bu yana sık sık vurguladığı “tüccar siyaseti” anlayışıyla, “ülkenin
bir şirket gibi yönetilmesi gerektiği” şeklindeki anlayışının, burjuvazinin tek
adam cumhuriyeti çatısı altında birleştirilmesinin bir ifadesi olarak göreve
başladı.
Başkan Erdoğan’ın sürekli kendisini ve arkasında duran sermaye
güçlerinin çıkarlarını önceleyen tutumundan rahatsız olan sermaye çevreleri de
dahil neredeyse sermaye güçlerinin tamamı (TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB vb.) yeni
kabineyi, “Bizim için kimlerden oluştuğu değil, ne yapacağı önemli” tadında
açıklamalarla karşıladı. Bu açıklamalar, Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Ülker,
Boyner, Doğuş, Doğan gibi sermaye gruplarının bir dönemdir artarak devam eden
tedirginlikleri ortadan kalkmasa da, ülke ekonomisinin kötü gidişatı
karşısında, sistemin devamı açısından yakın gelecek için “burjuvazinin tek adam
cumhuriyeti”nin dışında bir seçeneğin olmadığı üzerine genel bir mutabakatın
varlığına da işaret ediyor. Mevcut iç ve dış koşullarda, sömürü ve yağma
düzeninin ancak böyle bir baskıcı burjuva politik sistemle sürdürülebileceği konusunda
bir mutabakat. Bu durum akıllara, 12 Eylül faşist cuntasına ilişkin, “Eğer 12
Eylül darbesi olmasaydı 24 Ocak kararları uygulanamazdı” değerlendirmelerini
getiriyor.
Elbette bu tabloya, başta Suriye olmak üzere Ortadoğu, Kuzey
Afrika, Güney Asya ve Akdeniz üzerinde devam eden çatışmaların ve bölgesel bir
savaş da dahil, bu bölgelerin yeniden paylaşımına ilişkin bir nüfuz ve
egemenlik kavgasının artan gerilimlerini de eklemek gerekir.
BEKLENTİ, UMUTSUZLUK VE MÜCADELE
Egemen sınıflar cephesindeki bu durumun önümüzdeki dönemde
nasıl seyredeceğini hep birlikte yaşayarak göreceğiz. Ancak kesin olan bir şey
var ki, sermaye güçlerinin, iş birlikçi burjuvazinin kendi iç çelişki ve
çatışmalarından demokratik değişimler çıkmayacaktır. Bir süredir küçük
burjuvazinin çeşitli kesimleri içerisinde ve aydınlar arasında bu yöndeki
beklenti ve eğilimlerin arttığını söylemek abartı olmayacaktır. Ancak bunun
sonu hüsrandır.
Bugün bir yanda Erdoğan’ı ülkenin içinden geçtiği zor
durumdan sorumlu tutsa da hâlâ durumu değiştirecek tek lider olarak gören, ya
da memleketi güçlendirdiği için dışarıda ve içeride onu yıkmak isteyenler
olduğunu söyleyip destekleyen, onun liderliğinde gelecek için umut besleyen
milyonlarca işçi ve emekçi var.
Bir yanda ise Erdoğan’a tepki duyan ama çeşitli nedenlerle
onun iktidarda kalmaya devam edeceğini, artık memleketin düzelmeyeceğini
düşünen, onu destekleyen işçi, emekçi halk kitlelerini küçük gören, hatta
kendisinin de halkın bir parçası olduğu gerçeğini unutup “Bu halk adam olmaz”
diyen milyonlarca işçi ve emekçi var.
İlk grupta yer alanlar önümüzdeki dönem Erdoğan’ın başkanlığında
burjuvazinin tek adam cumhuriyetinin icraatları karşısında adım adım hayal
kırıklıkları yaşayacaklar. İkinci grupta yer alanlar ise umutsuzlukları
büyüdükçe, kötünün iyisi olan her türlü burjuva alternatife her geçen gün daha
açık hale gelecek. Ve sonuçta her iki grupta yer alan milyonlarca işçi ve
emekçinin yaşadıkları sorunlar karşısında hissettiklerinin ortak noktası
“Denizin derinliklerine sürüklendikçe yılana sarılma” eğiliminin artması
şeklinde dışa vuracak.
Oysa memleketin ihtiyacı gerçekleri görmekten, haklar ve
talepler için mücadeleyi büyütmekten geçiyor. Bu olmadığı sürece beklentilerin
ve umutsuzluğun esiri olmaktan kurtulmak maalesef mümkün değil. (İSKENDER
BAYHAN – EVRENSEL)
Hiç yorum yok