Koşullar ne kadar zorlaşırsa zorlaşsın, beş yıldan önce
seçime gidilmesi (neredeyse) sadece Erdoğan’ın elinde. Kendisini seçime
zorlayacak koşulların da büyük ölçüde, kaybetmesine yol açacağı düşünülürse
neden seçime gitsin?
Tayyip Erdoğan, başkanlık koltuğunu daha ısıtamamışken nasıl
gideceği/gönderileceği konuşulmaya başladı bile. Muharrem İnce adaylığını
şimdiden açıkladı, ona göre seçim beş yıla kalmadan yapılacakmış. Erdoğan
karşıtlarının akilleri de bu iktidarın karşılaşacağı ekonomik sorunlara fazla
dayanamayacağını, yurt dışından gelecek baskıları göğüsleyemeyeceğini ve
siyasal zayıflıklarını gideremeyeceğini şimdiden bize “kanıtladılar”. Kısacası
onlara göre, Erdoğan yakın vadede gidici!
Erdoğan’ın gidebilmesi için seçim gerekli (üstelik
kaybedeceği bir seçim). Bir hatırlatma yapmak yerinde olacak; yeni sistemde
erken seçim kararını ya cumhurbaşkanı ya da beşte üç çoğunlukla (yani 360
vekil) Meclis alabiliyor. Erken seçim için muhalefetin 360’ı bulması, 290
AKP’linin ve 49 MHP’linin olduğu mecliste çok “mümkün” görünmüyor.
Pekiyi, Erdoğan’ın Meclis’i erken seçime götürmesi olası mı?
Bunun için MHP ile arasının bozulması, kendi grubunda bir takım arızaların
çıkması ve OHAL’in de olmadığı koşullarda Meclis’ten yasa çıkaramamasının elini
kolunu “birazcık” bağlıyor olması lazım. Ancak bu koşullarda bile erken seçim
kararı aldığında sadece Meclis seçimi yapılamıyor, Meclis seçiminin
cumhurbaşkanlığı seçimi ile birlikte yapılması zorunlu (yeni anayasaya göre).
Yani Erdoğan, kendisini de seçime sokmak zorunda.
Anlaşılacağı üzere koşullar ne kadar zorlaşırsa zorlaşsın,
beş yıldan önce seçime gidilmesi (neredeyse) sadece Erdoğan’ın elinde.
Kendisini seçime zorlayacak koşulların da büyük ölçüde, kaybetmesine yol
açacağı düşünülürse neden seçime gitsin?
Üstelik ne yapıp edip kazandığı bu kadar seçimden sonra,
Erdoğan’dan seçim ile kurtulunamayacağının artık anlaşılmış olması da lazım. O
zaman Erdoğan’dan bu halk nasıl kurtulacak? Sorunun cevabı basit, Onu gitmeye
“ikna” ederek!
Açıktır ki önümüzdeki beş yıl içinde kriz çıkarmaya aday en
büyük aktör Erdoğan’ın kendisidir. Bunu kendi iktidar dönemi boyunca bol bol
kanıtladı. Kürt sorununda, Suriye ilişkilerinde, ekonomide, siyasal
rakipleriyle ilişkide, AB ile ilişkilerde, hep iniş çıkışlı hatta birbiriyle
tamamen zıt politikalar uyguladığına tanıklık ettik. Önümüzdeki dönem de benzer
geçecek. Tayyip Erdoğan krizin kendisidir ve politik omurgasızlık krizleri
(anlık olarak ötelese de) çözmeye değil, krizleri büyütmeyi garanti altına
alır.
Bununla birlikte dünyadaki (ve özellikle de bölgemizdeki)
ekonomik ve siyasi gelişmelerin doğrusal bir çizgide (olumlu) ilerlemeyeceği
tam tersine değişken ve kriz üreten bir tarzın hakim olacağı kehanet değildir.
Trump gibi, Putin gibi ya da Erdoğan gibi tek kişilik erk sahibi şahsiyetlerin
ellerindeki olanakları neredeyse hiçbir denetim, kontrol mekanizmaları olmadan
kullanma haklarına sahip olması zaten yeterince “riskli” siyasal süreçlerin
gerçekleşeceğinin kanıtıdır. Üstelik kendi iktidarlarını korumak için her türlü
“icraatı” göze alabilecek normal olmayan kişilik yapıları göz önüne alınırsa,
bu “riskli” siyasal ataklar daha da öngörülemez olacaktır.
Diğer yandan kapitalist sistemin yeni bir ekonomi politiği
mevcut değil. Neoliberal modelin yerine bir alternatif geliştirilebilmiş değil.
Şu an ki tek yönelim, neoliberalizmin, azgın liderler eliyle uygulamada eksik
kalmış boşluklarının doldurulması. Şu ana kadar krizi büyüten bu modelin
zorlanması, krizi çözmek bir yana çok daha büyük krizlerle sonuçlanacaktır. Bu
sonuçlar, gücün tek elde toplanması ve baskının arttırılmasıyla engellenebilir
mi? Elbette hayır, belki sadece kaçınılmaz son ötelenebilir. Kapitalist sistem
kendi sonuna ilerliyor!
Bunlarla birlikte, emperyalist sistemin kriz oluşturan ve
krizleri büyüten bir başka baş belası ise bölgesel çelişki yumaklarıdır.
Kuşkusuz bunların başında Ortadoğu geliyor. Emperyalist güçlerin, sıcak savaşın
sınırında dolaşarak çıkar mücadelesi yaptıkları bu bölge, yerel güçlerin
siyasal güç mücadeleleri ile birleşince/karışınca ortaya tam bir kaos çıkmakta.
Bölgeye Suriye, Irak ve İran sınırlarıyla komşu olan Türkiye’nin bölge
krizinden etkilenmemesi bir yana Erdoğan tarzıyla doğrudan krizin bir parçası
olduğunu yaşadık. Bundan sonra da bu pozisyon, yani çözümün değil sorunun bir
parçası olma “girişkenliği” devam edecek.
Bu tür gelişmeler, ülkemizin kırılgan ekonomik yapısına ve
kutuplaştırılmış siyasal konumlanışlara etkisi önceden hesap edilemeyecek olsa
da büyük altüst oluşların yaşanması rahatlıkla öngörülebilir. Altüst oluşu
tetikleyecek en önemli faktörün ekonomik alanda gelişeceği pekala söylenebilir.
Sermayenin uluslararası istikrarsız/spekülatif hareketlenmeleri bir yana
ülkenin ekonomik istikrarı iç dinamiklerin düzenlenmesiyle bile sürdürülebilir
gözükmemektedir. İlk ciddi ekonomik krizin sonuçları şirket iflasları,
ödenemeyen kurumsal ve bireysel krediler ve elbette kitlesel işten çıkarmalar
olacaktır. AKP’nin bu konuda pazarlayabileceği bir “umut” bile kalmamıştır.
Bu durumu hem besleyecek hem de bu durumdan beslenecek
siyasal konumlanışlar da eklendiğinde ekonomik krizin hızla bir siyasal krize
dönüşmesi kaçınılmaz olacaktır. Ayrıca tek kişilik modelin siyasal krize
dönüşebilecek bir kıvılcım yaratması için ekonomik bir krize ihtiyaç
duymayacağı da açıktır. Yaşam tarzına müdahalelerden, çocuk istismarına, kadına
şiddet uygulamalarından doktorlara şiddete, altın madenine tepkiden fındık
fiyatının belirlenmesine hatta maçlardaki hakem hataları bile “ufak bir
kıvılcımla” büyük kitlesel tepkilere çok rahatlıkla dönüşebilir durumda
olacaktır.
Ayrıca dünyadaki en özgül sorunlardan biri (hele hele
geldiği durum itibariyle) bu ülkenin hem sınırları içinde hem de sınırları
dışında yaşanıyor; Kürt sorunu. Erdoğan’ın bu sorunu herhangi bir şekilde
“olumlu”ya ilerletebilme argümanlarını tamamıyla tükettiğine hep birlikte
tanıklık ettik. Savaştan, asimilasyondan ve kayyumdan başka Kürt halkına
sunabileceği bir şeyi kalmadı. Kürt siyasi hareketi ise politik önceliklerinin
tamamını Ortadoğu’ya (büyük ölçüde Suriye’ye) ve buradaki bölgedışı ve bölgesel
güçlerle geliştireceği ilişkilere yöneltmiş görünüyor.
Erdoğan’ın Ortadoğu’da uygulamaya çalışacağı her türlü
planın içinde mutlaka Kürt siyaseti (şöyle ya da böyle) olacaktır ve elbette bu
siyasetin Türkiye ayağı da olacaktır. Aynı durum Kürt siyasi hareketi için de
geçerlidir. Kısacası, (bugün için) Türkiye sınırları içinde (her iki taraf
açısından da) izlenecek Kürt politikası Ortadoğu eksenli kurulmaktadır. Ülke
içindeki siyasi aktörler için yaratacağı sonuç ise siyaseti sadece sonuçları
üzerinden yapabilir olmaktır.
Bu faktörler gerçekleştiğinde açıktır ki düzen içi siyasal
aktörler bunları arkalamaya çalışacak ve Erdoğan’ı seçime zorlamaya
çalışacaktır. Bunun yaratacağı sonuç, tüm sorunları içerecek bir siyasal
krizdir. Kitle gösterilerinin arttığı, bunun karşılığında zor aygıtlarının
devreye sokulduğu, her iki yönlü provokatif girişimlerin örgütlendiği bir
kaotik ortama sürüklenilmesi ciddi bir olasılıktır. Ülke tarihinde anlık
patlama gibi yaşanan bir dizi eylem hatırlanabilir.[1] Sosyalistlerin zayıflığı
ve çok parçalılığı düşünüldüğünde böylesi bir atmosferde etkin olabilmeleri
(bugünkü pozisyonları itibariyle) mümkün olamayacağı gibi düzen içi siyasal aktörlerin
kapışmalarında “üzerinden plan” yapılan kategoride değerlendirilmeye
çalışılacaklardır.
Tüm bu öngörülebilir süreç değiştirilebilir ve sürece
müdahale edilebilir mi? Elbette evet.[2]
(URAL KÖROĞLU – SENDİKA.ORG)
Dipnotlar:
[1] 2001’de Ankara’da 70 bin kişinin katıldığı esnaf
mitinginde, esnaf temsilcileri konuşturulmadı. TBMM’ye yürümek isteyen esnafı
polis havaya ateş ederek durdurdu. Yedi saat süren olaylar sırasında üç
gazeteci ağır, 100 esnaf ve 50 polis yaralandı. 100 eylemci de gözaltına
alındı.
[2] Artık bundan sonra yanıtlanması ve yazılması gereken ise
“Erdoğan gidecek de kim ve nasıl gönderecek?” olmalı.