Mesele bu zengin muhalefet potansiyelinin ve direngen toplumsal kesimlerin, sol bir program kapsamında ortak hareketinin sağlanması ve kendi içinde dayanışmayı güçlendiren, egemenler karşısında ise direnişi büyüterek genişletecek bir örgütlenme ağının oluşturulmasıdır…


DİRENİŞ KAZANACAK

Erdoğan diktatörlüğünü kurumsallaştırıyor. Yaşadığımız, egemen sınıfların da onayladığı, belli ki öncesinden çalışılarak uzlaşılmış ve yapılandırılmış bir tek adam rejimini kurumsallaştırma sürecidir.

Tek adam rejimi kararnamelerle inşa edilmektedir. Erdoğan’ın yemin töreninden bugüne 12 kararname çıkarıldı. Böylece neoliberal sömürgeciliğin krizi, yürütme gücü tek elde toplanarak aşılmaya çalışılmakta, devlet aygıtı ve kamusal/sosyal tüm kurumlar buna uygun bir biçimde dizayn edilmektedir. Bunun için yürütme üzerindeki tüm denetim kaldırılarak, parlamento etkisizleştirilmiştir. MİT’ten MGK Genel Sekreterliği’ne birçok kurum Erdoğan’a bağlandı. Temsili de olsa, seçilerek gelen bakanların yerini atanmışlar aldı. Erdoğan artık bakanları istediği zaman atayıp istediği zaman görevden alabilecek. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı kabinesinin, Bakanlar Kurulu’nda olduğu gibi toplanma ve karar alma yetkisi de yok.

Erdoğan kabinesi, çarpık Türkiye kapitalizminin en asalak ve en gerici kesimini temsil etmektedir. Enerji Bakanı’ndan Ulaştırma Bakanı’na, Çevre ve Şehircilik Bakanı’ndan Kültür ve Turizm Bakanı’na kadar hepsi, Cengiz-Kolin-Limak gibi Cumhuriyet tarihinin en yüklü ihalelerine “el koyan” vurguncu, talancı sermaye grupları ile 20 yıl boyunca birlikte yükselmişlerdir. Kabinenin turizm şirketi sahibi bir Turizm Bakanı, özel okullar sahibi bir Milli Eğitim Bakanı, özel hastaneleri olan Sağlık Bakanı’ndan oluşturulması rastlantısal değildir. Bu şahsiyetler sermayenin genel çıkarlarını gözetmenin yanında kendi gruplarının çıkarını, devlet olanaklarını kullanarak daha fazla gözeteceklerdir. Yani Medipol’ün şube sayısı 10 kat artarken Acıbadem’in 2 kat artacaktır. Bu da doğrudan, Erdoğan’ın hangi sermaye gruplarını tercih ettiğinin ve gelecekte hangilerine sırtını dayayacağının göstergesidir. İktidarı kalıcılaştırmanın sermaye ayağını bunlar oluşturacak.

Belli ki sermayenin birikim krizi emeğe, doğaya ve yaşamın tüm alanlarına yönelik saldırının süreklileştirilmesi ile aşılmaya çalışılacaktır. Örneğin Çevre ve Şehircilik Bakanı ilk hedefini gayrimenkul sektörünü canlandırmak olarak belirlemiştir. Ve hemen ardından Kanal İstanbul projesinin yap-işlet-devret yöntemiyle ihaleye çıkarılması torba yasaya eklenerek Meclis’ten geçirildi. Aslında yapılan düzenlemeler tam da TÜRKONFED (Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu) Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan’ın çağrısına uygundur: “Bürokraside hız, verimlilik, üretkenlik ve sonuç odaklı bir yapı!” Çözüm sermayenin “tekelleşmesi”nin garanti altına alınması için, iktidarın ‘tek’elde toplanması ve otoriterleşmedir. 

Tüm bunlarla birlikte, Erdoğan iktidarının giderek derinleşen siyasal, ekonomik ve toplumsal krizleri önleme ve toplumsal sorunlara çözüm üretme yeteneği yoktur. Çünkü kendisi, bizzat sorunun kaynağı olan neoliberal sömürgecilik modelinin 2002’den beri icracısıdır. Erdoğan siyasal İslam’ı milliyetçilikle tahkim edip baskı aygıtlarını yapılandırarak krizlerin olası sonuçlarına önlem almaya çalışmaktadır.

Yani hedeflenen, sermayenin talan ve yağma politikalarının önündeki bütün engellerin kaldırılması, doğaya ve emeğe yönelik saldırıların arttırılması ve örgütlü kesimleri sindirerek toplumun örgütsüzleştirilmesidir. Bu yüzden OHAL kaldırılmak bir yana şartları ağırlaştırılarak kalıcı hale getirilmekte, baskı/şiddet aygıtı yeniden örgütlenmekte; sendikalar, meslek örgütleri ve demokratik kitle örgütleri kontrol altına alınarak hareketsiz kılınmaya çalışılmaktadır.

Örneğin kararnamelerle Devlet Denetleme Kurulu’na (DDK) sendika, meslek örgütü ve kamuya yararlı dernek ve vakıf yöneticilerini görevden alabilme ya da “görevde kalmasında sakınca” görürse uzaklaştırma tedbiri uygulayabilme yetkisi verilmiştir. Ayrıca bu düzenleme ile birlikte artık kurumlar siyasi gerekçe ile değil, kırtasiye işlemlerini iyi yapmadıkları için kapatılacak. Erdoğan’ın isteği ile mutlaka birtakım açıklar bulunacak ya da icat edilecek. Bu kurumlar ekstra kırtasiye işleri ile uğraşmak zorunda bırakılacak. Asıl ilginç olan ise DDK’nin görevleri sayıldıktan sonra son maddede “Cumhurbaşkanının vereceği diğer işleri yapmak” yazıyor. Yani her türden emir hayata geçirilecek!

Bu kurumlar başlarına örülecek olan “keyfi gerekçelerle kapatılma” çorabının en acil bir biçimde farkına varmalı ve değişikliği mutlaka durdurmalıdır. Açıktır ki Erdoğan sadece kendi “canını sıkanları” değil, yeni sisteme uygun olmayan her kurumun varlığını yeniden yapılandırılmış DDK ile ortadan kaldıracaktır.

CHP’den İyi Parti’ye kadar egemen siyasal aktörlerin bütünü ise yeni duruma uygun pozisyon almaya çalışacaklardır. Örneğin tüm iç gerilimlerine rağmen İyi Parti merkez sağda oluşan boşluğu görüp konumlanmaya çalışmaktadır. Eski rejimin kurucu partisi CHP ise hiçbir şey değişmemiş gibi davranmaya devam etmektedir. Kılıçdaroğlu’nun, 15 Temmuz’u bir yandan “kontrollü darbe” bir yandan da “destan” olarak nitelemesi kendisi açısından ikilem değildir. CHP merkezi Erdoğan’ın çizdiği eksende siyaset yapmaya devam ederek “karşı mahalleye” seslenmeye çalışmaktadır.

Temsili demokratik mekanizmaların dahi ortadan kaldırıldığı, Meclis’in neredeyse bütün yetkilerinin alınarak işlevsizleştirildiği günlerde yapılan parlamenter mücadeleyi güçlendirme çağrısı ise en hafif deyimiyle mezarlıktan geçerken ıslık çalmaktır. Çorlu tren kazasını “siyasi kavga konusu haline getirmeme” sözü ya da ülke tarihinin gördüğü en büyük işçi katliamının karar duruşmasına değil de, aynı gün tek adam rejiminin başlangıç törenine katılma ve “oturarak protesto etme” tercihi düzen siyasetinin sınırlarını açık bir biçimde göstermektedir. Ve açık ki CHP merkezinin bu konumu Kılıçdaroğlu’nun yerine İnce’nin geçmesi ile değişmeyecektir.

HDP ise seçim öncesi pozisyonunun aksine atıllık içerisindedir. Seçim sonuçlarının belli olmasından ve Erdoğan’ın hangi konulara “önem vereceği”nin anlaşılmasının üzerinden üç haftaya yakın bir süre geçmesine rağmen HDP’nin nasıl bir siyaset ve pratik oluşturacağı netleşmiş değil. Bu yavaşlığın politika üretim zaafından mı Ortadoğu’daki gelişmelerin neler olacağının beklentisinden mi kaynaklandığı, yoksa Erdoğan’ın Kürt siyasetinde yeni bir hamle yapıp yapmayacağını görme ihtiyacından mı olduğu henüz belli değil. Ancak sürenin aleyhe işlediği aşikar.

Böylesi bir dönemde yapılması gerekeni ise, madenci aileleri ısrar ve inatla örgütlemişlerdir. 3 yıldır süren Soma davası boyunca ailelerin gözleri önünde yaşananlar, “ezen ve ezilen” ilişkisini tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarmıştır. Bir yıldır savcının cebinde taşıdığı mütalaayı açıklamamasından tutun da avukatların tehdit edilmesine hatta tutuklanmasına, uydurma bir sabotaj iddiası ile suçun örtbas edilmesinden hiçbir kamu görevlisinin yargılanmamasına hatta asıl patronun beraat etmesine kadar yaşanan her türlü hukuksuzluk, ailelere adaletin adliye koridorlarında değil ancak sokakta kazanılabileceğini göstermiştir. “O saraylarda rahat oturamayacaksınız, adaleti bir gün siz de arayacaksınız” çığlığı ve sonuna kadar hesap sorma iradesi bunun en somut göstergesidir. Ayrıca mücadelenin asli unsurları beş gün boyunca ortak acı ve ortak öfkeden nasıl ortak/birleşik bir mücadele zemini yaratılabileceğini de işaret etmişlerdir. 

Faşizme karşı mücadelede açısından değerlendirilmesi gereken potansiyel/iki temel toplumsal durum…

Birincisi, Gezi İsyanı’ndan itibaren Erdoğan’ı engelleyebileceğini düşündüğü tüm momentlerde sürece müdahil olan ve sürükleyici gücünü beyaz yakalı olarak tabir edilen “eğitimli işçi sınıfı”nın oluşturduğu toplumsal kesimin varlığıdır. Ülkenin eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi sol ilke ve değerler ekseninde yeniden kurulmasını talep eden bu dinamik toplumsal kesim, 24 Haziran seçimlerinde de (ağırlığı Meclis’te HDP, başkanlıkta İnce’ye) sandık ekseninde seferber olmuştur. Türkiye solu, kent doğa hareketlerinden kadın hareketine kadar birçok mücadele ekseninde bu topluluğun değişik katmanlarıyla temas halinde olsa da, bu dinamizmi bütünlüklü/alternatif bir program oluşturarak iktidar talepli bir örgütlenmeye dönüştürememektedir.  

İkincisi ise devlet aygıtının tüm şiddetine rağmen, inişli çıkışlı da olsa devam eden toplumsal hareketliliktir. 24 Haziran seçimlerinden bugüne kadar geçen bir ay içerisinde bile, iş bırakma eylemlerinden çeşitli protestolara kadar irili ufaklı birçok hareket gerçekleşmiştir. Çocuk istismarına karşı gelişen kadın mücadelelerinden adalet için nöbet tutan avukatlara, örgütlenme hakları için iki aydır direnen Flormar işçilerinden çalışma koşullarının iyileştirilmesi için iş bırakan şehir hastanesi işçilerine ve madenci ailelerinden tabii ki tüm baskı ve karalamalara rağmen yaratıcı direnişleriyle muhalefetin moral kaynağı olan ODTÜ’lülere kadar toplumun değişik kesimleri zaten mevcut politikalara karşı hareket halindedir.

Mesele bu zengin muhalefet potansiyelinin ve direngen toplumsal kesimlerin, sol bir program kapsamında ortak hareketinin sağlanması ve kendi içinde dayanışmayı güçlendiren, egemenler karşısında ise direnişi büyüterek genişletecek bir örgütlenme ağının oluşturulmasıdır. Sosyalist hareketler tek başlarına hareket etmenin yanında, asıl olarak bu prensipleri temel alan gelişmeleri desteklemeli, her türden direnişi ortak güçlerini harekete geçirerek büyütmeye çalışmalı ve bağımsız bir sol hareketin oluşturulmasını öncelemelidir. Türkiye sosyalist hareketi bu temel üzerinden kendi sınırlarını/kısıtlarını aşarak tek adam iktidarı karşısında direnişçi bir “sol merkez” oluşturabilir.

Devrimciler, toplumun geniş kesimleri açısından düzen içi seçeneklerin tükendiği böylesi bir dönemde tüm birikimlerini tek bir hedef doğrultusunda seferber ederek Erdoğan iktidarını sarsacak kesintisiz bir direniş ve yenilenme hareketi olarak kendilerini örgütleyeceklerdir. Elbette faşizme karşı direniş, kendi dışındaki güçlerden medet umularak örgütlenemez. Sürecin başarıya ulaşmasını garanti altına alacak olan devrimci irade, devrimci örgüt ve devrimci eylemdir. (SENDİKA.ORG)
Daha yeni Daha eski