24 Haziran seçimlerinin ardından artık Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen tek adam rejimine veya Saray rejimine geçiliyor. Mevcu...
24 Haziran seçimlerinin ardından artık Cumhurbaşkanlığı
Hükümet Sistemi denilen tek adam rejimine veya Saray rejimine geçiliyor. Mevcut
yönetim sistemi buna göre yeniden şekilleniyor, mevcut hükümetin yetki
kararnameleri ile sistemin alt yapısı hazırlanıyor. Önce 16 bakanlık, 9 kurul,
4 ofis kurulması, ardından da atamaların yapılması öngörülüyor. Bütün bu
hazırlıkların 9 Temmuz’a kadar sonuçlandırılması gerekiyor, çünkü yeni sistem o
tarihte başlıyor. Bu yeni sistemde bürokrasideki kademeler azaltılacak ve yeni
görevlendirmeyi tek adam konumundaki Erdoğan’ın kendisi bizzat yapacaktır.
Sadece atamalar mı? Ekonomik ve sosyal politikaların
oluşturulmasından sorumlu yeni kurullar, yürütmeden sorumlu bakanlıklar ve
bakanlıkları ilgilendiren konularda faaliyet yürütecek olan ofisler de tek
adamın kontrolünde olacak. Tek adam ayrıca sözü edilen bu kurumsal yapıların
koordinasyonundan da sorumlu olacak. Diyeceksiniz ki, seçimler öncesinde de
zaten tek adamlık sistemi vardı ve uygulanıyordu. Haklısınız, fiilen durum öyle
idi. Burada yeni olan, fiili durumun hukukilik kazanmasıdır. Artık yeni Anayasal
düzenleme ile bütçe dâhil tüm ekonomik ve sosyal politikaların oluşturulması,
uygulanması, izlenmesi ve denetlenmesi tek adamın uhdesindedir.
Dayanakları nedir?
Geliniz bu tespitlerimizin Anayasal dayanaklarını görelim ve
bu dayanakları tartışmaya açalım. 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 8. maddesinde sıralanan çok sayıdaki
fıkralardan birisiyle, sayıları on binleri bulabilecek kamu çalışanının
atanmalarına ilişkin usul ve esasların Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle
düzenlenmesi hükme bağlanıyor. Madde metninde üst kademe kamu yöneticisi
denilmekte ancak uygulamada bu tanımın kapsamı geçmiş idare tarzı örnekleri
gösteriyor ki giderek genişleyecek. Yani bu çalışanların(bürokratların)
geleceği tek adam konumundaki Cumhurbaşkanının iki dudağı arasında olacak.
Kanunun 15. maddesiyle bütçeyle ilgili düzenleme yapılıyor.
Bu düzenlemeyle bütçe hazırlama ve sunma yetkisi Cumhurbaşkanına veriliyor.
Bütçenin Genel Kurulda görüşülmesi ve onaylanması sürecinde tuhaflıklar var.
Burada kim savunacak bu bütçeyi belli değil. Bu konu düzenlenmemiş.
Düşünsenize! Bütçeyi birisine hazırlatıyorsunuz, Cumhurbaşkanına sorumluluk
veriyorsunuz, Cumhurbaşkanı o bütçeyi Meclise sunuyor fakat milletvekillerinin
muhatabı Cumhurbaşkanı değil. Acaba Meclisin karşısındaki muhataplar, Sarayın
bürokratları mı olacak? O zaman da siyasi sorumluluk taşımayan kişiler Meclise
muhatap kılınmış olacak. Bir diğer soru, Cumhurbaşkanı bütçeyi nasıl izleyecek?
Padişahlar hani bazen halkla görüşmeleri perde arkasından izlermiş. Bunun gibi
bir şey mi olacak; Bütçe Meclis’te tartışılırken ‘Efendim hazırladığınız bütçe
şu an komisyonda görüşülüyor, buyurun perde arkasından izleyebilirsiniz’
denecek her halde. Bütçe hazırlama ve sunma yetkisinin Cumhurbaşkanına
verilmesi, beraberinde bugüne kadar çok ciddi bir şekilde zedelenmiş olan bütçe
hakkını kullanılamaz hale getirecektir.
Bütçe hakkının kazanılması mücadelesinde halk, önce vergi
hakkını sonra da harcama yapılmasına ilişkin yetkiyi elde etmiş, bütçenin
yıllık onanması sisteminin kabulüyle de bütçe hakkı bugünkü şekline
kavuşmuştur. Dolayısıyla bütçe hakkının gelişimi ilgili yazında üç aşamada
incelenmektedir: Vergi alma hakkı, harcama yapma hakkı ve yıllık bütçeyi onama
hakkı. Vergi alma hakkı, yöneticilerin saldıkları ağır vergilere karşı gelişen
tepkiler ve ardından ortaya çıkan isyanlar sonucunda elde edilen bir haktır.
Mutlak monarşilerin tüm engelleme çabalarına rağmen, halkın diretmesi sayesinde
bu hak ortaya çıkmıştır. Bu çetin mücadeleler sonucunda vergilerin parlamento
tarafından onama hakkı elde edilmiştir. İngiltere’de Avam Kamarası (Common
Council) adını taşıyan genel meclisin onayı olmaksızın vergi alınmaması 1215
tarihli Büyük Özgürlükler Sözleşmesi (Magna Carta) ile mümkün olmuştur. Batıda
bütçe hakkının ilk aşaması olan vergi alma hakkına ilişkin ilk yazılı belge bu
sözleşme olmuştur. Bu değişiklikle insanlığın uzun yıllar mücadele vererek
kazandığı bütçe hakkı Türkiye’de daha da geriye gidecektir. Yani Magna Carta
kazanımı büyük bir darbe yemiş olacaktır. Çünkü bu değişiklikle Meclis devre
dışı bırakılıyor. Meclis adeta işlevsiz hale getiriliyor. Yani Magna Carta’yla
birlikte Meclise verilmiş bu yetki, halkın temsilcilerinden alınıp tekrar tek
adama iade edilmiş oluyor. Bütçe hakkı toplumdan, Meclisten çıkıp tekrar güçlü
otoriteye geri dönmüş oluyor. Böylece bütçe hakkına ölümcül bir darbe indirilmiş
oluyor. Tabii böyle bir durumda, Meclis adına denetim yapmakla görevli
Sayıştay’ın bütçe denetimi de Meclis devre dışı kaldığı için anlamsızlaşmakta
ve geçersiz kalmaktadır. Bu düzenlemeyle Anayasa değişikliği öncesinde
oluşturulan Varlık Fonu’nun yarattığı paralel bütçe ve hazineyle birlikte
Cumhurbaşkanının iki tane bütçesi iki tane hazinesi olacak. Böyle bir şey
olabilir mi? Üstelik paralel! Paralel devletle, paralel örgütlerle mücadele
edilen bir dönemde, bütçesi paralel, hazinesi paralel, böyle enteresan yapı ile
karşı karşıya kalmış olacağız.
Kanun yürürlüğe girmezse ne olur?
Bütçe düzenlemesiyle ilgili bir diğer nokta, bütçe kanununun
süresinde yürürlüğe konulamaması halinde ne olacağı sorusudur. Düzenlemeye göre
bu durumda, geçici bütçe kanunu çıkarılıyor. Geçici bütçe kanununun
çıkarılamaması durumunda ise, yeni bütçe kanunu kabul edilinceye kadar bir
önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre artırılarak uygulanıyor.
Yani Cumhurbaşkanının hazırlayacağı bütçeye Meclis onay vermezse, reddetse dahi
Cumhurbaşkanı hiç bir sıkıntı yaşamayacak. Otomatikman bütçe ödenekleri yeniden
değerlendirme oranında artacak.
Yeniden değerlenme oranı yeni üretici fiyatları endeksi
(YÜFE) üzerinden hesaplanıyor. Bütçenin Meclise sunulduğu yılın Ekim ayından 12
ay geriye gidiliyor ve dönemin ortalama endeks değeri bulunuyor. Sonra bir
önceki yılın da aynı şekilde 12 ay geriye gidilerek ortalama endeks değeri
hesaplanıyor. Bu iki değerden gidilerek yıllık YÜFE yüzde artışı bulunuyor. Bu
orana yeniden değerlendirme oranı deniliyor. İşte, bütçe ödenekleri bu oran
kadar artırılarak yeni bütçe ödeneklerine ulaşılıyor. Bu oran nereden çıktı
derseniz, bizim mevcut sistemde de var. Bilindiği üzere, yılbaşında “maktu
vergiler ya da trafik cezaları, pasaport ücretleri, pul parası, çöp vergisi şu
kadar arttı’’ deniliyor. İşte o artışlar yeniden değerlendirme oranı kadar
oluyor. Şimdi bunu bütçenin bütün kalemlerine getiriyorlar.
Tek adamın belirleyici olduğu bu Yeni Rejim’in ekonomi ve
sosyal politikalara ilişkin unsurların nasıl şekillendirileceği ise, Kanunun 8.
maddesinde yer alan bir fıkrayla bütünüyle tek adam, Cumhurbaşkanının iradesine
bırakılıyor. Bu fıkrayla ‘sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler’ konusunda
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılması yetkisi veriliyor. Aklınıza sosyal ve
ekonomik haklara ilişkin hangi konular geliyorsa, Cumhurbaşkanı her bir konuda
rahatlıkla bir kararname çıkarabilecek. Hiç kuşkunuz olmasın bunların büyük bir
çoğunluğu emeğin kazanılmış haklarının tasfiyesine yönelik olacaktır. Akla ilk
gelenler, kamuda istihdamın esnekleştirilmesi çalışmalarının
sonuçlandırılmasıyla 657’ye tabi istihdamın tümüyle tasfiye edilmesi ve kıdem
tazminatı fonunun kurulması.
Bu düzenlemeler, kamu çalışanlarının iş güvencelerinin ve
tüm ekonomik ve sosyal hakların ‘’Türkiye Anonim Şirket(A.Ş) gibi
yönetilmelidir’’ diyen tek adamın iradesine tabi olacağını gösteriyor. Çünkü
hem Reis hem de partisi AKP ülkeyi, üzerindeki varlıklarıyla birlikte A.Ş
olarak görmekte, ülke vatandaşlarını da bu A.Ş’nin emekçileri gibi rejimine
uygun çalıştırmayı amaçlıyor. Yeni Kamu İşletmeciliği(YKİ) modeli artık siyasal
rejim alanına taşınmıştır. YKİ modeli; modelin ayrıntısı için “Başkanlık
Sisteminin Ekonomiye Etkisi” başlıklı çalışmamıza bakılabilir. Çalışma, Türkiye
Barolar Birliği’nin 336 nolu kitabında yer alıyor.
Devlet bir yandan kamu hizmeti üretimi alanında
küçültülürken öte yandan özel sektör gibi üretim yapmaya zorlanıyor. Bu model
ile devlet girişimcilik ruhuyla harekete geçen, piyasa ile uyumlu ve müşteri
odaklı kamu hizmeti üretiminin hem de kamu hizmeti üretiminde rol alan kamu
emekçilerinin piyasa ilişkileri içine çekilmesi yönündeki girişim ve
uygulamaları tüm hızıyla sürdürülmekte. Bir yandan kamu hizmetleri müşteri
konumuna getirilmiş yurttaşların satın alma güçleri ölçüsünde
yararlanabilecekleri (parayı veren düdüğü çalar özdeyişini çağrıştıran
“kullanan öder” ilkesi gereği ) bir piyasa malına dönüştürülürken diğer
taraftan kamu personel rejimi bu dönüşüme uygun ve uyumlu çalışır hale getirilmekte.
Bu Yeni Rejim’de ülke AŞ, tek adam CEO, ülke vatandaşlarını da bu A.Ş’nin
emekçileri konumundadır.
Muhalefet ne yapmalı?
Artık toplumsal muhalefet bu yeni konumlanmaya göre daha
sınıfsal bir zemine taşınmak zorundadır. Böylesi bir zeminde mücadele ise hiç
kuşkusuz eskisinden daha sert ve çetin olacaktır…
(AZİZ KONUKMAN – BİRGÜN)