“İlk akla gelenler mi, hemen yazalım. 3 Mayıs Türkçülük gününü anarak ırkçılığa, Necip Fazıl’ı anarak ise Cumhuriyet düşmanlığına selam çak...
“İlk akla gelenler mi, hemen yazalım. 3 Mayıs Türkçülük
gününü anarak ırkçılığa, Necip Fazıl’ı anarak ise Cumhuriyet düşmanlığına selam
çakan Meral Hanım’dan bir “Cumhuriyet kadını” çıkarılmasından tutun da, Sivas
Katliamı’na katliam diyemeyen Türkiye gericiliğinin ana gövdesi Milli Görüş’ün
bugünkü lideri Temel Bey’den yumruğu havada bir Che Guevara çıkarılmasına,
radikal demokratlarımızın TÜSİAD’la görüşmesine dair tek kelime etmeksizin işçi
sınıfı siyaseti yapmaktan bahsedilmesinden tutun da, “Merkez Bankası’nın
bağımsızlığı” ya da “borçların yapılandırılması” söylemiyle yerli ve küresel sermayenin
has temsilcisi olmaya soyunan İnce’den bir halk kahramanı yaratılmasına uzanan
geniş bir yelpazeden söz ediyoruz”
UMUT TACİRLİĞİ, MAHALLE BASKISI, FABRİKA AYARLARI
Bahçeli’nin geleneksel misyonunu yerine getirip erken seçim
çağrısı yaptığı güne kadar muhalif cenahtaki ortalama ruh hali yorgunluk ve
yılgınlıktan besleniyor, özellikle 16 Nisan Referandumu’nda yaşananlar
insanlara “artık beni kimse sandığa götüremez” dedirtiyordu. Seçim sürecinin
başlamasından ve İnce’nin adaylığının kesinleşmesinden pazar akşamı sonuçların
açıklanmasına kadar geçen sürede ise aynı toplam çoktan “bu sefer oldu bu iş,
kesin olarak gidiyorlar” havasına girmişti.
İktidarın kati surette değişmeyeceğine yönelik birkaç ay
önceki inanç ne kadar gerçek dışıysa, sadece kırk elli güne sığan bir seçim
kampanyası neticesinde gideceklerine yönelik inanç da o kadar gerçeklikten,
hakikatten uzaktı ve ifratla tefrit arasındaki bir gezinmeye, bir akıl
tutulmasına işaret ediyordu.
Acaba ne olmuştu da bu kısacık zaman diliminde bu işin
bittiği kanaatine varılmıştı? Misal, ekonomi mi çökmüştü, çok ciddi bir kriz mi
yaşanıyordu, emperyalizm hükümetin üstünü mü çizmişti, iktidar partisinde
çözülmeler ve bir bölünme mi yaşanıyordu, kitleler sokakta mıydı ya da tabandan
yükselen bir homurdanma mı vardı?
Hayır, bunların hiçbiri yoktu ama bir yalana inanmak tercih
edildi ve o kırk elli gün boyunca -fazlasıyla insani ve anlaşılır olduğundan
asla şüphe duymadığım bir şekilde- herkes kendini kandırdı, herkes kendine ve
karşısındakine yalan söyledi, herkes -ahmaklık demeye dilimin varmadığı ama
öyle olduğu artık su götürmez bir şekilde aşikâr olan- bir iyimserliğe kapıldı.
Bu duruma kendince müdahale etmeye, anlaşılır bir dille
durumu anlatmaya ve insanları uyarmaya çalışanlara ise inanılmaz bir “mahalle
baskısı”yla, en ağırından meczup, en hafifinden ise “umut kırıcı, bozguncu,
pesimist” muamelesi yapıldı.
Bunu ortalama bir muhalif, örgütsüz bir muhalif,
muhalifliğinin temel motivasyon kaynağı bu iktidarın gitmesinden ibaret olan
insanlar yapabilirdi ve bu gayet anlaşılabilirdi. Lakin ortada kendisine
sosyalist diyenlerin, örgütlü olanların, solculuğa dair azıcık mürekkep
yalayanların da parçası olduğu bir durum vardı. Onlar da çok açık bir şekilde
kendilerini ve kendileriyle birlikte seslendikleri insanları kandırıyorlardı.
Sanki siyaset, hele hele sol siyaset, böyle bir şeymiş,
sanki solculuk insanları bir yalana, olmayacak bir şeye inandırmakmış gibi,
bunu yapmayanlara “bırakın insanlar birkaç gün mutlu olsun, umut etsin,
bekçilik, komiserlik yapmayın” denilebildi.
Bakın yanlış anlaşılmasın, iddialı olmaktan, umudu
büyütmekten, pozitif bir dil tutturmaktan ve buradan yürümekten, inançlı
olmaktan bahsetmiyorum, bahsettiğim başka bir şey. Hakikatle hiçbir şekilde
bağını koparmaması gerekenlerin, yani solcuların, bu kırk elli gün içerisinde,
maalesef tam da bunu yapmasından, insanların hakikatle karşılaşacakları gün
yaşayacakları hayal kırıklığını ve bunun siyasi sonuçlarını, yani memlekete,
siyasete, kendilerine küseceklerini hiçbir şekilde hesaba katmaksızın içi boş
bir umudu insanlara pompalayabilmiş olmalarından bahsediyorum.
Sadece bu da değil, sırf bu umut tacirliği üzerinden ve
mahalle baskısı çekincesiyle solun en temel ilkelerine, solun abecesine sırt
dönüldü, bunlar yokmuş gibi davranıldı bu süreçte. Mesele basitçe matematiksel
hesapların, aritmetik öngörülerin ötesine geçti, akla hayale gelmeyecek
empatiler geliştirildi, olmayacak işlere susuldu, kahramanlar, kurtarıcılar
yaratıldı.
İlk akla gelenler mi, hemen yazalım. 3 Mayıs Türkçülük
gününü anarak ırkçılığa, Necip Fazıl’ı anarak ise Cumhuriyet düşmanlığına selam
çakan Meral Hanım’dan bir “Cumhuriyet kadını” çıkarılmasından tutun da, Sivas
Katliamı’na katliam diyemeyen Türkiye gericiliğinin ana gövdesi Milli Görüş’ün
bugünkü lideri Temel Bey’den yumruğu havada bir Che Guevara çıkarılmasına,
radikal demokratlarımızın TÜSİAD’la görüşmesine dair tek kelime etmeksizin işçi
sınıfı siyaseti yapmaktan bahsedilmesinden tutun da, “Merkez Bankası’nın
bağımsızlığı” ya da “borçların yapılandırılması” söylemiyle yerli ve küresel
sermayenin has temsilcisi olmaya soyunan İnce’den bir halk kahramanı
yaratılmasına uzanan geniş bir yelpazeden söz ediyoruz.
Velhasıl, “gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler”
beklentisi ortalama muhalif aklın ötesine geçip solun da aklına sirayet etti,
içi boş umut tacirliği solu sol olmaktan çıkardı, toplumun sağcılaş(tırıl)ması
sürecine karşı solun temel ilkelerinde ısrar etmek yerine işin kolayına kaçıldı
ve tüm bu tavizlere, tüm bu kendinden feragate rağmen sonuç maalesef bir kez
daha sağın kazanması, dincilikle milliyetçiliğin ittifakının, Türk-İslam
sentezinin iktidarının tescili oldu.
Kuşkusuz buradan bir çıkış var, kolay olmasa da var. Bunun
için ise sanıyorum ki her şeyden önce solun “fabrika ayarları”na geri dönmesi,
dünyaya sınıf gözlüğüyle bakması gerektiğini unutmaması, matematiksel
hesaplardan medet ummaması, asimetrik ittifaklara bel bağlamaması, başkalarının
kanatlarının altında büyüyemeyeceğini görmesi, ilkede ve programda ısrarlı
olması gerekiyor. Bunları bir hatırlayalım, gerisi bir şekilde kendiliğinden
gelecektir nasıl olsa. (FATİH YAŞLI – BİRGÜN)