Türkiye solu krizin faturasının halka ödetilmesine karşı somut bir mücadele programı oluşturarak ülke çapında bir direniş zemini kurabilir. Krizin etkisi alım gücünün düşmesinden işten çıkartmalara, eğitimden sağlığa, zamlardan ilaç ve gübre fiyatlarındaki artışa kadar tüm alanlarda açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır...
FATURAYI KRİZİ ÇIKARANLAR ÖDEYECEK
Papaz pazarlığı ile patlayan kriz ne sadece bir uluslararası ilişkiler krizi ne de salt ekonomik bir krizdir. Yaşanan 16 yıllık neoliberal sömürgecilik modelinin krizi ve iflasıdır. Ve tek adam iktidarının ilk iki ayından görülmektedir ki, kriz sadece tüm yetkilerin tek elde toplanmasıyla çözülememektedir.
Aslında Erdoğan krizi önceden görmüştü. 2019’da gerçekleştirilmesi beklenen seçimlerin neden 16 ay öne çekildiği artık daha açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Erdoğan kriz sürecini tüm yetkileri kendi elinde toplayarak ve başta ABD olmak üzere emperyalist merkezlerle kapalı kapılar ardında sürdüreceği pazarlıklarla yönetebileceğini düşünmüştür. Ancak neoliberal sömürgecilik sisteminin genel krizinden ve emperyalistler arası güç dengelerinden faydalanarak oluşturulan bu “manevra kabiliyeti”, görülmektedir ki “Brunson vakası”nda ve İdlip’te sınırlarına dayanmıştır.
Belli ki Erdoğan ev hapsiyle “Ver papazı, al papazı” pazarlığını en azından bir süre daha sürdürebileceğini düşündü. Ancak bu sefer papaz pilav yemedi! ABD önce bu kararın sorumlusu olarak Süleyman Soylu ve Abdülhamit Gül’ün ABD’deki mal varlıklarını dondurma kararı aldı. Ardından da demir-çelik ve alüminyum ithalatında gümrük vergilerinin iki katına çıkarıldığını açıkladı. Damat “40 yıllık karı koca eşler bile her konuda anlaşamıyorlar” derken ABD son noktayı koydu: “Bizim için ilerleme Brunson’un evine dönmesidir.”
Erdoğan ABD’yi, stratejik ortaklığı bir papaza değiştirmekle suçlamakta ve “Ben senin stratejik ortağın değil miyim, biz hukuk diliyle konuşmaya devam edeceğiz” diyerek kapı aralamaktadır. Rusya ile “stratejik ortaklık” ise kısa vadede olanaklı değildir. İdlip’te görüldüğü gibi Rusya ile ortaklık görüntüsü zayıflamakta, çıkarlar farklılaşmaktadır. ABD ile bozulan ilişkileri Rusya ile dengeleme fikrinin gerçek hayatta bir karşılığı olmadığı, aksine ABD tarafından yaptırıma uğrayan Türkiye’nin Rusya tarafından daha hoyratça kullanıldığı bir tablo açığa çıkmaktadır. Ayrıca AKP iktidarı bu süreçte Gürcistan’ın NATO üyeliğine onay vermek, Nahçıvan’a üs kurma hazırlığı gibi krizi derinleştiren adımlar atmaktadır. Altını çizmekte fayda var; Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sisteme eklemlenme sürecinde kritik adımlardan biri olan NATO üyeliği, Kore Savaşı’na gönderilen yüzlerce askerin kan bedeli karşılığında gerçekleşmiştir. Bugün de “papaz krizinin” elbette bir bedeli olacaktır!
AKP’nin 16 yılda oluşturduğu model; tüm üretim kapasitesi çökertilmiş, ucuz emeğe dayalı, sıcak paraya bağımlı, tüm kamu kaynaklarının peşkeş çekilmesiyle oluşturulan bir rant ekonomisidir. Yabancı sermaye girişi ve ucuz döviz, bu modelin sürdürülebilirliğini sağlamaktadır. Kısacası Türkiye kapitalizminin sürekliliği bu bağımlılık zincirinin devamına bağlıdır.
Yani sömürge kapitalizmi emperyalist sisteme göbekten bağlıdır. Hatırlatmak gerekirse Erdoğan’ı iktidara getiren de 2001 kriziyle açığa çıkan koşullardır. Peki, Erdoğan bunu bilmiyor mu? Ya da “Onların doları varsa bizim Allah’ımız var” açıklaması kör cahilliğinden mi kaynaklanıyor? Tabii ki hayır. Dış güçlerin oyunu, kumpas, Amerikan politikalarına karşıtlık ya da milliyetçi-gerici vurgular krizin sonuçlarının giderek ağırlaşacağı ve halkın sırtına yıkılacağı bir süreçte politik pasifikasyon araçları olarak işlevlenmektedir. Erdoğan’ın bu süreçte milliyetçi politikaları ön plana çıkartacağını öngörmek kâhinlik olmayacaktır. 18 Ağustos’ta gerçekleştirilecek olağan AKP Kongresi’nin söylemi de “Millet bir, hedef bir” olarak belirlenmiştir. Ve AKP kurmayları bu tercihin sebebini “Dışarıdan gelecek saldırılara karşı birlik ve beraberlik vurgusunu ön plana çıkarma gereği duyduk” diyerek açıklamaktadırlar. Ve Akşener’den Karamollaoğlu’na düzen içi aktörler bu kervanın peşine takılmaya hazırdır. Ana muhalefet partisi CHP ise bırakın muhalefet etmeyi, her türlü katkıyı vermeye hazır olduğunu belirtmektedir. Açık ki düzen içi muhalefet, durumu dış ilişkiler sorunu olarak gördüğü sürece iktidara koltuk değneği olmaya devam edecektir.
İşin özü 100 günlük icraat ve Damat’ın yeni ekonomi planında görüldüğü üzere Türkiye sermayesinin ve Erdoğan’ın krizden çıkış için alternatif bir planı bulunmamaktadır. 46 milyarlık bütçe ayrılan icraat planının ağırlıklı bölümü kent ve doğanın talanı ile savunma sanayinin yapılandırılmasından oluşmaktadır. Yeni maden sahalarının açılması ve Eskişehir’de termik santral kurulmasının yanı sıra; 34 “Millet Bahçesi” yapılması, kentsel dönüşüm kapsamında 17 bin konut ve işyerinin yapımının tamamlanması, 18 bin 750 konut için projelendirme ve Kanal İstanbul projesinin başlatılması hedeflenmektedir. Tüm bunlar içinse inşaat sermayesinin talebi doğrultusunda 17 yıl sonra Emlak Bankası işler hale getirilecek, devlet garantili kredi muslukları açılacak. 100 günlük programda öne çıkan diğer başlık ise savunma sanayi. 400 projenin 48’i lazer silah sistemi, insansız araç projesi, uydu projesi, roket, tank ve hava savunma füzesi projeleri gibi savunma sanayi başlığında.
Kriz koşullarında projelerin inşaat, enerji ve savunma sanayi olarak belirlenmesi Sabancı, Koç gibi TÜSİAD sermayesinin yanı sıra Sancak, Bayraktar gibi AKP’ye yakın sermaye gruplarının da doğrudan tercihidir. Türkiye sermayesi açısından yeni bir paylaşım ve ittifak düzlemi oluşmaktadır. Albayrak “Yeni Ekonomi Planı”nı açıkladıktan sonra TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Erol Bilecik’in “kararlı, piyasa ile uyumlu bir program”, Güler Sabancı’nın ise “söylediğini yapmış ve gerçekleştirmiş bir kişi” açıklamalarının sebebi sermaye birikiminin en azından şimdilik güvence altına alınmış olmasıdır.
Egemen sınıfların tek çaresi krizin faturasının halkın sırtına yüklenmesi ve baskı/şiddet aygıtlarının yeniden yapılandırılmasıdır. Valilere tanınan yetkiler, savunma güvenlik alanına yapılan yatırımlar, emniyet ve TSK’ye yaklaşık 48 bini bulan ek kadro alınacak olması ve mahalle bekçiliğinin kurumsallaştırılması gibi adımlar ile yukarıdan aşağı şiddet aygıtları tahkim edilmektedir.
Biliyoruz ki bugün memleketin yarısının onaylamadığı bir rejim inşa edilmektedir. Ve toplumun tüm katmanlarını etkileyen kriz koşulları cepheyi genişletmektedir. Türkiye solu krizin faturasının halka ödetilmesine karşı somut bir mücadele programı oluşturarak ülke çapında bir direniş zemini kurabilir. Krizin etkisi ücretlerin erimesi ve alım gücünün düşmesinden işten çıkartmalara, eğitimden sağlığa, doğalgaz ve elektrik başta olmak üzere zamlardan ilaç ve gübre fiyatlarındaki artışa kadar tüm alanlarda açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Erdoğan “İktidarıyla muhalefetiyle, bizi seveniyle sevmeyeniyle aynı gemideyiz” diyerek aslında halkı faturayı ödemeye çağırmaktadır. 3 trilyonu aşan vergi borçlarının neredeyse tamamı silinen Sancaklarla, Sabancılarla yediği ekmekten içtiği suya kadar vergi ödeyen milyonlar, toplam serveti 121,4 milyar doları bulan milyarderlerle 1000 TL maaşla ay sonunu getirmeye çalışan işçi emeklileri, kamu kaynaklarının üzerine çökerek hazine garantisiyle servetine servet katanlarla sayısı 5 milyon 872 bine ulaşan işsizler ordusu ya da açlık sınırının altında güvencesiz koşullarda çalışan milyonlar aynı gemide olamaz! Faturayı ödemesi gerekenler başta siyasi sorumluları olmak üzere krizin sebebi politikalar sonucu yıllardır kârlarına kâr katanlardır. Aynılar aynı yere ayrılar ayrı yere!
Gerici egemen sınıflar blokuna karşı halkın örgütlü cephesinin oluşturulabilmesi için iki mücadele biçimi öne çıkartılmalıdır. Birincisi ideolojik mücadeledir. Erdoğan’ın kendi elleriyle yarattığı krizi dış güçlerin oyunu olarak gösterip halkı uyduruk bir mili dava etrafında seferber etmesine karşı, ülkenin gerçek kurtuluşunun emekçi halkın işbirlikçi yağmacı sermayeden bağımsız çıkarlarını savunan bir hatla mümkün olduğu gösterilmelidir. Bunun için sosyal medyadan kitle gazetesine, pazar ajitasyonundan duvar yazısına kadar tüm araç ve yöntemler değerlendirilmelidir.
İkinci olaraksa krize karşı halkın acil talepleri ekseninde bir mücadele ekseni kurulmalıdır. İlk elden oluşturulması gereken talepler; su, elektrik gibi halkın temel yaşamsal ihtiyaçlarına yapılan zamların geri alınması, işten çıkarmaların durdurulması, işsizlik fonunda biriken paranın işsizler için kullanılması, ücretlerdeki erimenin enflasyon ve TL’deki değer kaybı göz önünde bulundurularak giderilmesi ve asgari ücretin açlık sınırının üzerine çıkartılmasıdır.
Ekonomik, siyasal ve toplumsal olarak yaşanmakta olan kriz koşullarından çıkış ne Erdoğan faşizmi ile sağlanabilir ne de düzen içi aktörlere bel bağlanarak. Ancak sol bir programla halkın çıkarları savunulabilir. İnisiyatif alınacak yer de zaman da bellidir. (SENDİKA.ORG)
FATURAYI KRİZİ ÇIKARANLAR ÖDEYECEK
Papaz pazarlığı ile patlayan kriz ne sadece bir uluslararası ilişkiler krizi ne de salt ekonomik bir krizdir. Yaşanan 16 yıllık neoliberal sömürgecilik modelinin krizi ve iflasıdır. Ve tek adam iktidarının ilk iki ayından görülmektedir ki, kriz sadece tüm yetkilerin tek elde toplanmasıyla çözülememektedir.
Aslında Erdoğan krizi önceden görmüştü. 2019’da gerçekleştirilmesi beklenen seçimlerin neden 16 ay öne çekildiği artık daha açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Erdoğan kriz sürecini tüm yetkileri kendi elinde toplayarak ve başta ABD olmak üzere emperyalist merkezlerle kapalı kapılar ardında sürdüreceği pazarlıklarla yönetebileceğini düşünmüştür. Ancak neoliberal sömürgecilik sisteminin genel krizinden ve emperyalistler arası güç dengelerinden faydalanarak oluşturulan bu “manevra kabiliyeti”, görülmektedir ki “Brunson vakası”nda ve İdlip’te sınırlarına dayanmıştır.
Belli ki Erdoğan ev hapsiyle “Ver papazı, al papazı” pazarlığını en azından bir süre daha sürdürebileceğini düşündü. Ancak bu sefer papaz pilav yemedi! ABD önce bu kararın sorumlusu olarak Süleyman Soylu ve Abdülhamit Gül’ün ABD’deki mal varlıklarını dondurma kararı aldı. Ardından da demir-çelik ve alüminyum ithalatında gümrük vergilerinin iki katına çıkarıldığını açıkladı. Damat “40 yıllık karı koca eşler bile her konuda anlaşamıyorlar” derken ABD son noktayı koydu: “Bizim için ilerleme Brunson’un evine dönmesidir.”
Erdoğan ABD’yi, stratejik ortaklığı bir papaza değiştirmekle suçlamakta ve “Ben senin stratejik ortağın değil miyim, biz hukuk diliyle konuşmaya devam edeceğiz” diyerek kapı aralamaktadır. Rusya ile “stratejik ortaklık” ise kısa vadede olanaklı değildir. İdlip’te görüldüğü gibi Rusya ile ortaklık görüntüsü zayıflamakta, çıkarlar farklılaşmaktadır. ABD ile bozulan ilişkileri Rusya ile dengeleme fikrinin gerçek hayatta bir karşılığı olmadığı, aksine ABD tarafından yaptırıma uğrayan Türkiye’nin Rusya tarafından daha hoyratça kullanıldığı bir tablo açığa çıkmaktadır. Ayrıca AKP iktidarı bu süreçte Gürcistan’ın NATO üyeliğine onay vermek, Nahçıvan’a üs kurma hazırlığı gibi krizi derinleştiren adımlar atmaktadır. Altını çizmekte fayda var; Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sisteme eklemlenme sürecinde kritik adımlardan biri olan NATO üyeliği, Kore Savaşı’na gönderilen yüzlerce askerin kan bedeli karşılığında gerçekleşmiştir. Bugün de “papaz krizinin” elbette bir bedeli olacaktır!
AKP’nin 16 yılda oluşturduğu model; tüm üretim kapasitesi çökertilmiş, ucuz emeğe dayalı, sıcak paraya bağımlı, tüm kamu kaynaklarının peşkeş çekilmesiyle oluşturulan bir rant ekonomisidir. Yabancı sermaye girişi ve ucuz döviz, bu modelin sürdürülebilirliğini sağlamaktadır. Kısacası Türkiye kapitalizminin sürekliliği bu bağımlılık zincirinin devamına bağlıdır.
Yani sömürge kapitalizmi emperyalist sisteme göbekten bağlıdır. Hatırlatmak gerekirse Erdoğan’ı iktidara getiren de 2001 kriziyle açığa çıkan koşullardır. Peki, Erdoğan bunu bilmiyor mu? Ya da “Onların doları varsa bizim Allah’ımız var” açıklaması kör cahilliğinden mi kaynaklanıyor? Tabii ki hayır. Dış güçlerin oyunu, kumpas, Amerikan politikalarına karşıtlık ya da milliyetçi-gerici vurgular krizin sonuçlarının giderek ağırlaşacağı ve halkın sırtına yıkılacağı bir süreçte politik pasifikasyon araçları olarak işlevlenmektedir. Erdoğan’ın bu süreçte milliyetçi politikaları ön plana çıkartacağını öngörmek kâhinlik olmayacaktır. 18 Ağustos’ta gerçekleştirilecek olağan AKP Kongresi’nin söylemi de “Millet bir, hedef bir” olarak belirlenmiştir. Ve AKP kurmayları bu tercihin sebebini “Dışarıdan gelecek saldırılara karşı birlik ve beraberlik vurgusunu ön plana çıkarma gereği duyduk” diyerek açıklamaktadırlar. Ve Akşener’den Karamollaoğlu’na düzen içi aktörler bu kervanın peşine takılmaya hazırdır. Ana muhalefet partisi CHP ise bırakın muhalefet etmeyi, her türlü katkıyı vermeye hazır olduğunu belirtmektedir. Açık ki düzen içi muhalefet, durumu dış ilişkiler sorunu olarak gördüğü sürece iktidara koltuk değneği olmaya devam edecektir.
İşin özü 100 günlük icraat ve Damat’ın yeni ekonomi planında görüldüğü üzere Türkiye sermayesinin ve Erdoğan’ın krizden çıkış için alternatif bir planı bulunmamaktadır. 46 milyarlık bütçe ayrılan icraat planının ağırlıklı bölümü kent ve doğanın talanı ile savunma sanayinin yapılandırılmasından oluşmaktadır. Yeni maden sahalarının açılması ve Eskişehir’de termik santral kurulmasının yanı sıra; 34 “Millet Bahçesi” yapılması, kentsel dönüşüm kapsamında 17 bin konut ve işyerinin yapımının tamamlanması, 18 bin 750 konut için projelendirme ve Kanal İstanbul projesinin başlatılması hedeflenmektedir. Tüm bunlar içinse inşaat sermayesinin talebi doğrultusunda 17 yıl sonra Emlak Bankası işler hale getirilecek, devlet garantili kredi muslukları açılacak. 100 günlük programda öne çıkan diğer başlık ise savunma sanayi. 400 projenin 48’i lazer silah sistemi, insansız araç projesi, uydu projesi, roket, tank ve hava savunma füzesi projeleri gibi savunma sanayi başlığında.
Kriz koşullarında projelerin inşaat, enerji ve savunma sanayi olarak belirlenmesi Sabancı, Koç gibi TÜSİAD sermayesinin yanı sıra Sancak, Bayraktar gibi AKP’ye yakın sermaye gruplarının da doğrudan tercihidir. Türkiye sermayesi açısından yeni bir paylaşım ve ittifak düzlemi oluşmaktadır. Albayrak “Yeni Ekonomi Planı”nı açıkladıktan sonra TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Erol Bilecik’in “kararlı, piyasa ile uyumlu bir program”, Güler Sabancı’nın ise “söylediğini yapmış ve gerçekleştirmiş bir kişi” açıklamalarının sebebi sermaye birikiminin en azından şimdilik güvence altına alınmış olmasıdır.
Egemen sınıfların tek çaresi krizin faturasının halkın sırtına yüklenmesi ve baskı/şiddet aygıtlarının yeniden yapılandırılmasıdır. Valilere tanınan yetkiler, savunma güvenlik alanına yapılan yatırımlar, emniyet ve TSK’ye yaklaşık 48 bini bulan ek kadro alınacak olması ve mahalle bekçiliğinin kurumsallaştırılması gibi adımlar ile yukarıdan aşağı şiddet aygıtları tahkim edilmektedir.
Biliyoruz ki bugün memleketin yarısının onaylamadığı bir rejim inşa edilmektedir. Ve toplumun tüm katmanlarını etkileyen kriz koşulları cepheyi genişletmektedir. Türkiye solu krizin faturasının halka ödetilmesine karşı somut bir mücadele programı oluşturarak ülke çapında bir direniş zemini kurabilir. Krizin etkisi ücretlerin erimesi ve alım gücünün düşmesinden işten çıkartmalara, eğitimden sağlığa, doğalgaz ve elektrik başta olmak üzere zamlardan ilaç ve gübre fiyatlarındaki artışa kadar tüm alanlarda açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Erdoğan “İktidarıyla muhalefetiyle, bizi seveniyle sevmeyeniyle aynı gemideyiz” diyerek aslında halkı faturayı ödemeye çağırmaktadır. 3 trilyonu aşan vergi borçlarının neredeyse tamamı silinen Sancaklarla, Sabancılarla yediği ekmekten içtiği suya kadar vergi ödeyen milyonlar, toplam serveti 121,4 milyar doları bulan milyarderlerle 1000 TL maaşla ay sonunu getirmeye çalışan işçi emeklileri, kamu kaynaklarının üzerine çökerek hazine garantisiyle servetine servet katanlarla sayısı 5 milyon 872 bine ulaşan işsizler ordusu ya da açlık sınırının altında güvencesiz koşullarda çalışan milyonlar aynı gemide olamaz! Faturayı ödemesi gerekenler başta siyasi sorumluları olmak üzere krizin sebebi politikalar sonucu yıllardır kârlarına kâr katanlardır. Aynılar aynı yere ayrılar ayrı yere!
Gerici egemen sınıflar blokuna karşı halkın örgütlü cephesinin oluşturulabilmesi için iki mücadele biçimi öne çıkartılmalıdır. Birincisi ideolojik mücadeledir. Erdoğan’ın kendi elleriyle yarattığı krizi dış güçlerin oyunu olarak gösterip halkı uyduruk bir mili dava etrafında seferber etmesine karşı, ülkenin gerçek kurtuluşunun emekçi halkın işbirlikçi yağmacı sermayeden bağımsız çıkarlarını savunan bir hatla mümkün olduğu gösterilmelidir. Bunun için sosyal medyadan kitle gazetesine, pazar ajitasyonundan duvar yazısına kadar tüm araç ve yöntemler değerlendirilmelidir.
İkinci olaraksa krize karşı halkın acil talepleri ekseninde bir mücadele ekseni kurulmalıdır. İlk elden oluşturulması gereken talepler; su, elektrik gibi halkın temel yaşamsal ihtiyaçlarına yapılan zamların geri alınması, işten çıkarmaların durdurulması, işsizlik fonunda biriken paranın işsizler için kullanılması, ücretlerdeki erimenin enflasyon ve TL’deki değer kaybı göz önünde bulundurularak giderilmesi ve asgari ücretin açlık sınırının üzerine çıkartılmasıdır.
Ekonomik, siyasal ve toplumsal olarak yaşanmakta olan kriz koşullarından çıkış ne Erdoğan faşizmi ile sağlanabilir ne de düzen içi aktörlere bel bağlanarak. Ancak sol bir programla halkın çıkarları savunulabilir. İnisiyatif alınacak yer de zaman da bellidir. (SENDİKA.ORG)