AKP iktidar bloku yalnızca kimlik siyasetine değil maddi bir temele yaslanıyor ve şimdi bu maddi temelin esas dayanağı olan borçlanmaya dayalı büyüme modeli bunalıma girmiş durumda...


Ekonomik kriz ufukta görününce, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Meclis ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini 24 Haziran’a çekerek erken seçim kararı aldı. Her iki seçimi de kazandı. Ne var ki Türkiyeli seçmen sandığa olağan koşullarda değil Olağanüstü Hal (OHAL) koşullarında çağrıldı. Muhalefet, Sendika.Org editörü Ali Ergin Demirhan’ın dediği gibi “zorlu ama umutlu bir kampanya süreci” geçirdi. Muhalefet partileri seçmenleri görünür biçimde seferber etti ama çok zor koşullarla yüz yüze geldiler. AGİT raporuna göre toplantı ve basın özgürlüğü OHAL nedeniyle kısıtlandı. Raporda cumhurbaşkanının ve iktidar partisinin belirgin avantajlara sahip olduğunun altı çiziliyor. Kendi kontrolleri altında geniş kaynakları vardı ve iktidar medyayı neredeyse bütünüyle tekeline almıştı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan için kaybedecek çok şey söz konusuydu. Bu seçimler 2017’deki referandumda kıl payı onaylanan bir ultra-başkanlık rejimine geçişin seçimleriydi. Cumhurbaşkanı, çok geniş bir kapsamda, ülkeyi kararnamelerle yönetebilecek. Böylece, OHAL’in özel koşulları anayasa değişikliği sayesinde cumhurbaşkanını “normal” yetkileri haline gelecek.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, şaşırtıcı derecede zayıf bir seçim kampanyasına rağmen yüzde 52,6 oyla yeniden seçildi. Kendisini yükselen bir küresel gücün lideri olarak sunmaya çalıştı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) adayı Muharrem İnce ise umutlu bir kampanyanın ardından yüzde 30.6 ile ikinci geldi. Bu oranla Meclis seçimlerinde partisinin aldığı oyların önüne geçti. Mütevazı bir sosyal geçmişi olan İnce kendisini bir “halk adamı” olarak sundu. Erdoğan kendisine “gariban” dediğinde, yoksul bir aileden geldiğini söyleyerek, bunu şaibeli bir zenginlikle yaşamaktan yeğ tuttuğunu söyledi. Bu Erdoğan ailesinin sahip olduğu söylenen efsanevi servete dair bir göndermeydi. Sol tandanslı ve Kürt-yanlısı Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) adayı Selahattin Demirtaş ise kampanyasını yürütürken büyük bir handikap ile karşı karşıyaydı. Politik gerekçelerle hapsedilmiş durumda ve kampanyasını hapishanedeki hücresinden yürütmek zorunda kaldı. Olağanüstü elverişsiz koşullara rağmen, Demirtaş oyların yüzde 8,4’ünü aldı. Kampanyasını yürüttüğü koşulları da kampanyasının bir başlığı haline getirdi. İnce de Demirtaş da gücün bir kişinin elinde bu ölçüde aşırı yoğunlaşmasının tehlikelerini vurguladı. İnce, Demirtaş’ı hücresinde ziyaret etti. Bu Türk-milliyetçisi bir arka plana sahip CHP adayından Kürt seçmenlere yönelik temkinli bir mesaj ve pratik bir dayanışma deklarasyonuydu. Sağcı ve keskin bir Türk-milliyetçisi olan ama muhalefette yer alan İyi Parti lideri Meral Akşener ise oyların yüzde 7,3’ünü aldı.

Ultra-milliyetçi ittifak

Meclis seçimlerinde de benzer bir tablo açığa çıktı. AKP ve aşırı sağ Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ittifakı oyların yüzde 53,6’sını aldı. Sonuç AKP’nin kendi başına Meclis’te mutlak çoğunluğu elde edemeyeceğini ortaya koydu. AKP oyların yüzde 42,5’ini aldı. Bu da AKP’nin seçmen tabanının tedricen eridiğini doğruluyor. Partinin oyları yalnızca İstanbul gibi büyük metropollerde değil Kayseri gibi oldukça muhafazakar Anadolu kentlerinde de geriledi. Bazı küskün AKP seçmenleri AKP’ye artık oy vermek istemedi ama oylarını partilerine karşı da kullanmak istemediler. Oylarını bu kez MHP’ye verdiler. MHP oyların yüzde 11,1’ini aldı. Bu, son seçimlerdeki oranın çok az altında bir oran. Seçimde bariz hale gelen zayıflaması nedeniyle, AKP, ultra-milliyetçi müttefikine stratejik olarak bağlanmış durumda. MHP yeni kabinede bakanlık istemedi ama milliyetçi ajandasında yer alan adımların kesinlikle hayata geçirilmesini istiyor. Seçimlerin hemen ardından MHP lideri Bahçeli aydınlar ve gazeteciler üzerindeki baskının daha da artırılmasını istedi. Aynı zamanda vatansever dediği hüküm giymiş bazı tanınmış mafya babalarının affedilmesini istedi. Aşırı sağla organize suç örgütleri arasındaki bağ Türkiye için yeni bir şey değil.

AKP-MHP ittifakının temeli Türk milliyetçiliğidir. AKP’nin seçim kampanyası da kuvvetli bir milliyetçi ajandaya dayanıyordu. Türkiye’yi yükselen bir güç olarak sundu. İçeride ise bu milliyetçi strateji doğrudan Kürtleri karşısına alıyor; AKP geçmişte Kürt sorunu konusunda ciddi bir esneklik göstermiştiyse de durum bu. AKP hükümeti 2015’e kadar politik çözüm için müzakereler dahi yürütmüştü. Bu müzakereler seçimlerde oy getirmeyince, AKP çözüme yönelik ilgisini yitirdi ve nihayet Türk milliyetçiliği kartını oynadı. Öyle görünüyor ki bu kimlik siyaseti başarılı oldu. Ekonomik anlamda iktidar partisi geçmiştekinden daha az vaatte bulunabilecek durumda. Borçlanmaya dayalı büyüme hız kesiyor. [Türk Lirası yılbaşından bu yana dolar karşısında olağanüstü değer kaybetti; yılbaşında 1 Dolar 3,78 TL iken, Ağustos ayının ilk yarısında 7,24 seviyeleri görüldü.] Enflasyon hızla artıyor ve resmi işsizlik oranları yüzde 10 civarında. Pek çok insan eksik istihdam ediliyor.

Muhalefetin kampanyası: Zorlu ama umutlu

CHP, İyi Parti ve daha küçük bazı partilerin oluşturduğu muhalefet ittifakı oyların yüzde 34’ünü aldı. CHP yüzde 22,7 ile muhalefet ittifakı içindeki en güçlü aktördü. Gerçi geçmişle kıyaslandığında bu CHP açısından pek de parlak bir sonuç değil. Bu merkezci parti, laiklik ve demokrasi mesajlarına dayanan muğlak bir profile sahip. MHP’nin Erdoğan’la kurduğu ittifaka karşı çıkan MHP kadroları tarafından kısa süre önce kurulan İyi Parti ise oyların yüzde 10’unu aldı. Öyle görünüyor ki İyi Parti MHP’nin dinci AKP’ye doğru dönüşünden hoşnutsuz olan ve daha çok laik milliyetçilerden oluşan seçmenlerin oyunu alabildi.

Kürt yanlısı bir parti olarak HDP’ye muhalefet ittifakı içinde yer verilmedi. Seçim kampanyasında, HDP bir yandan demokrasi ve barış meselelerini diğer yandan da toplumsal meseleleri işledi. Asgari ücretin ciddi ölçüde artırılmasını, taşeron çalıştırmanın sonlandırılmasını, işsizlere süre sınırı olmaksızın 1000 TL işsizlik maaşı verilmesini ve borçlu hanelerin desteklenmesini önerdi. Seçim sonucunda da HDP’nin oyları hafif bir artışla yüzde 11,7’ye çıktı. Büyük şehirlerde oy artırırken Güneydoğu’da baskının özellikle yoğun olduğu kalelerinde bir miktar oy kaybetti. HDP seçim kampanyasını oldukça elverişsiz koşullarda yürüttü. Karizmatik cumhurbaşkanı adayı ve parlamenterlerinin 10’u hapisteydi. Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu Güneydoğu Anadolu’da belediye başkanları OHAL sürecinde görevden alınmıştı. Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye raportörü Kati Piri’nin dikkat çektiği gibi 4000 üyesi tutuklandı. Kürt sorununun barışçıl siyasal çözümünden yana olan aydınlar acımasız soruşturmalarla karşılaştı.

Bölünmüş ülke

Bu koşullar altında, Türkiye muhalefet güçleri dikkate değer sonuçlar elde etti. Seçimin gösterdiği şey, ülkenin hükümet yanlıları ve muhalefet güçleri arasında ortadan ikiye bölündüğüydü. AKP özellikle İç Anadolu ve Karadeniz bölgelerinde güçlü. CHP’nin kaleleri batıda, HDP ise Güneydoğu’daki Kürt bölgelerinde hakim güç konumunda.

AKP’nin iktidara yükselişi 2001’deki ağır finansal kriz sonrasında başlamıştı. O vakitler, mevcut bütün partilerin toptan gayri meşrulaşmasından faydalanmıştı. AKP İslamcı hareketin içinden çıktı ancak başlarken liberallere ve büyük sermayeye de elini uzattı. Çekirdeğini de muhafazakâr işadamları ve muhafazakar-dinci entelijansiya oluşturdu. AKP, İslamcı hayırseverlik ve sosyal politika üzerinden, büyük kentlerin çevresinde yaşayan enformel ve güvencesiz işçileri partiye bağlamaya çalıştı.

En başından itibaren, partiye yakın bir sermaye sınıfı beslemeye çalıştı. Bu açıdan dayanabileceği bir güç olarak dinci-muhafazakâr işadamlarının hâlihazırda mevcut olan örgütü MÜSİAD vardı. Bu işadamlarının çoğu Anadolu kökenli ancak MÜSİAD’ın İstanbul’dan da üyeleri var. AKP’nin Anadolu burjuvazisine dayandığını söylemek olayı basitleştirmek olur. Muhafazakâr işadamları ortak bir coğrafi arka planın ötesinde, emek ilişkilerinde paternalist bir yaklaşım ve ucuz emeğe yaslanma konusunda ortaklaşmaktadır. Muhafazakâr sermaye kısmen ihracatçı sektörlerde kısmen de inşaatta etkin. Çalık, Kolin, Limak, Kazancı ve Cengiz gibi AKP yanlısı büyük sermaye grupları, enerji sektöründeki gibi büyük ölçekli özelleştirmelerin kazananı oldular. İhaleler sistemli bir şekilde AKP’li şirketlere verildi. İhaleler yoluyla AKP yanlısı bir sermayenin oluşturulmasında, (hem altyapı hem de konut projeleriyle) inşaat kilit bir sektör oldu. Vergiler konusunda, yetkililer AKP yanlısı sermayeye karşı hoşgörü gösterirken, AKP hükümetiyle ihtilaf içinde olan şirketler ağır para cezalarına çarptırıldı.

İflas düzenlemeleri sermayeyi partinin hizasına getirmek için araçsallaştırıldı. 2016’daki başarısız darbe girişiminin ardından, Gülen hareketine yakın olduğu belirtilen bir dizi şirkete el kondu. Opus dei tarikatına benzetilebilecek dinci bir ağ olan Gülen hareketi, başarısız darbe girişiminin arkasındaki güç olmakla itham edildi. Gülen Cemaati, iktidarının ilk yıllarında Erdoğan’la işbirliği halindeydi ancak bir süre sonra ihtilaf içine düştüler. İktidar partisi birkaç yıl önce Ceza Muhakemeleri Kanunu’nda düzenlemeye giderek suçla bağlantılı olduğu iddia edilen firmalara kayyum atanmasının önünü açmıştı. El konmuş mülkiyet partinin sadık destekçilerine aktarılacak yeni bir kaynak sağladı. Mülklerine el konulacağı ihtimalini görünce, Gülen Cemaati’ne yakın bazı işadamları da hükümete bağlılıklarını açıkladı. Seçim kampanyası boyunca da AKP, yandaş işadamlarından oluşan sıkı ilişki ağının sağladığı finansman ve medya gücüne yaslanabildi. Son yıllarda partinin, TÜSİAD’da örgütlü daha eski ve büyük sermaye ile ilişkisi ise giderek gerginleşti.

Okulların, üniversitelerin muhafazakâr-dinci dönüşümü dinci muhafazakâr entelijansiyaya yeni fırsatlar tanıdı. AKP, klientalist ağlar, hayırseverlik faaliyetleri ve hedefe yönelik sosyal politika önlemleri ile bir kitle tabanı yaratabildi. Küçük ve mikro ölçekli girişimcilere sözleşmeler sunma noktasında belediyeler belirleyici rol oynadı. Bu, klientalist ağların kurulması açısından elzem bir özellik olageldi. Dinci hayırseverlik sosyal güvenlik sisteminin kimi açıklarını kapattı. Türk sosyal devleti geleneksel olarak nüfusun önemli bir bölümünü, özellikle de enformel işçileri kapsamıyordu. AKP hükümeti ise sistemin kapsamını genişletti. Bu da özellikle şimdiye kadar dışlanmış kesimlerin “yeşil kart” üzerinden en azından asgari kamu sağlığı hizmeti almasını sağladı. Tüketici kredilerine kolay erişim nüfusun daha geniş kesimlerinin tüketim mallarına erişimini sağladı. Bu da elbette hükümetin popülaritesini artırdı. Bu nedenle, AKP iktidar bloku yalnızca kimlik siyasetine değil maddi bir temele yaslanıyor. Ayrıca AKP devasa bir ilişkisel ağa iliştirilmiş durumda.

AKP’li yılların kaybedenleri de oldu. Demokratik, laik entelijensiya giderek marjinalleştirildi ve son yıllarda da politik soruşturmalara maruz kaldı. İşçiler işyerlerinde zor koşullarla karşı karşıya kaldı. DİSK’in bir İlçe Seçim Kurulu tarafından yasaklanan bildirisinde belirtildiği gibi, 21 bin işçi AKP’li yıllarda iş kazalarında yaşamını yitirdi. Ücretler büyümeyle paralel artmadı. İşçi sendikaları büyük kısıtlamalarla karşı karşıya kaldı. Güneydoğu’daki Kürt yerleşimleri yoğun hükümet baskısına uğradı.

Beklentiler

Recep Tayyip Erdoğan, 9 Temmuz’da geniş yetkilerle kuşanmış bir cumhurbaşkanı olarak yemin etti. Kabinesinde bakanlarının pek çoğu iş dünyasından geliyor. Bu durum Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) tarafından hoşnutlukla karşılandı. Hatta Sağlık ve Eğitim Bakanları özel hastane ve okul sahipleri arasından geliyor. Kabineye ilişkin kilit değişim ise Maliye Bakanlığı’yla ilgili. Erdoğan aynı zamanda damadı olan işadamı Berat Albayrak’ı Hazine ve Maliye Bakanı olarak atadı. Bu değişim uluslararası sermaye tarafından hoş karşılanmadı; Türk Lirası, bu atamanın açıklanması üzerine yüzde 4 değer kaybetti. Faiz oranları konusunda bir yanında büyük yerli sermaye ve yabancı sermayenin diğer yanda küçük ve orta ölçekli işletmelerin yer aldığı büyük bir anlaşmazlık söz konusu. Bir taraf yabancı para sermayeyi çekebilmek için faizlerin artırılmasını isterken, iç borçlanmaya bağımlı olan diğer taraftakiler faizlerin düşük tutulmasını istiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da düşük faiz oranlarından yana olduğunu açıktan söylüyor. Erdoğan ile büyük sermaye arasındaki politik tercih farklılığı kabine atamalarında da görünür hale geldi. Büyük sermaye gruplarının derneği olan TÜSİAD, Merkez Bankası bağımsızlığının ve hukuk devletinin hayati önemde olduğunun altını çizdi.

Ekonomik durum hükümetin asıl baş ağrısına dönüşebilir. AKP hükümetinin borçlanmaya dayalı büyüme modeli son aylarda bunalıma girmiş durumda. Bazı büyük şirketler finansal sorunlar yaşıyor. Hanelerin borçluluğu kritik seviyelere yükseldi. Türkiye’nin yabancı sermaye çekmesi daha da zorlaştı. Ülke büyük cari açığı finanse etmek için dış borçlara muhtaç. ABD’deki faiz artırma eğilimi de dış borçlanmayı Türkiye açısından daha da maliyetli hale getirecek. Daha fazla ekonomik güçlüğün açığa çıkması muhtemeldir.

Geçmiş deneyimlere bakarak söyleyebiliriz ki AKP hükümeti kendi sorunlarından dolayı dış ve iç “düşmanları” suçlayacaktır.  AKP-MHP ittifakı Türk milliyetçisi politikaların daha da katılaşmasını kuvvetle muhtemel hale getiriyor. Türkiye halihazırda Suriye’deki bir sol-Kürt ittifakı tarafından kontrol edilen bazı bölgelere doğrudan askeri müdahalelerde bulunmuş durumda ve Suriye savaşına daha fazla da dahil olabilir. Türk hükümetinin önceliklerinden biri de silah sanayini geliştirmek. Son yıllarda NATO üyesi ülkelerle ilişkilerden bir dizi gerilim gözlendi. Son dönemde, Türk hükümeti Rusya ile yakınlaşmaya çalışıyor ancak iki ülke Suriye’de farklı vizyonlara sahip. Rus hükümeti Baas rejimine istikrar kazandırmaya ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlamaya çalışırken, AKP hükümeti ısrarlı bir biçimde Suriye savaşındaki sağcı İslamcı güçleri destekledi. Ne var ki Suriye’nin dinci sağının ağır askeri yenilgileri üzerine AKP hükümetinin asıl önceliği Suriye’deki Kürt özerkliğinin daha da kurumsallaşmasını önlemek haline geldi. AKP hükümetinin ulusal ve bölgesel politikaları birbirine sıkı sıkıya bağlı. Suriye savaşına dahil oluş Türkiye içindeki baskıları daha da artırdı ve Türkiye’nin bölgesel stratejisi de Türk milliyetçiliğinin Kürt sorununa ilişkin kaygılarından büyük ölçüde etkileniyor.

[Masina’daki İngilizce orijinalinden Levent Kara tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]


METNİN İNGİLİZCE ORİJİNALİ:

After Erdoğan’s Narrow Victory

Erdoğan and AKP have won another election in Turkey. The electoral process and the rhetoric of the ruling party, as well as the notable economic crisis, show that the Turkish state will tighten its repressive nationalist policies.

In the face of a looming economic crisis, the ruling Adalet ve Kalkınma Parti (AKP) called for early parliamentary and presidential elections on 24 June. In the end, this gamble paid off for the nationalist-religious AKP. It won both elections. However, Turkish voters were called to the ballots not under normal conditions, but under the state of emergency. For the opposition, “the campaign was difficult, but hopeful”, as Ali Ergin Demirhan, the editor-in-chief of the news portal Sendika.org, points out. The opposition parties visibly mobilised voters, but faced very difficult conditions. The OSCE report pointed out that the right of assembly and press freedom are curtailed by the state of emergency. It underlined that the state president and the ruling party enjoyed significant advantages. They had ample resources at their disposal and enjoyed almost a media monopoly. For president Recep Tayyip Erdoğan much was at stake. The elections mark the transition to an ultra-presidential regime which was narrowly approved by a referendum in 2017. To a significant degree, the president will be able to rule by decree. Thus, special features of the state of emergency will turn into “normal” powers of the president under the amended constitutional arrangement.

In spite of a surprisingly weak election campaign, President Recep Tayyip Erdoğan was re-elected with 52.6% of the votes. He tried to project himself as the leader of a rising international power. After a spirited campaign, the candidate of Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Muharrem İnce, came second with 30.6%. He assembled more votes than his party in the parallel parliamentary elections. Coming from a modest social background, İnce presented himself as a “man of the people”. When Erdoğan called him a poor wretch, he replied that he is coming from a poor family, but that this is better than to live on dubious wealth. This is an allusion to the legendary wealth that is attributed to Erdoğan’s family. Selhattin Demiraş of the left-orientated and pro-Kurdish Halkların Demokratik Partisi (HDP) was campaigning with a huge handicap. He is imprisoned for political reasons and had to campaign from a prison cell. In spite of the extremely adverse campaigning conditions, Demirtaş got 8.4% of the votes. He had made his campaigning conditions a topic of his election campaign. Both İnce and Demirtaş highlighted the dangers of an excessive concentration of powers in the hands of one person. İnce paid a visit to Demirtaş in his prison cell. This was a practical declaration of solidarity and a cautious opining of the CHP candidate with his rather Turkish-nationalist background towards the Kurdish voters. The right-wing, strongly Turkish-nationalist, but oppositional candidate Meral Akşener of İyi Parti received 7.3% of the votes.

Ultra-nationalist government alliance

The parliamentary elections showed a similar pattern. The alliance of AKP and the extreme right-wing Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) received 53.6% of the votes. The result confirms that AKP on its own is not able achieve an outright absolute majority in the parliament. It received 42.5% of the votes. This confirms that the electoral base of AKP is gradually eroding. The party lost not only votes in the big metropoles like Istanbul, but also in very conservative Anatolian cities like Kayseri. Some disgruntled AKP voters did not want to vote for AKP anymore, but did not want to vote against the party either. They cast their votes for MHP. The party received 11.1% of the votes. That is only slightly less than in the last elections. Due to the weakened electoral appeal, AKP now is strategically tied to its ultra-nationalist ally. MHP did not demand ministers in the new cabinet, but certainly it wants parts of its nationalist agenda realised. Directly after the elections, MHP leader Devlet Bahçeli called for even tougher repression against intellectuals and journalists. At the same time, he advocated amnesty for several convicted Mafiosi because they are patriots. The links of the far right and organised crime are nothing new in Turkey.

Turkish nationalism is the basis of the AKP-MHP alliance. The AKP election campaign had been based a strongly nationalist agenda. It presented Turkey as a rising power. Domestically, its nationalist strategy is directed against the Kurds though AKP had shown a certain flexibility in the so-called Kurdish question in the past. Until 2015, the AKP government had even been engaged in talks about a political solution. When these talks did not pay off electorally, AKP lost the interest in them and played finally the Turkish-nationalist card. It seems that these identity politics proved to be successful. Economically, the ruling party could offer less than in the past. Credit-based growth is losing steam. The Turkish lira has lost almost 20% of its value since the beginning of the year. Inflation is rapidly rising and the official unemployment rate is about 10%. Many more people are underemployed.

Opposition campaign: difficult, but hopeful

The opposition alliance of CHP, İyi Parti and smaller parties received 34% of the votes. With 22.7%, CHP was the strongest force in the opposition alliance. Compared with the past, however, this is not a good result for CHP. The centrist party has an unclear profile relying mainly on a laicist and democratic message. İyi Parti which had been recently formed by MHP cadres that resented the MHP alliance with Erdoğan got 10% of the votes. It seems to have attracted at least those MHP voters that are rather laicist nationalists and are disgruntled with turn of MHP towards the religious AKP.

For HDP as a pro-Kurdish party, there was no place in the opposition alliance. In the election campaign, HDP highlighted issues of democracy and peace on the one hand and social issues on the other hand. It proposed a significantly higher minimum wage, an end to the outsourcing of labour, an unlimited unemployment insurance of 1000 lira and relief for indebted households. HDP slightly increased its votes to 11.2%. It gained additional votes in the big cities, but lost some votes in its strongholds in Southeast Turkey where the repression is particularly intense. HDP was campaigning under particularly dire circumstances. Its charismatic presidential candidate and 10 of its members of parliament were in prison. In Southeast Turkey with its Kurdish majority, its mayors had been deposed during the state of emergency. 4000 of its activists have been arrested, as Kati Piri, the rapporteur of the European Parliament on Turkey, points out. Intellectuals that plead for a political and peaceful solution to the so-called Kurdish question face harsh prosecution.

Divided country

Given these circumstance, the Turkish opposition forces achieved a remarkable result. The election confirmed that the country is divided roughly half-half into pro-government and opposition forces. AKP is particularly strong in inner Anatolia and at the Black Sea. The strongholds of CHP is in the west, whereas HDP dominates in the Kurdish areas in the Southeast.

AKP’s ascent to power started after the severe financial crisis of 2001. At that time, it profited from the almost complete de-legitimisation of the existing parties. AKP emerged out of the Islamist political current, but initially reached out to liberals and big business as well. Conservative businessmen and a conservative-religious intelligentsia formed its core. Through Islamic charity and social policy, AKP tried to tie informal and precarious workers living at the periphery of the big cities to the party.

From the very beginning, AKP tried to nourish a business class close to the party. It could rely on existing business associations of religious-conservative businessmen, like MÜSIAD, for this. Many of those businessmen originated from Anatolia, but MÜSIAD has many members in Istanbul as well. It would be simplifying to say that AKP is relying on an Anatolian bourgeoisie. Rather than a common geographical background, the conservative businessmen share a paternalist approach to labour relations and a reliance on cheap labour. Conservative business is partly active in export industries, and partly in construction. Big pro-AKP firm – like Çalık, Kolin, Limak, Kazancı and Cengiz – gained from big privatisations, e.g. in the energy sector. Tenders have been systematically awarded to AKP firms. Construction – both infrastructure and housing – has been a key sector for building pro-AKP business through tenders. In taxation issues, the authorities have been lenient to pro-AKP business, but meted out harsh fines to firms that had been in conflict with the AKP government.

Bankruptcy rulings have been instrumentalised for bringing business toeing the party line. After the failed 2016 coup, a couple of businesses close to the Gülen movement were seized. The Gülen movement, a religious network comparable to the Opus dei, was regarded as being behind the failed coup. The Gülen community had closely cooperated with Erdoğan his first government years, but later entered into conflict with him. Some years ago, the ruling party amended the Code of Criminal Procedure to allow the appointment of trustees in allegedly crime-related firms. The confiscated property provided a new source of businesses that could be transferred to loyal party supporters. Faced with the possible seizure of the property, a couple of businessmen close to the Gülen Community declared their loyalty to the government. In its election campaign, AKP could rely on the funding and the media of the dense network of pro-AKP businessmen. The relationship of the party with older, large business organised in TÜSIAD has become tenser over the last years.

The conservative-religious re-orientation of schools, universities etc. has opened new chances to the religious conservative intelligentsia. AKP has been able to build a mass-base through clientelist networks, charities and targeted social policy measures. Municipalities have crucial in awarding contracts to small and micro-enterprises. This has been a crucial feature of building clientelist networks. Religious charities have closed some of the lacunae of the social security system. The Turkish welfare state had traditionally not included significant parts of the population, especially informal workers. The AKP government increased its scope. In particular, it enabled hitherto excluded sectors the access to at least a minimum public health service through the “green card”. Easy access to consumer credits enabled broader population groups access to consumer goods. This has increased the popularity of the government as well. Thus, the AKP power bloc relies on a material base, not just on identity politics. And AKP is embedded in a vast associational network.

There have been losers of the AKP years as well. The democratic, laicist intelligentsia has been increasingly marginalised and has during the last years even politically prosecuted. There have been significant purges in universities and schools. At the workplaces, workers face difficult conditions. As the trade union federation DİSK pointed out in an election leaflet that was banned by a District Electoral Board, 21.000 workers lost their life in work accidents during the AKP years. Wages did not keep pace with growth. Trade unions face massive restrictions. The Kurdish areas in the Southeast have suffered from intense government repression.

Prospect B

On 9thof July, Recep Tayyip Erdoğan was sworn in as an executive president with sweeping powers. Many of the ministers have a business background. This has been welcomed by the Union of Chambers and Commodity Exchanges of Turkey (TOBB). Even the Ministers for Health and Education own private hospitals respectively schools. The key change of the new cabinet is related to the Ministry of Finance. Erdoğan nominated Berat Albayrak, his son-in-law and a major businessman, as the new Minister of Finance. This change was not well received by international business – the Turkish lira lost 4% of its value. There is a major conflict between big business and foreign capital on the one hand and small and medium business on the other hand regarding the interest rates. The former advocate a rise in the interest rates in order to attract foreign monetary capital whereas the latter is dependent on domestic loans and advocates low interest rates. President Erdoğan has publicly defended low interest rates. The policy differences between Erdoğan and big business became visible on the nomination of the cabinet. TÜSIAD, the association of the big capital groups, underlined the crucial importance that it attributes to central bank independence and the rule of law (literally hukuk devlet, i.e. law-based state).

The economic situation might turn into the main headache for the government. The credit-based growth model of the AKP government has already entered into trouble during the last months. Some big firms face financial problems. Indebtedness of households has reached critical levels. It has become more difficult for Turkey to attract foreign capital. The country relies on foreign credits for financing the big deficit in the current account. And the trend towards higher interest rates in the US will make external borrowing more costly for Turkey. More economic difficulties can be expected.


Given its past record, it is more than probable that the AKP government will blame external and internal “enemies” for its problems. The alliance of AKP with MHP makes it highly likely that the Turkish-nationalist political line will even be stiffened. Turkey has already directly intervened militarily in some areas controlled by a left-Kurd alliance in neighbouring Syria, and the country might get even more deeply involved into the Syrian wars. It is one of the priorities of the new Turkish government to expand the arms industry. The relationship with NATO countries have displayed tensions during the last years. Recently, the Turkish government has sought rapprochement with Russia, but the two countries have different visions on Syria. While the Russian government has strived to stabilise the Baath regime and restore the territorial unity of Syria, the AKP government has consistently supported right-wing Islamist forces in the Syrian war. With the severe military setbacks of the Syrian religious right-wing, however, the main priority of the AKP government has shifted to prevent further institutionalisation of Kurdish autonomy in Syria. Domestic and regional policies of the AKP government are intimately linked. The involvement in the Syrian war has fed repression in Turkey, and the Turkish nationalist preoccupations with the so-called Kurdish question have massively influenced the regional strategy. (JOACHIM BECKER)
Daha yeni Daha eski