Bilimin istismarı; arkeoloji ve ırkçı-milliyetçi tarih yazımı


Recep Tayyip Erdoğan, kabinesinin “100 günlük eylem planı” kapsamında yapılacak işlerden birinin de “İnsanlık tarihini değiştiren, bilinen en eski ibadet yeri ‘Şanlıurfa Göbeklitepe’ ören yerinin ziyarete açılması” olduğunu açıkladı. Göbeklitepe ve daha birçok alanda yapılan arkeolojik araştırmalarda ulaşılan kanıtların, toplumsal sorunlara dini ve etnik “kriterler” üzerinden yaklaşan ve burjuva devlet idaresinde etkili konumda bulunan bir sermaye politikacısı tarafından “insanlık tarihini değiştiren” gelişmeler kapsamında değerlendirilmesi, ilk bakışta, doğa ve toplum gerçekliklerinin bilimsel irdelenmesine karşı mesafeli ya da karşıt bir ideolojik kültürel geleneğin yaklaşımıyla aykırı gibi görülebilir. Nitekim, ideolojik savaş karargâhının H. Yahya, F. Gülen türü paravan imzalı kitapları, “din hocası” titri taşıyan çok sayıda bağnaz tarikat şefinin bilim düşmanı kirli ve karanlık tiradlarıyla dolu kitap ve “risale”leri örnekler arasındadır. Türkiye pratiğinde devlet koruması ya da kayırması altında ve teşvikiyle sürdürülen bilim ve bilimsel düşünce karşıtı ideolojik kültürel manipülasyon ve yönlendiricilik, “milli” motifli bitmek bilmez söylemlerle dini ve etnik “kimlik kazandırma” hedefli istismar, bilimsel gelişmelere ve tarihe karşı hileyi de içermek üzere, öncesi bir yana yüz yıla yakın süredir devam ediyor. Son yıllarda yeniden tanık olunduğu üzere “millet”, “milletim”, “Bu büyük millet” söylemiyle dini ritüel ve “atasal” kültlere başvuru, kitle iletişimi ve yönlendiriciliği için etkili bir araç olarak kullanılır. Buna, bilim ve teknolojideki gelişmelerin görmezden gelinmesini olanaksız kıldığı doğa ve toplum gerçekliğiyle ilgili bulgu ve belirlemelerin çarpıtılması eşlik eder.

Bu doğrultuda istismar edilen bilim dallarından biri de arkeolojidir. Antropolojiyle birlikte arkeolojik buluntular, günümüz burjuva iktidar(lar)ından çok daha önce, “yeni ulus oluşturma” iddiasındaki burjuva politikacılarınca gündeme getirilip “millici-atasal” ve ırkçı teorilere malzeme edilmiştir. Arkeoloji ve antropolojiden milliyetçilik devşiren; “arkeoloji ve milliyetçilik” üzerine yazılmış ya da bu başlıklı çok sayıda kitap, makale, gazete ve dergi yazısı bulunabilir. İnternet sitelerinde ise, yayıcılarının bilgi dağarcığı ve ideolojik yönlenmeleri ya da yönlendirilmişlikleriyle bağlı ve çoğunluğu açısından söylenirse toplanmış bilgilerden oluşan çok fazla yığıntı bulunuyor. Bu türden her yüz yayının doksan beş-doksan sekizinin ırkçı milliyetçi tarih anlayışını ya “açıklamak” ya da aktarmak üzere yazıldığı söylenebilir. Yazarlarının hepsi değilse de aralarından en iddialı olup da insan tarihini “belirli ırksal bir köken”e; onu da “kendi ataları”na bağlamaya soyunarak işin teorisini yapmaya çalışanlarından bazıları (örnek olsun Şemsettin Günaltay, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Nihal Adsız) bu görüşleri bazı arkeolojik ve antropolojik kalıntı/buluntulara dayandırarak “bilimsel görüş niteliği”ne kavuşturmaya da çalışmışlardır. Ancak, makalenin devamında görüleceği üzere onlar, bilimsel verilerden hareketle sonuçlar çıkarmak yerine belirli bir milletin “ırkı” ve dilinin “arı”lığı ve “üstünlüğü”nü önsel kabulle, bu kabulün “gerçeklik ifadesi olduğunu” kanıtlamak için bazı arkeolojik ve antropolojik (vücut ve kafatası şekli vb. gibi) verileri, çoğunca da istismar düzeyine varacak varsayımsal yorumlarla kullanmaktan kaçınmamışlardır. Onların öncü oldukları görüşleri çeşitli varyasyonlarla yineleyip “zenginleştirme”ye soyunan takipçileri ise, “bilim ve aklı hak getire!” anlayışıyla çala kalem-dolu ağız yazmış ve konuşmuşlardır.

ARKEOLOJİNİN IRKÇI-MİLLİYETÇİ İSTİSMARI

Arkeoloji –ve antropoloji– alanındaki araştırmaların ortaya çıkardığı sonuçlar geçmiş yaşama dair bulgulardan güç alarak “insanlık tarihine ışık tutmak” amacıyla kullanıldığı gibi, ırkçı-ayrımcı ideolojik anlayışlara malzeme edilerek insan soyunun, “üstün bir ırk”ından olduğu ileri sürülen bir kesiminin bütün öteki çoğunluğunun sahip olmadığı ve olamayacağı yetenek ve kültürü temsil ettiği; uygarlık yolunda ilerlemenin bu “asil kana sahip üstün ırk”tan gelenler sayesinde ve onlar eliyle gerçekleştirildiği iddialarına dayanak olarak da kullanılmıştır. Fizik ve kimya bilimlerinden farklı olarak insanın insanla, doğayla ve yaşadığı alanların koşullarıyla ilişkilerini daha dolaysız yansıtabilme ve yaşamın maddi koşullarını üretimi ve yeniden üretiminin araç ve yöntemleri hakkında bilgi kaynağı olması nedeniyle insan bilimleri, açık olmalıdır ki, insan türü ya da soyunun tarihsel evrimine ilişkin daha dolaysız bilgilere kaynaklık ederler. İlk insanların ilkin nerede/hangi bölgede ortaya çıktıkları; birden fazla alanda mı yoksa bir bölgede ortaya çıkıp dünyaya oradan yola çıkarak mı dağıldıkları; hangi yolları izleyip neler yarattıkları ya da Homo Sapiens ve Neandertaller örneklerinde görüldüğü üzere birbirlerinden farklı ve habersiz olarak birden fazla bölgede mi yaşadıkları vb. gibi daha da çoğaltılabilecek olan soruların yanıtları için süren bilimsel uğraş, insan soyunun kendi tarihine ilişkin daha doğru bilgiye ulaşmak açısından önem taşır. Bilimsel bilginin gelişmeye ve gerçekliğin daha yaklaşık-daha “tam” bilgisine ulaşmaya açık oluşu, bilimsel keşiflerin daha önceki bilinenleri yanlışlama ya da eksikliklerini giderme gibi bir özelliğiyle birlikte düşünüldüğünde, arkeolojik araştırmaların kimi sonuçları üzerinden ulaşılan bilgilerin sınırlı olabileceği de kabul edilebilir. Kabul edilemez olan ya da bilimsel bakımdan yanlış olan ise, görülen ya da varsayılan bazı bulgulardan hareketle genel-geçer sonuçlar çıkarmak; kısmi olana bütüne ilişkin özellikler atfetmek ya da çeşitliliği tekile indirgemektir. Arkeolojik buluntuların insanın tarihsel gelişimini “üstün bir ırk”a, ve oradan alarak “bir millet”e bağlayan ırkçı-şoven anlayışlara malzeme edinilmesi tutumunda bu yaklaşım, bilim ve tarihe karşı bir tür suikastçı girişim olarak ifadesini bulmuş; ırkçı milliyetçi tarih yazımı için arkeoloji ve onunla birlikte antropoloji istismar edilmiş; arkeolojik araştırmaların sonuçları “milliyet” illiyetiyle bağlı yorumlanarak toprak altının zengin buluntuları “üstün ve ileri ırk” iddialı ideolojik saplantıların dayanağı olarak gösterilmiştir. Bilimin bu milliyetçi istismarında, Alman ve Türk “ırk” teorisinin özel bir yeri bulunuyor. Her ikisinde de “yeni bir millet yaratma” hedefiyle ulusun “ırki özellikleri” arasında kurulan bağlar üzerinden “tarihin yeniden yazımı”na girişilmiştir.

Alman ırkçılığının mı Türk ırkçı milliyetçiliğini esinlediği, tersinin mi söz konusu olduğu üzerine tartışmalar bir yana, “ortak ata” ve “ortak dil” anlayışını geçmiş zamanlara doğru geriye çeken ırkçı milliyetçilerin, sonraki nüfus hareketlerini ve çeşitli kavimlerin kültürel yaratılarını kendi “atasal kökleri”yle ilişkilendirmeleri ortak bir özellik olarak tespit edilebilir. “Irksal kökenler”e bağlanmak istenen milliyetçi tarih anlayışı, Alman versiyonunda, örnek olsun; Şarlman’ın Almanya-Avusturya ve eski İtalya’daki eylemleriyle kurduğu Frank egemenliğini dayanaklardan biri olarak gösterirken, Türk ırkçı milliyetçileri, köken dayanaklarını M.Ö. 3., 4. bin yıllara, hatta bazı versiyonlarında 7000’li yıllara dek geriye götürmüşlerdir.

“ARİ-ÜSTÜN CERMEN” IRKÇILIĞI VE HİTLERCİLİK

Alman ırkçılığında, “atalardan gelen bir miras olarak üstün ulusal nitelik” ve “ulusal karakter” herkesi sarması gereken “ahlaki buyruk” olarak belirlenirken, “kutsal metin”lerdeki söylencelerden, “Eski Ahit” kayıtlarından yararlanılmıştır. “Ata Eşkanaz’ın soyu Urvolklar”ın Alman ve Keltler’in ataları ve “ari ırk”ın temsilcisi oldukları ileri sürülerek, Germenlerin “herhangi bir şekilde yabancılarla karışmamış” ve “bu şekilde saf kan kalabilmiş…” oldukları iddia edilmiş ve onların asıl temsilcileri olarak Almanlar gösterilmiştir. Alman ırkçı milliyetçilerine göre Avrupa halkları bu üstün “ırk”ın “melezleme”siyle kan karışımına uğramış ve “bozulmuş” kesimlerini oluşturuyorlardı ve aynı nedenle de Got, Frank, Sakson ve Longobard kavimlerinin yaşadıkları topraklar “aslında Almanların hakkı”ydı! Hitlerci saldırganlık aynı zamanda bu ırkçı anlayışın pratiğe dönüştürülmesinin ifadesiydi.

Hitler ve Nazi dönemi, Cermen (Germen) ırkçı milliyetçiliğinin güç kazandığı bir dönem oldu. 1933-1945 döneminde milyonlarca Yahudi, Roman ve başka halklardan insanın yok edilmesinde özel bir rol oynayan “üstün ve arı ırk” anlayışı ve politikası, Hitler tarafından “seçilmiş Alman milleti”nin dünya hakimiyetini “kurmak” üzere dünyanın kana bulanmasını “gerekli ve haklı” göstermek üzere kullanıldı. Ona göre, bu “üstün ırk”, “insan soyunun Prometeus’u”; “ışıldayan alnından her zaman bilgi biçiminde kara geceyi aydınlatan” ; “bir fatih olarak aşağı ırklara boyun eğdirmiş ve onların kendi iradesini ve hedefini izlemeye zorlayarak fiziksel güçlerini kendi önderliği altında örgütlü kanallara” akıtandır. Onun “çöküşü”nde, bütün insanlık çökecek; yer yüzü “kesif bir karanlık”la kaplanacak, dünya “bir çöle dönecektir.!”

Hitler, “kanların karışması ve bunun sonucu olan ırkların seviyesinin düşmesi eski medeniyetlerin ölmesinin tek sebebidir” diyordu. Ona göre, “dünyada saf ırk olmayan her şey rüzgarın sürükleyip götürdüğü bir zaman çöpünden ibaret”ti! “Aşağı ırk”tan biriyle “üstün ırk”tan birinin evliliği –o çiftleşme diyordu– “canlıların değerini hedeflemiş olan tabiatın iradesine ters düşer”di; “Tabiatın bu amacı çeşitli değerlerdeki kimselerin çiftleşmesiyle gerçekleştirilemez”di; “ancak en yüksek değeri temsil edenlerin tam ve kesin zaferi”yle bu sağlanabilirdi. “Daha güçlü olanın rolü hükmetmek olmalıdır, daha zayıf olanla kaynaşmak değil” diyordu Hitler. Tarihe yazılan kitlesel yok etmelerden en vahşi ve en büyüğüne imza atan Hitler’e ve onun Nazi Partisi’ne göre bu, tabiat yasalarının gereğiydi ve Tanrı’nın da isteğiydi! “Tabiat… yüksek bir ırkın, basit bir ırkla kaynaşmasını kabul etmez.” Hitler’e göre, Tarih, “açık olarak şunu kaydetmiştir: Asil bir ırk kendi kanını daha aşağı bir topluluğun kanıyla karıştırdığı takdirde, ortaya çıkan melezlik, medeniyet getirecek olan milletin felâketi şeklinde tecelli eder… Sonuç olarak, yüksek ırkın seviyesini düşürme, fizik ve yaratılışta bir gerilemeyi meydana getireceğinden, yaratıcımız olan Tanrı’nın iradesine karşı günah işlemek olur”du.

Arkeolojiyi bilimler içinde “en ulusal olanı” olarak niteleyen Germen ırkçıları, “İndo-Germen dili konuşan toplulukların ilki” olarak Germenlerin, “aşağı ırklara kendi üstün kültürlerini taşımak gibi tarihsel bir görevle karşı karşıya oldukları” anlayışıyla hareket ettiler. Bu anlayışa göre, Almanların ataları “sarışın, Nordik (Aryan), dolikosefal ırk grubu”ndan gelmeydi ve bu da onlara “üstün” bir misyon yüklemişti. Hitlercilik “üstün ırk”ın yaratılması ya da zaten varolan bu ırkın hakimiyetinin sağlanması hedefiyle “dünyanın Almanlar tarafından fethedilmesi için her şeyi yapma”yı hak saymaktaydı. Hitlere göre bu politika “Tanrı’nın istemine uygun bir davranış”ın ifadesiydi.

“TÜRK TARİH TEZİ” VE “TÜRKLÜK” ANLAYIŞI

Milliyetçi tarih, kültür ve dil teorilerinin büyük ilgi ve çabayla inşa edildiği ülkelerden biri de Türkiye oldu. Avrupa’daki milliyetçi akım, 20. yüzyıl başları gibi belirli bir gecikmeyle de olsa, “Türkçülük” akımını da güçlendirdi. Osmanlı İmparatorluğu “teb’ası” olan bazı “etnik azınlıklar”ın ulusalcılık akımıyla bağlı başkaldırılarla kendi devletlerini kurmaya yönelmeleri Türk milliyetçiliğini güçlendirici işlev gördü.

Burjuva ulusçu ve demokratik akımın Balkan ve Doğu halkları arasında da gelişmeye başlaması, Bulgarlar ve Yunanlılar başta olmak üzere İmparatorluk bünyesindeki farklı etnik kökenlerden milliyetlerin kendi devletlerini kurmaları ve Kürtlerin ulusal taleplerle ortaya çıkmaları, Jöntürk hareketini ve İttihat ve Terakki yöneticilerini Türk milliyetçisi politikalara daha fazla yöneltirken, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’yla birlikte ve sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ve akabinde ‘Kurtuluş Savaşı’yla Anadolu ve Rumeli’de kurtarılan topraklarda kurulan yeni Türkiye’nin “kimliği”nin “Türk olarak” belirlenmesi, yeni kuruluşun ve “millet yaratma” politikasının ayırıcı özelliği oldu. 1908 ve 1923 burjuva “Türk devrimleri”nin birleştirici argümanlarından biri olarak milliyetçilik ve diğeri olarak İslam ya da Müslümanlık, Ermenilere karşı yığınsal kırım ve “tehcir”le pekiştirilirken, “yeni Türk devleti”nin tarihsel dayanaklarının “bulgulanması”, yeni dönemin başlıca ihtiyaçlarından biri olarak belirlendi. 1930’lar bu doğrultudaki iddia ve çalışmaların yoğunlaştığı, anayurdu “Orta Asya” olan “Türk ırkı”nın Afrika, Asya ve Avrupa’ya dağılarak medeniyetleri ve kültürleri kurup geliştirdiği teorisinin inşasına girişildiği yıllar oldu. “Yeni ulus inşası” politikasının ‘kritik kavşağı’ 1924-25 dönemiydi. “Tek Parti”li rejim kurulmuş, Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarılmış, Cumhuriyet Fırkası kapatılmış, Takrir-i Sükun Kanunu yürürlüğe konmuştur. 2000’li yıllar Türkiyesi’nde çok sık olarak duyulduğuna benzer biçimde “yeni rejim” inşası için, “yeni düzen”in yerleştirilmesinde, milliyetçi söylem ve uygulamalar önemli bir role sahiptir. Güçlü yönetim şart görülür ve Soyadı Kanunu ile birlikte Atatürk soyadını ”Türk’ün atası” anlamını da verecek şekilde alan M. Kemal’in otoritesi altında ve lidere bağlı ve bağımlı parti ve devlet gücüyle “millet inşası” hızlandırılır. Yeni “bir millet yaratma” kurgusuna ağlı olarak “nüfus mübadalesi”ne girişilir.

Yer, mahalle ve sokak adlarının değiştirilmesi anlayışıyla hedeflenen nüfusun “homojenleştirilmesi” politikası, İttihat ve Terakki yönetimiyle birlikte daha öncesinden zaten uygulanmaya başlanmıştır. İttihat Teraki’nin ‘apolet merdivenleri’ni hızla tırmanan paşası Enver, Fahrettin Altay’ın deyişiyle “Milleti kurtarmak için Allah tarafından tayin edildiğine” inanmıştı ve Ziya Gökalp, milletin kurtuluşunun “melekler tarafından fısıldandığı”nı ileri sürüyordu. “Milleti kurtarmak” için başka milletleri, başka halkları topraklarından sürmek, yok etmek, yok saymak hak sayıldı. Jön Türkler ve İttihat ve Terakki Partisi yöneticileri tarafından benimsenen bu politikayı savunan ittihatçı Hüseyin Avni (soyadı yasasıyla birlikte Alparslan), “…en küçük köylerin isimlerine kadar Türkleştirmek gereklidir. Ermeniceyi, Rumcayı ve Arapçayı reddedelim. Böylece ülkemizi kendi öz kimliğimizle donatalım” diyordu.

Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Rumca ve Ermenice sokak ve yer adlarının değiştirilmesi furyaya dönüştürüldü. Sorun, “Türk tarihine, gelenek ve göreneklerine, ulusal diline sahip çıkma” gibi “akli” bir gerekçe ile açıklanıyor ve uygulama böylece teşvik edilerek destek sağlanıyordu. Cadde, sokak ve meydan isimleri Türkçeleştiriliyor ve başlarına da “bozkurt, ergenekon, kurtuluş” türü sözcükler getirilerek Türkleştiriliyordu. Ad değişikliğiyle eski tarih unutturulup yeni kuşakların sadece aktüel olana değil geçmişe de milliyetçi temelde yaklaşımı için maddi ve kültürel ideolojik dayanaklar yaratılıyordu. “Azınlık”lara karşı ulusçuluk politikası İstanbul gibi büyük kentlerin geçmiş tarihteki “kozmopolit nüfus yapısı”nın kıyımlar, zora dayalı yer değiştirmeler (Rum, Ermeni ve Kürtlerin belirli yerleşim alanlarına doğru itilmesi ya da kendilerini buna zorunlu hissederek ve can havliyle uzak-kenar bölgelere çekilmeleri) ve ülke dışına göçe mecbur bırakma sonucu değişmesine yol açtı. Etnik, dini ve mezhebi farklılıkları, iktisadi-sosyal ilişkilerin ve etkileşimin önüne öznel engeller olarak çıkaran bu politika tarihsel gelişmeye karşı gerici bir işleve sahipti ve toplumsal ilişkilerin etnik ve dini farklılıklar üzerinden dinamitlenmesine hizmet ediyordu.

1930’lu yıllarda, özellikle de Hitler’in Almanya’da işbaşına geldiği 1933’ten sonra ve “ari ırk” çılgınlığının yükselişiyle birlikte Türk milliyetçiliği, içeride Kürt başkaldırılarını da gerekçe edinerek “Türk ırkı”nı tarihsel kökenlerine bağlama çabalarını yoğunlaştırdı. Hitler, 7 Nisan 1933’te çıkardığı “Sivil Kamu Hizmetlerinin Yeniden Yapılandırılması” yasasıyla “Aryan ırkı”ndan olmayanların devlet işlerinde çalışmasını yasaklamıştı. Üstün Ari ırktan olmayan herkesin devlet memurluğuna son verilecekti. Anne ve baba tarafından herhangi birinin Aryan olmadığı “kan karışımı”nın söz konusu olduğu kimseler bu “üstün ırk”tan sayılamazdı ve onun değil devlet işlerinde yer alması, yaşaması dahi gereksiz görülüyordu. Bu politika Yahudilere karşı soykırımı getirdi ve dünyanın İkinci Büyük Savaş’a sürüklenmesinde belirleyici rol oynadı.

Bir tesadüf olmasa gerek, aynı yıl ve aynı aylarda yeni Türkiye’de, “genç Cumhuriyet”in “yeni dimağları”nın Türkçü “idealler”le yetiştirilmeleri için çalışmalar yoğunlaştırıldı. “Türk İnkılabı”nın “bilim ve fen”le desteklenmesinin başlıca alanlarından biri olarak arkeoloji, antropoloji ve etimoloji/filoloji’de çalışma yürütecek bilim insanları ‘korumaya alınarak’ bu özel görev alanında hızla sonuç almaları istendi.

Türk “ırkı” ve Türk dili araştırmalarının, “kültür yaratıcı üstün millet” ve “dillerin anası” Türk dili temalı kampanyaya dönüştürülmesine ‘nezaret eden’ M. Kemal, bu iddia ve tezlerin “bilimsel olarak kanıtlanması” için, yerli-yabancı araştırmacıların dilbilim ve tarih çalışmalarına ağırlık verdi. M. Kemal’in “Atatürk” adıyla kuruluşunda ilk elden rol oynadığı Türk Tarih Kurumu bu ihtiyacın gerektirdiği arkeolojik verileri toparlama ve sentezleme göreviyle yükümlü kılındı. Türk Tarih Kurumu’nun düzenlediği “tarih ve dil kurultayları”na özel bir misyon yükleyen “Türk kimliği”nin “yaratımı” politikasıyla bağlı bu millici girişkenlik, insanlık tarihinin, eski çağlarından başlanarak Türklerin tarihi şeklinde yazılmasıyla sonuçlandı. Bizzat M. Kemal’in direktifleri ve girişimleriyle geliştirilen Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi çalışmaları, tartışmalı arkeolojik buluntularla destekleniyor ve “Türk Tarihi” insanlık tarihiyle özdeş gösterilerek Orta Asya, insanın dünyaya dağılımının merkezi olarak gösteriliyordu.

Yapılan kazı çalışmalarında bulgulanan araç ve şekillerden hareketle Türk ırkının “gelişmiş kültür yaratıcılığı” ve ‘Yeni Türkiye’nin, özellikle de Anadolu’nun, eski sahiplerinin de Türkler olduğu kanıtlanmaya ve ileri sürülmeye çalışıldı. Bu tarih arayışı çalışmalarının anlamı üstüne Affet İnan şöyle yazmıştı: “Türk Tarih Kurumunun büyük Türk eliyle kuruluşundan beri, Türk Tarih Ufku, beşer tarihinin genel ölçüsü içindedir. Halin en büyük çalışma hızı içinde hazırlayan Türk milleti, istikbaline en yüksek emniyetle bakıyor. Çünkü o aynı zamanda, mazisinin kuvvetli temelleri üzerinde yükselmektedir. İşte bizim üzerimize aldığımız vazifeler, bu temelin sağlam malzemesini dünya ilim alemine tanıtmaktır. Bu kutlu ödev şu esaslardan ilhamını ve planını alır: Türk ırkı beyaz ve brakisefaldir. Bugünkü yurdumuzun sahipleri en eski kültür kurucularının ayni ırki vasıflarını taşıyan çocuklarıdır. Onun kültür meşalesiyle yayıldığı sahalar, dünyanın medeniyete kavuşabilen yerleridir. Ön Asya, Akdeniz havzası bu medeniyete mihrak olmuştur. Avrupa, Pasifikten geçecek eski Amerika kültürü, hep ayni köken kuvvet ve filiz almıştır. İşte bu geniş ölçü neolitik ve maden devirlerinin medeniyet çerçevesidir. Bu esaslar, ilk kongremizin tez izahında ve münakaşalarında tespit edilen hakikatlerdir. TTK, beş yıldır bunları teyit etmek için çalışmaktadır. Türk tarihinin ana hatlarını yazmak ve cihan kültürü içindeki yerini vermek, Kurumumuzun kuruluş gayesidir.”

Türk Tarih Tezi’ni benimseyip savunan Şemsettin Günaltay, Türk Tarih Kurumu kurultaylarında, arkeolojik kazı sonuçlarından örneklerle desteklediği sunumlarında “üstün ata ırk” anlayışını   savundu. Günaltay’a göre; “Türkler, tarihin nüfus edebildiği en uzak zamanlarda, dünyanın en eski milletleri olan Çinlilerle İranlıların kendileriyle münasebette bulundukları muazzam ve kadim bir millettir. Bu millet muhtelif asırlarda, muhtelif muhitlerde siyasi veya etnolojik isimlerle tarih sahnesine çıkmış, bir silsile-i mefahir (iftihar edilecek silsile) yaşamıştır. Türklerin tekamül-i tarihiyyesini unutarak milli tarihimizde ancak Mohan hicretine kadar bir kadem vermek, Kayı Oğullarını Türk kitle-i azimesinden ayrı göstermek, şayan-ı hayret bir gaflettir.

“Maatessüf (maalesef, ne yazık ki anlamında –y.a) bu gaflet yalnız Osmanlı Türklerine münhasır kalmamıştır. Selçukiler, Gazneliler, Harizmler, Tolunlar, Ahşidiler,… de kendilerini ana kitleden ayrı tutmuş, tarihlerini Selçuk’tan, Şevüktekin’den Tolun’dan, Tuğuç’tan başlatmışlardır. Aynı bir kavmin muhtelif boyları arasında derin bir boşluk açan bu hal, millet fikrinin inkişafına kuvvetli bir hail (engel) olmuştur.”

Türk tarihini “tarih öncesi”ne dek geriye giderek yazmaya girişen Günaltay, İttihat-Terakki mebusu olarak başladığı kariyerinde “Atatürk”ün emriyle girdiği tarih araştırmalarının sonuçları hakkında 1932’de toplanan “Birinci Büyük Türk Kongresi”nde konuşurken, “İslam medeniyetinde” Türklerin özel bir rol oynadığını ve şayet “Türkler İslam Camiasına girmemiş olsalardı”, bu medeniyetin vücut bulamayacağını ileri sürer. 1937’de Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen “İkinci Türk Tarih Kongresi”nde, Sümer, Akad, Guti, Asur, Kasit, Mittani toplumlarının “Türk kökeni” üzerine görüşlerini, aralarında yabancı arkeologların da bulunduğu arkeolojik ve antropolojik bulgularla desteklemeye çalışır. Türk tarih tezini savunup yöneltilen eleştirileri yanıtlamaya girişen Günaltay, Hasan Raşit Tankut’la birlikte hazırladıkları “Tarih Tezlerimiz Üzerine Gerekli Bazı İzahlar” adlı kitabında, hemen tüm eski zaman uygarlıklarını Türkler ve yurtları (Orta Asya) ile ilişkili gösteren tarih anlayışını teorileştirmeye girişir.

Ona göre; 1-) Türklerin, Orta Asya, Arabistan ve Sahra’nın “Buzul Çağı” sonrasında yaşadığı kuraklık nedeniyle Orta Asya’dan çıkarak “aleme” yayıldıkları; 2-)Türkistan’ın “en eski kültür merkezi” ve “Türklerin anayurdu” olduğunun Anu’daki (Aşkabaat yöresi) arkeolojik kazılarla açıklık kazandığı; 3-) Orta Asya’nın neolitik ve kalkolitik kültürler alanı olmaya “Ön Asya’dan daha eski tarihlerde” başladığı; 4-)Buna bağlı olarak buğday ve arpa gibi tahıl ürünlerinin Orta Asya’da 8000 yıl öncesine denk gelen zamanlarda üretildiği; tahıl ekiminin Elam ve Sümerler’de M. Ö. 4 binli yıllara denk geldiği; Türk kültürünün “en eski kültür olduğu”nun “böylece açıklık kazandığı”; 5-) Mezopotamya’da ırmak akışını düzenleyen halkların bu bölgenin “otokton insanları” olmayıp “Türkistan’dan gelenler olduğu” ve Orta Asya’da “mühendislik öğrenmiş göçmenler”in ekip-biçme, kanallar açma, setler kurma bilgileriyle bu yeni göç alanlarındaki gelişmelere öncülük ettikleri, ve daha da fazlası, uluslararası üne sahip arkeologların eserlerince kanıtlanmıştır.!

Günaltay’ın teorileştirilmesinde önemli rol oynadığı “Türk Tarih Tezi”nde, İskitlerin “Türk kökeni” ve Avrupa’ya yayılan kavimlerin “ataları oldukları” iddiası özel bir yer tutar. Eski Yunan tarihçilerinin “Hazar Denizi’nin doğu ve güneyinden itibaren doğuya doğru uzanan bölge”yi “İskitya”, bu bölgede yaşayanları “Asya İskitleri” ya da “Mesaget” olarak adlandırdıklarını, Heredot’ta Mesaget adının İranlılarca “Saka” olarak anılan halkı işaret etmek üzere kullanıldığını belirten Günaltay, bu “otokton halk”ın İskit olduğunu ileri sürer. Ona göre bu ‘kavmin’ giyim-kuşamlarıyla süvarilik yetenekleri, Firdevsi tarafından Şehname’de Turanlılar olarak anılan gruba giren Saka’larla aynıdır ve bu da onların “Türk oldukları”nı gösterir! Günaltay’a göre eskiden bu ismi taşıyan Türkler Sibirya içlerine ve güneye doğru göç etmişler, Ruslarca Yakut olarak adlandırılan ve “kendisini Saka ismiyle anan” Türkler doğuya ve batıya doğru yayılmışlar; Mezopotamya’ya ve Nil vadisine yol almışlardır. Türk ile Horasanlı arasındaki farkın “aynı kavimden olup” çadırda oturanlarla, dağlı olanlar arasındaki farktan ibaret olduğunu ve Horasan’ın “eski tarihlerden beri Türklere ‘mesken’ olduğu”nu ileri süren Türkçü ideolog, Türklerin Orta Asya’dan “yola çıkarak” Kafkasya, Afganistan, İndus nehri boyları, İran, Mezopotamya, Suriye, Filistin ve Mısır’a gittiklerini, M. Ö. 3200’lü yıllarda Fırat-Dicle arası bölgenin güney mıntıkalarında yaratılan büyük uygarlıkta belirleyici işlev gören yazıyı icat eden Sümerler’in Orta Asyalı “ataları oldukları”nı söylüyordu. Orta Asya’yı “Brakisefal” (yuvarlak kafalı) ırkın “anayurdu” olarak gösteren Günaltay, bu ırkın dünyaya dağılımının bu “anayurt”tan başlayarak gerçekleştiğini ileri sürüyordu. Buna göre, “Arya” diye anılan bu “Orta Asyalı Brakisefaller”, “Buzul Devri” sonlarından başlayarak eski yurtlarından hayvanları ve “madencilik bilgileri”yle ve “mühendislik” tecrübeleriyle ayrılmışlar; Türk kökenli insanların akınıyla birlikte Tunç Devri Avrupası’nda “yuvarlak kafalı, buğday tenli insanlar” çoğalmış, Avrupa’ya neolitik kültür, “Orta Asya kökenli bu Brakisefaller” tarafından getirilmiştir!

Türk Tarih Kurumu’nun Üçüncü Kongresi’nde (1938) konuşan Günaltay, şöyle diyordu: “Türkler, geriye doğru gidildikçe mazisi derinleşen, yayılan, çok eski bir ırktır. Onun zaman ve mekanlara sığmayan heybetli tarihi, en eski kavimlerin hemen hepsini kucaklamaktadır. Denebilir ki Asya tarihi baştan başa kahramanlıklarla dolu Türk tarihidir. Türk tarihi olmaksızın Avrupa ve Afrika tarihlerinin seyrini takip etmek imkansızdır. Geçmişin karanlık devirlerinden beri; asır asır, zaman olmuş ki eski dünyanın dört bucağında ancak Türk akıncılarının nal sesleri çınlamış, Huvang-Hu kıyılarında, Sint ve Ganj boylarında, Fırat ve Tuna sahillerinde, Kızılırmak ve Sakarya kenarlarında, Nil deltasında yalnız Türk’ün hakim sesi duyulmuş, bütün bu ülkelerde zaman zaman, yer yer, Türk kültürünün büyük abideleri kurulmuştur…”

Günaltay, Türk tarihini, “önsüz geçmişten sonsuz geleceğe doğru, bazen coşarak taşan, bazen dinerek inen, fakat durmadan akan bir varlık…” olarak tarif edecek denli “coşkulu”dur!

“Kazı bulguları, kabartma ve heykeller” destekli ve Göktürk/Köktürk/Orhun Yazıtları gibi tarihin daha sonraki evrelerinde yazılan “anıt yazıtlar”la güçlendirilmiş “Türk” tarihi görüşü, Türkçeyi “bütün dillerin anası” gösteren Güneş Dil Teorisiyle birlikte, sonraki bütün dönemlerde tarih ders kitaplarında, çok sayıdaki kitap ve makalelerde ve günümüzde İnternet sitelerini dolduran versiyonlarıyla kopyalanıp yaygınlaştırılarak sürdürülmüş ve sürdürülmeye devam etmektedir. Şoven milliyetçilerin günümüzde de savunmayı sürdürdükleri Türk milliyetçi tarih tezine göre “Tarihin ilk dönemlerinde ortaya çıkan Orta-Asya’dan hareketle Avrupa’ya gelen ve burada yaygın bir imparatorluk kuran İskitlerin Türk kökenli olduğu konusunda” hiçbir şüphe yoktur! “İskitler ve Sakalar Atatürk’ün de haklı olarak belirttiği gibi Avrupa’ya gelen ve ilk Avrupa devletini kuran Türkler’dir.”

İskitler, “M.Ö. VII yüzyılda Avrupa ile Asya’nın batı kesiminde, Tuna ile Volga ırmakları arasındaki bölgede yaşamış bir Orta Asya kavmidir.” Yunanlılar’ın İskit (Skuthoi), İranlıların Saka olarak andıkları İskitler “kendi bölgelerinde zamanlarının en ileri uygarlığını kurmuş olmalarına karşın, sonraları çeşitli nedenlerle imparatorluk dağılmış ve halk başka ülkelere göç etmiştir.” Zaten Herodot da, “İskit adının Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan yerli halkın kullandığı ‘Skolot’ ya da ‘Oskolot’ sözcüğünden geldiğini” ileri sürmüştür.

“İranlılarla beraber Türklerin de Sakalar diye andığı bu kavim”, “Tanrı Dağları, Fergana ve Kaşgar bölgesini yurt edinmiş” ve “M.Ö. VIII yüzyılda bu bölgeden batıya göç etmiş”tir. Bir kol Aral gölü dolayında, Seyhun nehri ağzı çevresinde yerleşmiş, diğer bir grup Hazar Denizi’nin kuzeyinden geçerek Güney Rusya’ya gitmiş ve “o tarihlerde o bölgede yaşamakta olan Kimmerleri Kafkasya’nın güneyine, Ön Asya’ya doğru göçe zorlayarak” yerlerini almıştır. Onların dilinin “İran dili arasında bazı benzerlikler olması nedeniyle tarihçilerin bir kısmı”nın İskitleri “İran asıllı olarak benimsemek eğiliminde” olması ise “hatalı bir tutumdur.” “Türkçe’de yaşayan Arapça ve Farsça sözcüklere bakarak Türklerin Arap veya Fars kökenli oldukları ileri sürülemeyeceğine göre, İskit dilindeki İran asıllı sözcüklerin de bu kavimin İran asıllı olduğunu göstermesi yetersiz bir delildir…”

Fuat Köprülü’nün, Günaltay’la aynı dönemde, Orta Asya’ya ilişkin arkeolojik ve antropolojik araştırmaların “henüz yeni başlayıp emekleme devresinde olduğunu” belirterek mesafeli durduğu bu Türk milliyetçi tarih anlayışının aynı bilim dallarında yapılan çok sayıdaki yeni buluşlarla bağdaşmaz vargı ve tezlerinin bugün eskisiyle birebir ve kopya savunusu inandırıcı olmayacağından “önsüz geçmişten sonsuz geleceğe” herkesin ve tüm kültürlerin “ana yurdu” Orta Asya ve dillerinin “anası” Türkçe tezlerinin “bilimselliği” artık eskisi denli ileri sürülememektedir. Buna rağmen, “Avrupalılar’ın atası İskitler”in “Türklüğü” iddiası dolaşımda olmaya devam ediyor. Türkçü tarih tezini oluşturanların sonraki çömezleri, bu tarih görüşünü savunma adına, kiminde farklı tarihi dönemlerdeki kavimleri aynı döneme denk getiren, kiminde aralarında binlerce yıl zaman bulunduğunu açığa vuran, toplama “bilgiler”lerle ‘suyu iyice bulandırmış’lardır. Bu sözüm ona savunmayla kanıtlanan “tarih” örnek olsun; “İskitlerden çok daha önce Karadeniz hattına ulaşan Kimmerler ile birlikte bu bölgeye yerleşmiş ve uzun süre Kimmer coğrafyası içerisinde yaşamış savaşçı bir ulus” olarak tarif edilen Amazonlar’ı, ulus gibi tarihsel ve kavramsal olarak çok sonraki bir tarihsel döneme ait olgu ve kavramlarla açıklayacak ve “İskitlerin soydaşları olan Amazonların günümüz Türklerinin Ataları olduğunu” ileri sürecek denli cehaletten güç alır. Hızı kesilmez ve kütlesi düşük yapmış bir ivme ile, daha önce M. Ö. 9. Yüzyılda “ortaya çıktıkları”nı haber verdiği İskitleri, “Türklerin ataları olan kadim Turanid (Ön Türk) toplumunun bir parçası” ve “Türk Tarihinin 3.000 Yıl önceki temsilcisi” olarak ilan eder. Sonra bir başka uydurma “bilgi”yle yamalanmış bu sözüm ona “tarihsel açıklama”, “diğer tüm Ön Türklerde olduğu gibi yine Sümer Medeniyetine dayan”dırılır! Ve bir kesinleme olarak eklenir ki, “M.Ö. 7000’li yıllarda Aral gölünde ortaya çıkan Afanasyevo Kültürüne mensup Brakisefal (Yuvarlak Başlı) toplum M.Ö. 5000’li yıllarda bugünkü Türkmenistan havzasına ulaşmış, buradan da Orta Doğu bölgesine yerleşerek Sümerler Medeniyetini tarih sahnesine çıkartmışlar”dır! “Sümerler dönemi ile dünyanın ilk medeniyetini inşa eden bu toplum, Sümerler’in yıkılmasından sonra küllerinden kavimler, medeniyetler ve toplumlar çıkartmış, bu toplumlardan biri de Türkler olmuştur.”

1937’de düzenlenen II. Türk Tarih Kongresi‘nde konuşan Afet İnan, Türklerin dünyaya kültür ve uygarlık taşıdığını, yapılan kazıların bu “tarihi gerçeği” gösterdiğini ileri süren Türk tezini güçlendirmek üzere şöyle diyordu: “Türkiye toprakları, bu zengin ve çeşitli eserleri koynunda ve üstünde saklamıştır. Tarihin her devir kültürü onun için yabancı değildir. Türk ırkının bu ülkeye sahip oluşu ise, tarihin en eski devrinden başlar. Proto-Eti ve Eti bu sahipliğin başında gelir. Ondan sonraki göç dalgaları, Türkiye topraklarına aynı ırktan olan Türk kardeşlerini getirmiştir. Bu yurdun muhtelif tarihi devirlerinde, siyasi varlığında değişiklik ve adında başkalıklar görülmüştür. Fakat ırki vasfı, Türk cevherini hep muhafaza etmiştir. Bu sözlerimin müeyyidesi ikidir: biri, topraklar altında binlerce yılın sakladığı ced iskeletleri; diğeri, bugün yaşayan ve bu yurda hakkıyla sahip olan Türk milleti, bizler… bunu görüp anlamak, bizim için en kolay iştir. Fakat ilim alemine tanıtmak da ayrıca bir borçtur.”

Alacahöyük’te (Çorum) yapılan kazılarda bulunanların “eski Asya kültürü, Türk kültürü ile ilgili” olduğu ileri sürülerek “Türk ırkının tarihi çağlarda olduğu kadar, tarihten önceki dönemlerde de faal olduğu”, “beşeri medeniyetin gerek yaratılmasında ve gerek yayılmasında amil olduğu”nun kabul edilmesi istenir. Bu kurgunun yarattığı “sinerji”yle çoşan kongre katılımcılarından Eugene Pittard ise şöyle konuşur: “Etilerin cetleri olan Anadolu’nun bu eski brakisefalleri, illeten neticeye varmak yoluyla, Türklerin de cetleri telakki olunabilir…. Bu vakıadan istintaç olduğuna göre, Bütün Avrupa’nın –diğer kıtalar Avrupa ile mütesanit olduğuna nazaran, bütün medeni kürenin– Anadolu’yu ve ona mücavir memleketleri, bugünkü medeniyetimizin bütün unsurlarını ve başlıca ırklardan birisini kendisinden aldığımız bir mukaddes toprak gibi telakki etmesi, Ön Asya’nın bugünkü Avrupa’nın anası olmuş olduğunu kabul etmek lazım gelir.”

Bu tiratlarla dönemin siyasal koşulları arasındaki bağ elbette önemlidir. Bir diğer etken, dönemin bilimsel bulgularının varsayımsal yorumlara tabi tutularak belirli ırki özelliklerle büründürülmesidir.

Bilgi ve tarih kirletici bu anlatıcılıkta, bir şeye dayanan, yani ondan dolayı veya onunla birlikte var olan bir şey, onun nedeni ve onu ortaya çıkaran olarak gösterilir.

“Dünyanın ilk medeniyetinin inşa edilmesi”ne dair ırkçı tezlerin ve oradan milliyetçilik devşirmenin oysa, ne akli ve bilimsel ne de ahlaki geçerliliği yoktur. Sümer medeniyeti diyelim Türk, Kürt, Fars, Arap tarihi açısından “köken bağlantıları kurulabilir” olarak tüm bu toplumların milliyetçileri tarafından “kendine ait” gösterilebilir. Belirli bir bölgeden başlayarak ya da farklı bölgelerden gelip bir yerlerde temas kurmuş olan eski kavimlerin birbirlerinden öğrenmelerinin ve birbirleriyle karışmalarının evrimsel ve tarihsel olarak mümkünlüğü, ilk zamanlarında kendilerini Türk, Arap, Kürt, Fars, Bedevi gibi isimlerle adlandırmaları olanağı bulunmayan farklı kavimlerin sonraki zamanlarda kaydedilmiş tarihsel gelişme sürecinde giderek belirli topraklara yerleşimleriyle de bağlı olarak etnik isimlerle anılmaları ya da kendilerini öyle adlandırmaları, ulus (millet) ve milliyet gibi tarihin yakın zaman önceki dönemlerinin olgularıyla ilişkin olay ve gelişmeleri ve onlara verilen adları bulamaç haline getirip içinden “Türk” ya da diğer milliyetçi ideolojik argümanlara malzeme çekmek, bilimsel herhangi değer taşımadığı gibi, tarihe karşı hile yapmak anlamına da gelir. İskit ya da Saka’lar olsun, Sümerler, Elam, Asur, Med, Urartu, Hun, ya da Hititler olsunlar bütün bu birkaç bin yıl öncesine tarihlenen kavimlerin yarattığı ve taşıdığı kültür ve uygarlık kuşkusuz tarihsel önemdedir. Ancak yerleşik yaşamla bağlı gelişmelerin ve avcı-toplayıcı insan kavimlerinin M. Ö. 4000-3000 yılları arası dönemlere tarihlenen Orta Asya, Mezopotamya bölgesi insanlarının geliştirdikleri “teknik” beceri ve buluşlarla sınırlı olmayıp, hatta onlardan öğrenmeksizin geliştirilip yayıldıklarına dair veriler (delinmiş boncuk, kafa ameliyatı, kemik iğneler, mağaralardaki tapınak ya da korugan yapıları vb.), onlardan çok daha önceki zamanlara tarihlenen daha eski insan topluluklarının yaratıları, 1930’ların ırkçı tezlerini yineleyerek yazılan ve tarihi gerçekleri alt-üst edip tümüyle farklı gösteren burjuva şoven hikayeleri, boşluğa düşürmüştür.

Anadolu’nun “Türk’ün anayurdu” olmadığını, Türklerin Anadolu’ya tarihin oldukça yakın dönemlerinde geldiklerini, değme Türk milliyetçileri de –tarih üzerine ve hakkında biraz bilgileri varsa– kabul edeceklerdir. Konya ve Göbeklitepe’de on bin-on bir bin yıl öncesine ait buluntuların açık hale getirdiği eski zaman yapıları, el aletleri, resimler, kullanım araçları vb. gibi belgeler, eski tarihlerin şu ya da bu “ırk” ya da “etnik köken”e bağlı olarak açıklanamayacağını gösterirler. Orta Asya “Türk anavatanı” ve “Türk asıllı İskit-Saka imparatoruğu”yla Avrupa “uygarlığını kuran Türkler” üzerine, Milattan birkaç bin yıl öncesine de uzanarak ve özellikle de M. Ö. 8. , 7. yüzyıl gibi çok daha yakın bir tarihi dönemden hareketle Göbeklitepe’deki “uygarlık belirtileri”ni açıklamak mümkün olmadığı gibi, Denisova’daki 50 bin yıllık işlenmiş boncuklar da Kuzeye-Sibirya’ya doğru yayılan “Türk asıllı kavimler”le izah edilemez ya da onlara mal edilemezler.

Göbeklitepe’deki kalıntılar örneğin Türk ve İslam’a işaret etmezler. ‘Denizli Adamı’, insanı yüz binlerce yıl öncelere götürür. Aborijinlerin 50 bin yıl öncesinden itibaren Avustralya’nın yerli halkı olarak orada yaşadıkları açıklık kazanmıştır.

SON DÖNEM BULUNTULARI VE BOŞLUĞA DÜŞEN IRKÇI TARİH TEZLERİ

İleri teknik cihazlarla, radyokarbon testleriyle yapılan analizler sonucu elde edilen yeni bulgular, önceki on yıllarda yapılan arkeolojik ve antropolojik araştırmaların bazı sonuçlarından hareketle ileri sürülen ırkçı tarih tezlerinin dayanaksızlığını açığa çıkardılar. 2016-2017 döneminde, bilimsel ve tarihsel olarak büyük öneme sahip yeni arkeolojik kanıtlar elde edildi. Bu bulgulardan bazıları şöyle sıralanabilir:

I-) Güney Afrika’da, Swartkrans arkeolojik alanında bulunan ve yaklaşık olarak 1.7 milyon yıl öncesine tarihlenen bir ayak kemiğinde kötü huylu kanser kanıtları bulundu. Ayak kemiğinin hangi insan türüne ait olduğu henüz kesinleştirilememiş olmasına rağmen, dik yürüyebilen bir insan türüne ait olduğu açıklandı.

Kazı ekibinden Edward Odes, buluntunun, kanser türü hastalıkların sanılanın aksine, “endüstriyel toplumlar var olmadan milyonlarca yıl önce ortaya çıktığını” gösterdiğini ileri sürdü.

II-) Denizli’nin Honaz İlçesi Kocabaş Mahallesi’ndeki mermer ocağında bir işçi tarafından 2002’de bulunan ve ‘Denizli Adamı’ ismi verilen fosil kafatasının 1.2 milyon yaşında, ve Anadolu’da bilinen ilk ve tek taş devri insanı olduğu, yapılan testlerle “kesinlik kazandı.” İlkin 500 bin yıllık olduğu tahmin edilen fosilin yaş belirlemesi için Marsilya Üniversitesi’ndeki laboratuarlarda, “paleomanyetizma ve kozmik radyasyon yöntemleri”yle yapılan araştırılmasında yaşının 1 milyon 200 bin olduğu tespit edildi. Fosil kafatası insanlık tarihi açısından yeni bir kaynak ve kanıt oluşturuyor. Denizli Adamı’nın Anadolu’nun tek eski insan fosili olduğunu belirten Marsilya Üniversitesi’nde görevli Dr. Amelie Vialet, şöyle diyordu: “En eski insan fosili Afrika’da bulundu. Afrika’da bulunan fosilin yaşının 2 milyon 8 bin yıllık olduğu belirlendi. Gürcistan’da bulunan bir başka insan fosili de 1 milyon 800 bin yıllık. Denizli’de bulunan fosil, insanlık tarihi açısından çok önemli. Bu fosil, ilk Afrika insanından biraz farklı. Denizli’de bulunan fosilin kafatası biraz daha küçük ve ince.”

Pamukkale Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Alçiçek’in açıklamasına göre, “Denizli adamı” fosilinin yaşı, “TÜBİTAK ve CNRS (Centre National de la Recherche Scientifique) desteği ile Aix-Marseille Üniversitesi bünyesindeki CEREGE’nin (Centre Européen de Recherche et d’Enseignement des Géosciences de l’Environnement) çalışmaları”yla ve “CEREGE laboratuarlarında paleomanyetizma ve kozmik radyasyon yöntemleriyle” belirlendi. Araştırma sonuçları 2014 yılı başında “Earth and Planetary Science Letters” dergisinde yayınlandı. Araştırmanın sonuçları üzerine Türk ve yabancı bilim insanlarının yorumları arasında belirli bazı farklılıklar bulunuyor. Türk Profesör Alçiçek’e göre, bu arkeolojik araştırmanın sonuçları, “Avrupalıların atasının Anadolu kökenli olduğu”nu da göstermiş oldu! Prof. Dr. Işın Yalçınkaya’nın düşüncesi de Alçiçek’e yakın; o da Denizli’deki fosil buluntunun, “Anadolu’nun insanların dünyaya yayılırken yaşadığı yerlerden biri olduğu ve Avrupa’ya buradan geçtiği varsayımı” için bir kanıt olarak alınabileceğini açıkladı.

Ancak bu varsayım abartılıdır: Buluntular ilk yerleşik yaşam alanlarından biri olarak Anadolu topraklarını işaret etmesine rağmen, Avrupa‘ya Anadolu’dan geçiş varsayımı, bir varsayım olarak kanıtlanmış olmaktan uzaktır ve Afrika‘dan “dünyaya dağılım”ın Anadolu’dan geçmeyen yolları da pekala bulunmuş olabilir.

III-) Kuzey Afrika’da bulunan beş yeni Homo Sapiens fosili üzerinde yapılan araştırmaya göre, ilk insan 300 bin yıl önce ortaya çıktı ve insanın sonraki evrimi kıtanın çeşitli bölgelerinde eşzamanlı olarak gerçekleşti. Bulunan kafataslarının beyin hacmi ve kaş bölgesi farklılığı dışında “modern insanlarınkiyle neredeyse aynı olduğu” açıklandı. Daha önceki “en eski fosiller” Etiyopya’nın Omo Kibish bölgesinde ortaya çıkarılan 195 bin yıllık fosillerdi. Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü’nden (MPI) Prof. Jean-Jacques Hublin, Paris’teki College de France’da düzenlediği basın toplantısında, Fas’ın Jebel Irhoud bölgesinde buldukları fosil kalıntılarının (kafatası, diş ve uzun kemiklere ait parçalar), “İnsanların Afrika’da bir ‘cennet bahçesinden’ hızlıca yayıldığı düşüncesini” yanlışladığını belirterek “Bizim görüşümüz insanların Afrika kıtası çapında zamana yayılan bir evrim geçirdiği yönünde. Eğer bir cennet bahçesinden bahsedeceksek bu bütün Afrika olmalı” açıklamasında bulundu. Prof. Hublin ve ekibine göre, bu eski insanlar taştan aletler yapmaktaydılar ve ateşi kullanmayı da biliyorlardı.

Araştırmayı yürüten ekipten Dr. Shannon McPhearon, benzer bulguların “Afrika’ya yayılan 300 bin yıllık pek çok mağarada” bulunduğunu açıklarken, Londra Doğal Tarih Müzesi’nden Prof. Chris Stringer, “Artık insanlığın tek bir beşiği olduğu düşüncesinden vazgeçmemiz lazım…. İsrail’de bulunan ve muhtemelen aynı dönemden kalan fosiller de Homo Sapiens’in gelişmekte olduğu döneme ait diye tanımlayabileceğimiz özellikler sergiliyor” demektedir. Prof. Stringer, daha küçük beyne, daha büyük surata, daha belirgin kaş çıkıntılarına ve daha büyük dişlere sahip olan bu ilk insanların da Homo Sapiens sınıfına girebileceğini ve yarım milyon yıl öncesine tarihlenebileceğini belirtiyor.

IV-) Hint ve Fransız bilim insanları Hindistan’ın Tamil Nadu eyaletindeki arkeolojik kazı bölgesinde bulunan 7 bin 200’ün üzerindeki taşın 172 bin ila 385 bin yıl önce yapılmış olabileceğini ileri sürdüler. Arkeoloji uzmanları, buldukları taş aletlerin düşünme yetisine sahip ellerden çıkmış olması gerektiğini ve 400 bin yıl öncesine dayanan aletlerden çok daha kullanışlı olduğunu açıkladılar. Bu fosil kalıntılar, Afrika’dan göçlerin başladığı zamanlarda Hindistan’da insanların zaten yaşamakta olup-olmadığı sorusunu gündeme getirdi. “İlk insan türleri”nin 1 milyon 750 bin yıl önce ağır taş aletler yapabildiklerini gösterir bazı kalıntılar da bulunuyor. Hindistan’da kullanıldığı belirtilen bu çok eski taş aletlerin insan benzeri türler tarafından yapılmış olabileceği de varsayımlardan biri.

V-) Homo floresiensis adı verilen türün 100.000 yıl önce Endonezya’da yaşadığına dair kanıtlar bulundu. Homo sapiens‘in en az 250.000 yaşında olduğu ve bugünün modern insanının en yakın atalarının ise en az 50 bin yıldır yaşam alanları bulma ve değiştirme serüveniyle var olduğu konusunda ise herhangi bir belirsizlik bulunmuyor. En son buluntularla birlikte avcı-toplayıcı insan türünün ortaya çıkmasından bu yana 2.8 milyon yıl gibi çok uzun bir süre geçmiştir. Bu oldukça uzun sürecin tüm tarihinin tümüyle açığa çıkarılması, bütün bu sürede yaşanan doğasal ve ‘beşeri’ değişim, felaket ve alt-üst oluşlar nedeniyle ancak yaklaşık genellikler ölçüsünde söz konusu olabilir. Bilimsel araştırmalar ilerledikçe daha fazla kanıtlara dayanılarak daha ileri adımlar atılacağı kuşkusuzdur.

VI-) Güneybatı Fransa’daki Bruniquel Mağarası’nda yapılan araştırmalarda, 175.000 yıl önce yaşayan Neandertallensislerin inşa ettiği, taştan yapılmış dairesel yapı kalıntıları bulundu.

Dairesel yapılar, mağaranın girişinden 336 metre içerde yer alıyor ve mağaranın zemininden koparılmış ve benzer boyutlarda kesilmiş 40 cm. yüksekliğindeki yaklaşık 400 adet dikitin üst üste yığılmasıyla ve aralarının duvar şeklinde örülmesiyle inşa edilmiş. Arkeoloji uzmanları bunun, Neandertallerin yetenekleri hakkında yeni bilgiler içerdiğini söylüyorlar. Dikitlerin mağara girişinden 336 metre içerde olmasını ise uzmanlar “bu dönemdeki insanların yeraltı ve ortamı konusunda”ki bilgisine yorumluyorlar.

VII-) Sibirya’daki Denisova mağarasında, 50.000 yıl öncesine (Paleolitik dönem) tarihlenen, devekuşu yumurtasından yapılmış ve ustaca delinmiş boncuklar bulundu. Denisova mağarasında daha önce de ince bir iğne, bilezikler ve boncuklar keşfedilmişti.

VIII-) Avusturalya’da, Mungo Gölü bölgesinde yapılan kazılarda elde edilen ve 50.000 yıl öncesine tarihlenen buluntular üzerinde yapılan DNA testleriyle, bu kıtanın ilk insanlarının yerli Aborijinler olduğu kanıtlanmış oldu. Araştırmanın sonuçları “Current Biology” dergisinde yayınlandı.

IX-) Urfa’nın Haliliye ilçesi Göbekli Tepe’de gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda 12 bin yıl öncesine uzanan yerleşim kalıntılarıyla dini sembollerin bulunması, yerleşik yaşama geçişin, Orta Asya, Sümer, Elam, Urartu, Mısır, Hitit vb. gibi “uygarlıklar”dan çok daha önce bu bölgede de gerçekleştiğini ve kilden yapılmış bira kablarının da, üretilenlerin saklanmasına dair bilgiye sahip olunduğunu gösterdi. Göbeklitepe’deki buluntularda T biçimli dikili taşların yerleştirilerek duvarla örülmüş olması ve merkezinde yer alan dikili taşlardaki insan, hayvan figürleriyle kabartma ve oymaların bulunması, kabartma, heykelcik, insan ve hayvan şekillerinden hareketle M. Ö. 5000-3200 arası dönemlerde Orta Asya, Altaylar, Hazar Bölgesi, Mezopotamya ve Nil vadisi’ndeki yaşamı “ilk yerleşim” ve “ilk zanaatsal etkinlik”ler olarak gösteren tezleri de yanlışlamış oldu. Yapılan kazı çalışmalarında, 11.000 yıl öncesine tarihlenen çok sayıda kemik parçasının yanı sıra üzerinde oluk izleri, delikler, aşıboyası olan kafatası parçaları bulundu. Göbeklitepe’de bulunan üç kafatası parçası, dünyada bilinen en eski oyulmuş kafatasları olma özelliği taşıyor.

X-) Kenya’da 10.000 yıl öncesine tarihlenen ve bir erkeğe ait olduğu belirtilen bir kafatasında bulunan ve sivri uçlu bir alet ya da sopa ile oluşturulduğu sanılan yara izleri, girişilmiş bir cinayete ilişkin buluntu olarak kabul ediliyor.

Kenya’nın kuzeyindeki Turkana Gölü yakınlarındaki Nataruk kazı alanında 10.000 yıl önce katliama kurban gitmiş olabilecekleri düşünülen 8’i kadın, 6’sı çocuk ve dördü elleri bağlanmış şekilde 27 kişiye ait iskeletlerin bulunması bu türden toplu öldürme olaylarının yerleşik yaşama geçişten öncesine mi yoksa sonrasına mı ait olabileceği tartışmasına yeni boyutlar getirdi.

XI-) Konya-Çatalhöyük’te, Neolitik Dönem’e ait olduğu belirtilen ve M.Ö. 8000 ila 5500 yılları arasına tarihlenen, vücudunun tüm parçalarıyla eksiksiz bir kadın heykelciği bulundu.

XII-) Balıkesir’in Dursunbey ilçesi Delice köyü bölgesinde birbirine beş kilometre uzaklıkta yer alan iki mağarada Son Neolitik çağa ait olduğu belirtilen ve 8000 yıl öncesine tarihlenen geyik avı resimleriyle Neolitik çağ inanç biçimlerine ait işaretler bulundu.

XIII-) Current Biology dergisinde yayımlanan bir araştırmada yer alan bilgilere göre, Avrupa’ya erken göçlerden en az iki dalgasının, Orta Anadolu’daki Neolitik dönem insanlarıyla aynı gen havuzuna ait olduğu açıklandı. Neolitik dönemde yaşamış Avrupalılar’ın genetik bilgileriyle, Anadolu’daki iki farklı yerleşim bölümünde buluntuları elde edilen 9 bireyin genetik bilgilerini karşılaştıran araştırmacılar, Boncuklu Höyük yerleşiminde 10.300 ila 9.500 yıl önce yaşadıkları belirtilen 4 iskelet ile Niğde’deki Tepecik-Çiftlik bölgesinde 9.500 ila 7.800 yıl öncesine tarihlenen ve daha gelişmiş tarım teknikleri kullandıkları ileri sürülen 5 iskeletten alınan genlerle benzerliğini tespit ettiler.

XIV-) Kahire’nin 50 km. güneyindeki Antik Mısır mezarlığında bulunan ve “Tarkhan Elbisesi” adı verilen ketenden yapılma bir elbisenin radyokarbon testleriyle yapılan incelenmesinde, MÖ 3482-3102 yıllarına tarihlenebileceği açıklandı.

XV-) İstanbul Arkeoloji Müzeleri tarafından İstanbul’un Silivri ilçesinde yürütülen kazılarda bir savaşçıya ait olduğu ve Bronz çağa tarihlendiği belirtilen 5.000 yıllık kurgan mezar bulundu. Mezarda ayrıca pişmiş topraktan iki kabın, iskeletin yanına yerleştirilmiş olarak bulunduğu açıklandı.

XVI-) Bonn Üniversitesinden bir grup Mısırbilimci, Mısır’ın Asvan kenti yakınlarındaki bir nekropolde, MÖ 4. bin yıldan daha eski kaya resimleri keşfetti. Keşif, Tarihi Eserler Bakanı tarafından Mısır’da yapılan en önemli 10 arkeolojik keşiften biri olarak gösterildi ve ödül aldı. Mısır’ın Asvan kenti yakınlarındaki bir nekropolde keşfedilen ve noktalar halinde kayaya kazınmış bu resimlerde şamanik figürler ve av sahneleri betimlenmiş. Araştırmacılara göre keşfedilen bu resimler Mısır’ın Neolitik Dönemi ile Antik Mısır kültürü arasında bir bağlantı oluşturabilir.

XVII-) Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi öğretim görevlisi Yard. Doç. Dr. Mustafa Akkuş ve ekibince Van Gölü’nde yapılan araştırmalar sırasında, su altında 3 bin yıllık Urartu kalesi görüntülendi.

XVIII-) Teos Antik Kenti’nde 2200 yıllık kira sözleşmesi olduğu belirtilen bir yazıt bulundu. 1.5 metre yüksekliğindeki mermere yazılmış ve 58 satırdan oluşan sözleşmeye göre, kiralanmak istenen yer için bir kefil ve kentin ileri gelenlerinden oluşan altı şahit bulunuyor.

XIX-) Kırıkkale’nin Delice İlçesi’ne bağlı Karalı ve Elmalı köyleri arasındaki arazide sel sularının açığa çıkardığı ve 2000 yıl öncesine ait olduğu belirtilen Roma dönemi mozaik kalıntıları bulundu. Kırıkkale’de buğday tarlasının altından Orpheus Mozaiği Çıktı.

Mozaikte, Orpheus sol elinde lir çalarken, sol tarafta asasına yaslanarak oturmuş bir erkek, sağ tarafta ise her iki eli yana açılmış bir kadın figürü yer alıyor. 7.90 metre uzunluğunda, 6.10 metre genişliğindeki mozaik, MS. 1. ila 3. yüzyıla tarihleniyor.

Moğolistan’daki Altay Dağları’nda bulunan ve bir kadına ait olduğu düşünülen mezarda, kadının yanında gömülü bir at ile at takımları, renkli işlemeli çantalar, 4 farklı kıyafet ve yastıklar bulundu. Buluntuların MS 6. yüzyıla ait olduğu belirtiliyor.

BİLİMSEL BİLGİ ARTIP İLERLEDİKÇE, TARİH “DAHA SARİH HALE GELİYOR”

“Yıldızların Zamanı” adlı popüler bilim kitabının yazarı Alan Lightman, evrenin oluşumu, değişimi ve “sonu” üzerine zengin bilimsel içeriğiyle büyük ilgi gören kitabını, “Evrim Kuramı”nın büyük ismi Charles Darwin’in Türlerin Kökeni’ne sonsöz olarak yazdığı paragraftan bir cümlecikle bitirir. Orada Darwin, “çok basit başlangıçlardan en güzel ve en olağanüstü şeyler oluşur ve evrimleşir” diye yazmıştı.

Babillilere ait Enuma Eliş efsanesini anımsatan Lightman, vücudumuzu oluşturan atomların “ufkun ötelerinden geldiğine, yıldızların içindeki nükleer tepkimeler sırasında oluştuktan sonra uzaya püskürtülüp gezegenleri, toprağı ve organik molekülleri oluşturduğuna” inanan çağdaş astronomların insanlığın kökeniyle yıldızların, galaksilerin ve “hatta evrenin yaşam öyküleri” arasındaki bağları bilmek için çaba gösterdiklerine dikkat çekerek günümüz astronomlarının evrimi ve değişimi inceleyen aralıksız uğraşlarından örnekler verir.

Yaşama ilk adım atışından itibaren çevresini, doğayı ve doğa olaylarını merakla inceleyen insanın, havadaki değişimleri, mevsimler ve gök cisimlerinin (yıldızlar vb.) hareketlerini inceleme ihtiyacıyla bir bilim olarak astronominin gelişmesi arasındaki bağı tasavvur etmek zor olmasa gerek. Lightman, ilk kez Ege havzasında kullanılan “zaman ölçme aracı”yla daha modern saatlerin geliştirilmesi arasındaki bağa işaret eder. On altıncı yüzyılda Nicholas Copernicus’un “Güneş merkezli gezegen sistemi” üzerine görüşleriyle birlikte Dünya merkezli evren anlayışının ilk büyük darbeyi yemesi ve Edvin Hubble’ın 1929’da evrenin genişlemekte olduğuna ilişkin tespitleriyle birlikte dünya ve evrenin değişmezliği (Aristotelesci gelenek) görüşleri inandırıcılığını yitirmeye başladığını, gezegen sistemleriyle ilişkin incelemelerin sonuçlarından bir diğerinin Isaac Newton’ın imzasını taşıyan “kütle çekim yasası” olduğunu; evrenin oluşumu ve gezegen sistemlerinin durumuyla ilişkin bilimsel araştırmaların teknolojik gelişmelerle birlikte ilerlediğini; genel görelilik ve kuantum teorisiyle bilimin daha ileri düzeyde ilerlemeler kaydettiğini belirtir. Bilimsel araştırma ve gelişmelerle uzaydan gelen, uzay cisimlerinin ışınımlarıyla bağlı olarak yayılan radyo dalgaları, kızıl ve morötesi ışınımlar, X ışınlarının tespiti, “gök cisimleri”nin ya da başka biçimde ifade edilirse evrenin milyarlarca ve milyarlarca yıldız ve gezegen sistemlerinden bazılarının özellikleri hakkında yeni bilgilerin edinilmesini sağlarken, evrenin nasıl ve “ne zaman” oluştuğu, ısınmakta mı soğumakta mı olduğu, genişleyip genişlemediği sorularına yanıt arayışı devam ediyor. Bu inceleme ve arayışların 2000’li yıllarda vardığı yerde, bilim insanları, evrenin yaklaşık olarak 13.5-14 milyar yıl önce “olağanüstü bir madde sıkışması”yla gerçekleşen “Büyük patlama”(Bing Bang) sonucu oluştuğunu/oluşmaya başladığını ileri sürmektedirler.

Bu hesaplamalar kapsamında dünyamızın 4.5 milyar yaşında olduğuna dair genel bir kabul söz konusudur. Varsayım doğru kabul edilirse, canlı türlerinin ve onlardan biri olarak hayvanlar alt türünden biri olan “Homo Sapiens”in ortaya çıkışı ve sonraki zamanlarda gerçekleştirilen arkeolojik ve antropolojik araştırmalarla açığa çıkarılabildiği kadarıyla onun tarihsel hikayesinin başlaması arasındaki milyarlarca ve milyarlarca yıllık sürede yaşanan değişimin ne denli devasa çeşitlilik gösterdiği; ne türden yıkımlara ve yeniden oluşumlara sahne olduğu vb. gibi, düşünülmesi dahi büyük tasavvur gücünü gerektirir sorunların söz konusu olduğu da görülür.

Buna rağmen, insan soyunun bilinen tarihinin nispeten daha yakın bir zamanı işaret etmesi, karşı karşıya olunan sorunu, söz uygunsa başa çıkılır duruma getirmiş; bu tarihin araştırılmasında kolaylaştırıcı işlev görmüştür. Ne var ki, “insanı insanın kurdu” haline getirecek koşullar oluşmadan önce, doğayla birlikte ve ona karşı, ama ondan ve ürünlerinden yararlanarak, sahne olduğu değişimleri gözleyip yaşamına ilişkin sonuçlar çıkarmayı öğrendiği kadarıyla yaşamını kolaylaştırıcı araç ve yöntemler geliştiren ve bulup ürettiğini paylaşarak var olmasını sürdüren insan türü, elindeki üretim araçlarının gelişimiyle birlikte ve birbirleriyle kurdukları ilişkileri çerçevesinde yaşam biçimini değiştirmeye yönelmiş ve bu değişim sürecinde kendisi de değişmeye başlamıştır. Ürün fazlalığının mülk edinilmesi olanaklarının doğmasıyla birlikte güç ve araçlarının başka insanları köleleştirmek üzere kullanılması, klan-kabile-aşiret farklılıklarının basamak edinilerek diğerlerinin dışlanmaya ve ezilmeye başlanması süreci, kapitalizmle birlikte, zengin ve üretim araçlarını ellerinde bulunduranların yoksul ve kendi emekgücünü satma hak ve olanağı dışında bir üretim aracı olmayan insanları ezip sömürmesi biçiminde, modern sınıf çatışmalarının en net sonuçlarını doğurmuştur.

“Milletlerin doğuşu” gibi tarihsel olarak yeni zamanlara dair bir olguyu geriye doğru binlerce yıl öncesine çekerek, kabile-klan ve aşiret dönemlerinden başlayarak Homo Erectus ve Homo Sapiens’in tarihsel serüvenini dahi kendi “ataları”yla özdeş bir “geç zaman tarihi”yle açıklamaya çalışanların başka halklardan “üstünlük” iddiaları her şeyden önce, insan soyunun o eski zaman uğraşılarına; yana-yakıla, döne-eğile bulup ilerlemesinde kullanıma geçirdiği yaratılarına karşı inkarı içerir. Çakmak taşını, taş baltayı, ağaç ok ve mızrağı kullanarak, kilden ve topraktan yararlanıp yerleşik yaşam için gereçler oluşturmaya çalışarak girdiği “uygarlık” yolunda kat ettiği ilerlemeyi “mülk edinme” politikası, sınıf kavgasının maddi döl yatağında mayalanan “milliyetçilik”in tarih öncesine denk düşer.

“Çok basit başlangıçlardan en güzel ve en olağanüstü şeyler”in oluşup evrimleşmesinin evren gibi sonsuzluklar yönünden görülebilir gözlenebilir kimi sonuçları da dahil canlı ve cansız doğa üzerinden muhteşem diye anılabilecek örneklerine tanıklık eden insan soyu, bilinmezlikler aleminden bilinebilirliklerin deryasında yön tayinine ve ürün almaya soyunduğundan beri, büyük badireler pahasına büyük ilerlemeler kat etti. Çakmaktaşı kıvılcımıyla ‘gözü açılan’, gök gürültüsü ve şimşek çakmasından elektrik akımının yol açtığı yanmalardan ateşin “sırrı”na ulaşan insanın “kim”liği, bu büyük keşfi yeryüzünün neresinde ve ilk kez gerçekleştirdiğinden bağımsız olarak, ve o büyük adımı atmasından binlerce ve binlerce yıl sonra, adına “milliyetçilik” denen bir “ayırıcı maneviyat değeri ve ölçütü” tarafından belirli “ırk”(!) ya da milliyetlerce mülk edinilmek istenen “uygarlık adımları”nın insan soyuna dair ve ait oluşu gerçekliğini perdeleyebildi. Oysa evrene ilişkin, evrenin oluşumu, değişimi üzerine –ve uzay bilimleri, astronomi ve kozmoloji alanındaki bilimsel uğraşıların “başlangıç” ve “son”a dair “kesinlik”lerden uzak kimi kabulleri de dahil– önemlerinin büyüklüğü tartışma götürmez bilimsel ilerlemeler desteğinde doğa ve toplum yaşamında, basitten karmaşığa, aşağıdan yukarıya gelişmelerin sonsuzca örneğinin sunduğu birikim ve olanakla insan soyu, doğa tarihiyle kıyaslandığında henüz ‘dün’ sayılacak tarihinde, doğada var olup kendi türünün üretici eylemiyle de zenginleşen “çok basit”ten “çok güzel ve olağanüstü” sonuçları “daha evrensel bir anlayış” çerçevesinde de değerlendirebilirdi ve değerlendirebilir. Ancak doğa tarihi de toplumsal tarih de, niyetlerle ve özlemlere dair duyusal-düşünsel temennilerle oluşup-oluşturulmuyor. “Habil-Kabil” hikayesi dahil mitolojik anlatılardaki haklı-haksız, katil-kurban hikayelerinin hemen tümü gidip mülkiyet “davası” ve kavgalarına dayanır veya bağlanır.

Klan-kabile toplumlarından köleciliğe, oradan feodal topluma doğru toplumsal gelişmenin belirli tarihsel sürecinde, feodalizmin bağrında yeşeren kapitalizm eski “ilkel” farklılıklarıyla etnik toplulukların “uluslar” olarak şekillenmesine de sahne oldu ya da yol açtı. Proletaryası ve burjuvazisiyle “ulus”lar farklılığı kuşkusuz ‘tarih öncesiz’ değildi. Aksine, önceki zamanların tarihsel ve ruhi şekillenmesi, ortak toprak ve dil birliği gibi unsurların varlığından güç alan uluslaşmayla birlikte, bu önceki tarihin daha da eskilere çekilerek farklılıkların üstünlükler olarak yorumlanması, tarihi yaratıların “ulusal mülk edilmesi”ne yönelinmesi, insan türünün yaşam savaşında zorunlu olarak geliştirdiği araç ve yaratılarının “ırki” imzaya alınması çabalarının yoğunlaşmasına da yol açtı. Milliyetçilik, ulusal devletlerin kuruluşuyla birlikte burjuvazi tarafından başka ulusların aşağılanması ve bağımlılık altına alınmasının ideolojik silahına dönüştü, ya da dönüştürüldü. Ezen ve ezilen ulus milliyetçiliği olmasıyla bağlı olarak farklılık göstermesine rağmen burjuvazinin damgasını taşıyan ve ilkin pazar sorununa bağlanıp kapitalist emperyalizm koşullarında sömürgeci ve ezen burjuva ulusçuluğuyla ezilen ve sömürge halkların ulusçuluğu olarak farklı özellikler gösteren bu iktisadi-sosyolojik ve siyasal boyutlu sorun, uluslar sorununun tarih sahnesinde belirgin biçimde ortaya çıkmasıyla birlikte, burjuvazi tarafından sınıf sömürüsünün aracı olarak kullanılmaya; sınıf çelişkilerinin üstünü örten ideolojik bir silaha dönüştürülmeye çalışıldı. İnsan soyunun yüz binlerce yıllık süreçteki evrimi ve doğayla iç içe ve onunla ve güçleriyle mücadelesi sonucu son 50.000 yıllık sürecinde geliştirdiği icat, alet ve tecrübeyle “uygarlık yolu”nda kat ettiği ilerlemeyi belirli bir ırkın eseri gösteren tarih ve “insan görüşü”, 19. ve 20.yüzyıldaki kitlesel katliamlarda rol oynadı. Kapitalizmin uluslar olarak oluşmalarına büyük bir ivme kazandırdığı ve Fransız burjuva devrimiyle uluslararası bir akıma dönüşen milli (ulusal) devlet kurma ihtiyaç ve politikasının yığınsal kabul görmesinde, burjuvazinin “ulusal” ya da ulusçu “birlik” çağrıları karşılıksız kalmazken, o, kendi sınıf egemenliğiyle birlikte tarihsel olarak miadını doldurmuş olmasına rağmen, başta işçi sınıfı ve kent-kır emekçileri olmak üzere artık nesnel olarak onunla karşıt konumda bulunan yığınların demokrasi ve özgürlük şiarlarında ifadesini bulan taleplerini istismar etmeyi sürdürdü. Milliyetçilik, sınıf farklılıklarının ve çatışmalarının ötelenmesinin güçlü manevi etkiye sahip aracı ve “bütünlük” iddialı ideolojik argümanların zamkı olarak işlevli olmaya devam etti. Avrupa’da başlıca olarak Fransız-Alman savaşlarında, Napolyon’un Prusya kent ve eyaletlerini işgal etmesi döneminde, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ve savaşa gelen koşullarda, kiminde işgal karşıtlığını güçlendirmek kiminde “üstün ırk”ın başkalarıyla karışarak bozuşmasını engellemek ve dünyaya hakimiyetini sağlamak üzere kullanıldı.

Bu “milliyetçi” yaklaşım, insan soyunun tarihsel yaşam sürecinde, maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretiminin ilk evrelerinde baş vurduğu yöntem ve geliştirdiği araçları da “ilk yapan ve geliştiren olma” ayrıcalığında belirli “millet”lere mal etmeye çalışır. Türk burjuva şovenleriyle ırkçı Türk milliyetçilerinin bu politikada başı çektikleri söylenebilir.

Buna karşı yapılabilecek olan, doğa ve toplum tarihini ve sahne olduğu gelişmeleri bilimsel ve akli bir bakış açısıyla irdelemek; aralarındaki ilişki bütünlüğünü göz ardı etmeksizin tarihsel olanla ona monte edileni ya da edilmek isteneni ayırt ederek tarihi materyalist ve diyalektik bağlarıyla ve tek yanlılığa düşmeksizin irdeleyip değerlendirmektir. (YUSUF AKDAĞ - TEORİ VE EYLEM)
Blogger tarafından desteklenmektedir.