Ekonomi Politik: Maddesel yaşama araçlarının üretim ve değişimini yöneten yasaların bilimi
Fransızca “economie politique”den Türkçeye yanlış bir çeviriyle giren ekonomi-politik deyimi, tam karşılığı olarak “politik ekonomi”dir. Yani “politikaya ait ekonomi” anlamına gelir. Politika (siyaset) ise, Marks’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”da ifade ettiği gibi, “maddi hayatın üretim tarzı” tarafından koşullandırılan alandır. Türkçe karşılığıyla politika, “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı”dır.[1*] Bu anlamıyla “ekonomi-politik” (politik ya da siyasal ekonomi), devlete ilişkin ekonomi demektir. Marks “mülkiyet ilişkileri”ni “üretim ilişkilerinin hukuki ifadesi”[2*] olarak tanımlarken, ekonomi-politiğin salt ekonomik ilişkiler alanıyla (altyapı) sınırlandırılamayacağını, tüm toplumsal ve siyasal ilişkileri kapsaması gerektiğini ortaya koymuştur.[3*]
“Ekonomi-politik, en geniş anlamda, insan toplumunda maddesel yaşama araçlarının üretim ve değişimini yöneten yasaların bilimidir. Üretim ile değişim iki farklı işlevdirler. Üretim, değişimsiz olabilir; ama değişim, –tanım gereği ürünlerin değişiminden başka bir şey olmamasından ötürü–, üretimsiz olamaz. Bu iki toplumsal işlevden her biri, büyük ölçüde kendine özgü dış etkilerin etkisi altında ve dolayısıyla büyük ölçüde kendi öz ve özgül yasalarına sahip bulunur. Ama öte yandan, bu işlevler birbirlerini her an koşullandırır ve birbirleri üzerinde öylesine bir etkide bulunurlar ki bunlar, ekonomik eğrinin apsis ve ordinatı olarak adlandırılabilirler.
İnsanların üretim ve değişim koşulları ülkeden ülkeye ve her ülkede de kuşaktan kuşağa değişir. Öyleyse ekonomi-politik de bütün ülkeler ve bütün tarihsel dönemler için aynı olamaz.”[4*]
Ekonomi-politik, belirli bir tarihsel dönemde ve belirli bir ülkede (örneğin İngiltere) üretim ve değişim ilişkilerinin incelenmesi (tahlil edilmesi) ve bu ilişkilerin yasalarının ortaya konulmasıdır. Böylece ekonomi-politik, toplumsal ölçekte üretim ilişkileriyle; toplumsal üretim ve değişim ilişkileriyle uğraşır. “Bununla birlikte” der Engels, “çeşitli insan toplumlarının içlerinde üretim ve değişimde bulundukları ve sonuç olarak ürünlerin her kez içlerinde bölüşüldükleri koşulların ve biçimlerin bilimi”dir de.[5*]
“Ama bölüşümdeki farklılıklarla birlikte sınıf farklılıkları da ortaya çıkar. Toplum, ayrıcalıklı sınıflarla yoksunlaşmış sınıflar, sömürücülerle sömürülenler, egemenlerle yönetilenler biçiminde bölünür ve aynı bir aşiretin doğal topluluk gruplarının, evrimleri içinde başlangıçta yalnızca ortak çıkarlarına (örneğin Doğudaki sulama) göz kulak olmak ve dışa karşı savunmalarını sağlamak için ulaşmış bulundukları devlet, bundan böyle, egemen sınıfın yaşama ve egemenlik koşullarının yönetilen sınıfa karşı zorla sürdürülmesi gibi bir ereğe sahip olur.
Bununla birlikte bölüşüm, üretim ve değişimin salt edilgen bir sonucu da değildir; o da ötekiler üzerinde etkili olur. Her yeni üretim tarzı ya da her yeni değişim biçimi, başlangıçta yalnızca eski biçimler ile bunlara uygun düşen siyasal kurumlar tarafından değil ama eski bölüşüm biçimi tarafından da engellenir. Her yeni üretim tarzı ya da her yeni değişim biçiminin, önce uzun bir savaşım içinde, kendine uygun düşen bölüşümü kendine bağlaması gerekir. Ama belli bir üretim ve değişim biçimi ne denli hareketli, gelişime ve evrime ne denli yatkın olursa, bölüşüm de içinden çıktığı koşulların etkisinden kurtulduğu ve daha önceki üretim ve değişim biçimi ile çatışma içine girdiği bir düzeye o denli çabuk ulaşır. Yukarda sözkonusu edilen eski ilkel topluluklar, dış dünya ile ticaret işlerinde dağılmaları sonucunu veren servet farklılıkları meydana getirmeden önce, bugün bile Hintliler ve Slavlarda olduğu gibi, varlıklarını binlerce yıl sürdürebilirler. Buna karşılık, topu topu üçyüz yıllık bir geçmişi bulunan ve ancak büyük sanayinin ortaya çıkmasından sonra egemen duruma geçen modern kapitalist üretim, bu kısa zaman parçası içinde, bölüşümde onu zorunlu olarak sonuna götürecek olan çelişkiler –bir yanda sermayelerin birkaç elde, öte yanda da varlıksız yığınların büyük kentlerde toplanması– yarattı.
Bölüşüm ile bir toplumun maddesel varlık koşulları arasındaki bağ, her durumda yansıması halk içgüdüsünde düzenli olarak bulunacak denli doğaldır. Bir üretim biçimi, evriminin yükselme çizgisi üzerinde bulunduğu sürece, kendisine uygun düşen bölüşüm biçimi tarafından zarara uğratılmış durumda bulunan kimseler tarafından bile alkışlanır. Büyük sanayinin ortaya çıkması zamanındaki İngiliz işçileri gibi. Hatta bu üretim biçimi toplum için normal olarak kaldığı sürece, bölüşümden genellikle herkes hoşnuttur ve o anda egemen sınıfın kendisi içinden yükselen protestolar (Saint-Simon, Fourier, Owen), ilkin sömürülen yığın içinde hiçbir yankı bulmaz. Ancak sözkonusu üretim biçimi iniş çizgisinin büyücek bir kısmını tamamladığı, ömrünün yarısını doldurduğu, varlık koşulları büyük ölçüde ortadan kalktığı ve ardılı gelip kapıya dayandığı zamandır ki – işte ancak o zamandır ki gitgide daha eşitsiz bir biçime gelen bölüşüm haksız görünür; işte ancak o zamandır ki yaşam tarafından aşılmış olgular, ölümsüz denilen adaletin karşısına çağrılır. Ahlaka ve hukuka bu başvuruş, bizi bilimsel bakımdan bir parmak bile ilerletmez; iktisat bilimi, ne denli haklı olursa olsun, ahlaksal öfke içinde herhangi bir kanıt değil ama yalnızca bir belirti görebilir. İktisat biliminin görevi daha çok, ortaya çıkan toplumsal bozuklukların bir yandan varolan üretim biçiminin zorunlu sonuçları ama bir yandan da başlayan bozulmasının belirtileri olduklarını göstermek ve bozulan ekonomik hareket biçimi içinde, üretim ve değişimin gelecekteki bu bozuklukları ortadan kaldıracak yeni örgütlenme öğelerini bulup çıkarmaktır. Ozanı yaratan öfke, bu bozuklukların betimlenmesinde ya da bu bozuklukları yadsıyan veya süsleyip-püsleyen egemen sınıfın hizmetindeki şakşakçılara karşı saldırıda tam yerli yerindedir. Ama her durumda ne denli az tanıtlayıcı olduğu, tüm geçmiş tarihin her döneminde bu öfkeyi besleyecek yeterince şey bulunması basit gerçeğinden de anlaşılabilir.
Bununla birlikte, çeşitli insan toplumlarının içlerinde üretim ve değişimde bulundukları ve sonuç olarak ürünlerin her kez içlerinde bölüşüldükleri koşulların ve biçimlerin bilimi olarak ekonomi politik, bu genişlemeyle henüz yaratılacak bir şey olarak kalır. Şimdiye değin iktisat bilimi olarak elimizde bulunan şey, hemen tamamen kapitalist üretim biçiminin doğuşu ve gelişmesi ile sınırlanır: Bu da üretim ve değişimin feodal biçimlerinden arta kalanların eleştirisiyle başlar, bunların kapitalist biçimlerle değişmesi zorunluluğunu gösterir, daha sonra bu üretim tarzını ve ona uygun düşen değişim biçimlerini olumlu anlamda, yani toplumun genel ereklerini kolaylaştırmaları anlamında açıklar ve kapitalist üretim biçiminin sosyalist eleştirisi ile, yani kapitalist üretim biçiminin yasalarının olumsuz anlamda açıklanması, bu üretim biçiminin kendi öz evrimi tarafından kendi kendini olanaksız kılan noktaya doğru yöneldiğinin tanıtlanması ile bitirir. Bu eleştiri, kapitalist üretim ve değişim biçimlerinin, üretimin kendisi için gitgide katlanılmaz bir engel durumuna geldiklerini; bu biçimler tarafından zorunlu olarak koşullandırılan bölüşüm tarzının gün günden daha çekilmez bir sınıf durumu, gitgide daha az ama gitgide daha zengin kapitalistler ile sayısı durmadan artan ve durumu genellikle kötünün kötüsüne giden varlıksız emekçi işçiler arasında her gün daha da kızışan bir karşıtlık doğurduğunu ve ensonu, kapitalist üretim biçimi çerçevesinde yaratılmış ama bu üretim biçiminin artık egemenlik altına alamadığı yoğun üretken güçlerinin, toplumun bütün üyelerine, hem de durmadan artan bir ölçüde yaşama araçları ve yeteneklerinin özgür bir gelişmesini sağlamak için, planlı bir elbirliği bakımından örgütlenmiş bir toplum tarafından el altına alınmaktan başka bir şey beklemediklerini tanıtlar.
Burjuva ekonomisinin bu eleştirisini sonuna değin götürebilmek için üretim, değişim ve bölüşümün kapitalist biçimini bilmek yetmiyordu. Ona öngelen ya da daha az gelişmiş ülkelerde, onun yanında hâlâ varlıklarını sürdüren biçimler de, hiç değilse ana çizgileri içinde, irdelenmeli ve karşılaştırma konuları hizmeti görmeliydiler. Bu türlü bir irdeleme ve karşılaştırma şimdiye değin genel olarak yalnızca Marks tarafından yapılmıştır ve bunun sonucu burjuva dönem-öncesi teorik iktisat üzerine şimdiye değin saptanmış ne varsa, hemen hepsini onun araştırmalarına borçlu bulunuyoruz.
Ekonomi politik, dahi kafalarda 17. yüzyıl sonuna doğru doğmuş olmasına karşın gene de, dar anlamda, fizyokratlar ve Adam Smith’in vermiş bulundukları olumlu formüller içinde, özsel olarak 18. yüzyılın çocuğudur ve bu dönemin bütün üstünlük ve kusurlarıyla birlikte, bu çağda büyük Fransız aydınlanma filozofları tarafından elde edilmiş başarılar dizisi içine girer. Aydınlanma filozofları için söylemiş bulunduğumuz şey, o çağın iktisatçıları için de geçerlidir. Yeni bilim, onlar için, çağlarındaki koşulların ve gereksinmelerin dışavurumu değil ama ölümsüz usun dışavurumu idi; bu bilimin bulduğu üretim ve değişim yasaları, bu eylemlerin tarihsel olarak belirlenmiş bir biçiminin değil ama doğanın ölümsüz yasaları idiler; bu yasalar, insan doğasından çıkarılıyorlardı. Ama bu insan, yakından bakılırsa, o zaman büyük burjuva haline dönüşmekte olan orta burjuva[6*] idi ve doğası da, çağın tarihsel olarak belirlenmiş koşulları içinde üretimde bulunmaya ve ticaret yapmaya dayanıyordu.”[7*]
Bu tarihsel süreçte burjuvazinin, özel olarak da manüfaktür burjuvazisinin (orta burjuvazi) ilişkilerine dayanan ve bu ilişkileri açıklamayı amaçlayan ekonomi-politik bir burjuva bilim alanı olarak ortaya çıkar. Ekonomi-politiğe bu burjuva niteliğini veren, kapitalistin üretim, değişim (ticaret) ve bölüşüm koşullarını tahlil etmekle yetinmesidir. Bu amaçla yapılan tahlilden beklenilen, tek tek ya da bütün olarak kapitalist sınıfın karşı karşıya kaldığı sorunlara çözümler bulmaktır. Böyle bir amaçla şekillenen ekonomi-politik, kaçınılmaz olarak burjuva (kapitalist) çıkarlara hizmet eder. Ekonomi-politikten beklenen, kapitalist sınıfın kârını azamileştirmesi ve ortaya çıkan bunalımlara çözüm üretmesidir.
Bu niteliği ile burjuva ekonomi-politiği, üretim sürecini irdelerken kârın azamileştirilmesini; dolaşım sürecini irdelerken metaların satış koşullarının belirlenmesini ve bölüşüm koşullarını irdelerken “gelir”in kâr, faiz ve toprak rantı arasındaki dağılımını esas alır. Böylece “yatırım, ticaret ve finans” konuları burjuva ekonomi-politiğinin ana konuları olur. Ancak bu konular, sektörel bazda değil, ulusal ölçekte ele alınır. Bir başka deyişle, burjuva ekonomi-politiği üretim, değişim ve bölüşüm koşullarını ulusal (ve uluslararası) ölçekte ele alır. Bu nedenle, burjuva ekonomi-politiği ulusal üretim, ulusal ticaret ve ulusal gelir konularını irdeler.
Burjuva ekonomi-politiği, devlete ilişkin ekonomi olmakla birlikte, asıl olarak “toplam ürünün ya da ‘zenginliğin[8*]’ üretim ve bölüşümünü düzenleyen yasaları” inceleyen bir alan olarak ortaya çıkmıştır.
“Her ülkede, toprağın ve emeğin toplam ürünü üç bölüme ayrılır: bunlardan bir bölümü ücretlere, öteki kârlara ve diğeri de ranta gider... Toplumun değişik aşamalarında yeryüzünden sağlanan toplam üretimin bu üç sınıf arasında rant, kâr ve ücret olarak paylaşımı farklı olacaktır... [işte] bu bölüşümü düzenleyen yasaların belirlenmesi ekonomi politiğin baş sorunudur.”[9*]
Burjuva ekonomi-politiğinin toplumsal ürün ve bunun paylaşımına ilişkin yasaları bulmaya yönelik araştırmaları, “ulusal ekonomi” çerçevesinde ekonomik faaliyetlerin tahlil edilmesi demektir. Ancak bu yöneliş, basit bir “akademik çaba” ya da insan felsefesi yapma isteğiyle ilgili değildir.
Feodalizmin yerini alan kapitalizm koşullarında ticaret ve üretimde meydana gelen gelişmeler “zenginliği” (servet) artırmıştır. Bu “zenginlik” artışının nedenleri ve niteliğinin ortaya konulması, özellikle bireysel “zenginleşme”nin bir çok mülksüzleşmeyle birlikte ortaya çıkması, “nedensiz zenginleş-me”ye karşı gösterilen tepkiler karşısında zorunlu hale gelmiştir. Tek tek kişilerin neden ve nasıl “zenginleştikleri”nin araştırılması yerine, bu “zenginliğin” toplumsal ölçekteki durumunun ele alınması, aynı zamanda kapitalizm koşullarındaki “zenginliğin” meşrulaştırılması demekti.[10*] Böylece Adam Smith’in “Ulusların Zenginliğinin Nedenleri ve Doğası Üzerine Araştırmalar” kitabı ekonomi-politiğin sınırlarını da çizmiştir. Bundan böyle artık burjuva ekonomi-politiğinin görevi, kapitalist toplumda “zenginliğin”, yani sermaye birikiminin doğasını ve büyümesinin yasalarını ortaya çıkarmak olmuştur.
Ancak ekonomi-politiğin “ulusal zenginliğin” nedenlerini ve doğasını (niteliğini) araştırmaya başlaması, yukarda ifade ettiğimiz gibi, feodalizmden kapitalizme geçiş koşullarında “zenginliğin” el değiştirmesinin yaratmış olduğu toplumsal, siyasal ve ideolojik tepkilerin ve farklılaşmaların ürünüdür. Düne kadar feodal sınıfın sahip olduğu “zenginlik”, şimdi kapitalist sınıf tarafından ele geçirilmiştir. Bu dönüşüme karşı ilk tepki, şüphesiz feodal egemen sınıf ve tabakalardan gelmiştir. Kapitalizmin gelişmesi karşısında feodal sınıfların tepkisi ahlaki, dolayısıyla dinsel, yani ideolojiktir. Feodalizmde “zenginliğin” (servetin) soylu sınıf içinde ve soyluluk temelinde dağılımı ve el değiştirmesi, gelişen kapitalizmle birlikte bu “soyluluğun” dışına çıkmıştır. Soylu sınıfın dışında yer alan, “tiers-etat” adı verilen “üçüncü tabaka”, yani burjuvazinin zenginleşmesi ve buna bağlı olarak feodal soyluluğun eski servetini kaybetmeye başlaması, o güne kadar yerleşik değer yargılarına ters düşmüştür. Bu ters düşüş, burjuvazinin zenginleşmesinin, feodal anlamda ve dinsel ölçülerde ahlaki olmadığı düşüncesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Özellikle meta ticareti yapan kesimin, yani tüccarların metaları değerlerinin üstünde fiyatlarla satarak kendilerini zenginleştirdikleri, dolayısıyla bu zenginliğin insanların aldatılması ve insanların zor durumlarından yararlanılmasıyla sağlandığı ileri sürülür.[11*]
Ekonomi-politik, bu “ahlakçı düşünce” karşısında gelişen burjuva felsefesinden ekonomi alanına bir sıçrayıştır. Böylece ekonomi-politik, burjuvazinin “zenginliğinin” kökenlerini açıklayarak, ne denli “doğal” olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Bu da, ekonomi-politiği, hem bir “ekonomi teorisi”, hem de “ekonomi politikası” haline dönüştürmüştür.
Ekonomi-politik, burjuvazinin “zenginli-ği”nin nedenleri ve doğasının açıklamasının ötesine geçerek, aynı zamanda gelişen kapitalizmin ortaya çıkardığı “sorunların” çözümlenmesinin bir alanı olmuştur. Bu yönüyle ekonomi-politik, feodal sınıfların kapitalizme karşı yönelttikleri “ahlakçı” eleştirilerin dayandığı olumsuz gelişmelerin, hem “doğal” nedenlerini açıklayan, yani onları meşrulaştıran, hem de onlara çözüm bulmaya çalışan bir “bilim” dalı haline gelmiştir.
Rousseau ekonomi-politiği şöyle açıklar:
“Bu sözcük, Grekçe ev (oikos) ve yasa (nomos) sözcüklerinden oluşmuştur ve aslında bir ailenin tümünün ortak iyiliği için evin bilgece ve dürüstlükle yönetilmesini belirtir. Anlamı, daha sonra büyük bir aileyi yani devleti kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bu iki farklı anlamı ayırdetmek için sonuncu durumda genel ekonomi ya da politik ekonomi, birinci durumda ise ev ekonomisi ya da özel ekonomi sözcükleri kullanılır.”[12*] (abç)
Adam Smith’e göre, “bir toplum ‘üyelerinin çok büyük bir bölümü sıkıntı içinde olduğu zaman elbette mutluluk ve gönenç içinde olamayacağı’, toplumun en zengin durumu çoğunluğun bu sıkıntısına yolaçtığı ve ekonomi politik de (genel olarak özel çıkar toplumu) bu aşırı zenginlik durumuna götürdüğü için, toplumun mutsuzluğu, öyleyse ekonomi politiğin ereğidir.”[13*]
“Ekonomi bilimi” olarak iktisadın ekonomi-politik oluşu, fizyokratların, Adam Smith ve izleyicilerinin merkantilist döneme (ticari kapitalizm) yönelttikleri eleştirilerin bir ürünü olmuştur ve odak noktasını devletin ekonomiye müdahalesi oluşturmuştur. Devlete ilişkin ve devleti kapsayan her ekonomik tahlil, kaçınılmaz olarak politik ekonominin tahlilidir, yani ekonomi-politiktir.
Adam Smith ekonomi-politiği şöyle tanımlar:
“Devlet adamı veya kanun yapıcıya ait bir bilim dalı olduğu düşünülen ekonomi politik, iki farklı hedef önerir; birincisi halk için bol miktarda gelir veya geçim imkanı sağlamak, veya daha doğrusu onların kendileri için böylesi bir geliri veya geçimlik sağlamalarını mümkün kılmaktan; ve ikinci olarak da devlete veya ulusa kamu hizmetlerinin yapılmasını sağlayabilecek bir gelir temin etmektir. Ekonomi politik hem halkı, hem de hükümdarı zenginleştirmeyi önerir.”[14*]
Burjuva ekonomi-politiğinin Petty’le başlayan ve Adam Smith’le zirveye ulaşan tarihsel oluşumu, İngiliz David Ricardo (1772-1823) ve Fransız Jean Baptiste Say (1767-1832) ile birlikte serbest rekabetçi kapitalizmin tartışmasız iktisadı halini alır. Ekonomi-politik ile ekonomi ya da iktisat bir ve aynı anlamdadır artık.[15*] Bu andan itibaren ekonomi-politik, tümüyle kapitalizmin hizmetine koşulmuştur. Onun görevi, kapitalizmin ve kapitalistlerin karşı karşıya oldukları sorunları belirlemek, nedenlerini saptamak ve bunlara çözümler üretmektir. Bu niteliğiyle, burjuva ekonomi-politiği, hem teorik, hem pratik içeriğe sahiptir. Bir yanıyla kapitalizmin teorisi yapılırken, diğer yanıyla kapitalizmin düzenli işleyişini sağlayan çözümler üretilmesi beklenilir. Bu nedenle, teorik içeriği ile ekonomi-politik ulusal ölçekte kapitalizmi (kapitalist ekonomi) inceler; pratik ekonomi-politik[16*] ise, tekil ya da sektörel ölçekte kapitalistlerin ilişkilerini ele alır. Bu da, “makro” ve “mikro” iktisat ayrımının temelini oluşturur.
Ticari kapitalizmden (merkantilizm) sanayi kapitalizmine geçişle birlikte ekonomi-politiğin ortaya çıkışı, o güne kadarki tüm ekonomik tahlillerde varolan karmaşıklığı ve kargaşayı da sona erdirir. Merkantilist dönemde “zenginlik” ölçüsünün değerli maden yığmacılığı olmasından, manüfaktür döneminde “zenginlik”in ölçüsü olarak tarımsal üretim “artığı”na geçiş ve nihayetinde büyük sanayiyle (fabrika) birlikte “zenginlik” ölçüsünün sermaye birikimi olması, kapitalizmin, yani “sermayecilik”in içinde doğduğu feodal üretim ilişkilerinden çıkarak egemen üretim ilişkisi olmasının tarihsel sürecinin ekonomi bilimindeki yansılarıdır. Kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliğiyle birlikte, ekonomi-politiğin ana konusu da “kapital”, yani sermaye olmuştur. Artık ulusal ve sektörel bazda herşey sermayenin etrafında ve sermaye temelinde ele alınır.
İktisatta ya da ekonomi-politikte sermayenin tüm incelemelerin çıkış ve varış noktası halini almasıyla birlikte, tüm ekonomik yazın sermaye ile başlar ve sermaye ile biter. Bu da kapitalizmin evrensel bir düzen olduğunu ilan eden burjuva ideolojisinin tartışmasız kabul edilmesinin koşullarını yaratmıştır.
Böyle bir ekonomi-politik, kapitalist sınıfın bakış açısıyla ve kapitalist sınıfın çıkarları doğrultusunda kapitalistin üretim ilişkilerinin (üretim, değişim ve bölüşüm ilişkilerinin bütünü olarak) tahlilini yaparken, kaçınılmaz olarak kapitalist üretim ilişkilerinin gerçek ve bütünsel durumuyla ilgilenmez. Kullandığı yöntem ve tanımlar (terimler, kavramlar) tümüyle buna uyarlanmıştır.[17*] Tarihsel olarak burjuva bilimi olarak ortaya çıkan ekonomi-politik, Marks’ın “Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili” ve “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” alt başlıklarını taşıyan Kapital’in üç cildinde yapılan eleştiri ve tahliller sonucunda bilimsel temellerine oturtulmuştur.[18*] Bu andan itibaren, burjuva ekonomi-politiğinin karşısında kendi yöntem ve terminolojisi ile marksist ekonomi-politik ortaya çıkmıştır.[19*]
Marksist ekonomi-politik, Engels’in tanımında ifade edildiği gibi, insan toplumunda maddesel yaşama araçlarının üretim ve değişimini yöneten yasaların bilimidir.
Böylece Marksist ekonomi-politik, tarih boyunca insan topluluklarının maddi yaşam araçlarının üretimi, değişimi ve bölüşümünü tahlil eder. Buna bağlı olarak, tarih boyunca ortaya çıkan değişik üretim, değişim ve bölüşüm ilişkilerini saptar, bu ilişkilerde egemen olan yasaları ortaya koyar. Marksist ekonomi-politik, tarih boyunca toplumsal üretim ilişkilerinin, insanlar arasındaki ekonomik ilişkilerin bilimidir. İnsanlık tarihinin değişik evrelerinde ortaya çıkan ilkel komünal, köleci, feodal ve kapitalist üretim ilişkilerini tahlil eder ve bu ilişkileri belirleyen yasaları ortaya koyar. Bu tahliller içinde Marks’ın Kapital’de ortaya koyduğu kapitalist üretim ilişkilerinin (kapitalizmin) tahlili marksist ekonomi-politiğin zirvesi olmuştur diyebiliriz.
Marksist ekonomi-politik toplumsal üretim ilişkilerini, insanlar arasındaki ekonomik ilişkileri ele alırken, ilkel komünal toplumdan sonraki toplumların sınıflardan oluştuğu gerçeği üzerinde yükselir. Dolayısıyla Marksist ekonomi-politiğin kapitalizm tahlili, kapitalist toplumdaki sınıfların tahlilidir. Bu sınıfsal tahlil, basit bir biçimde ezenler-ezilenler, sömürenler-sömürülenler ilişkisinin tahlili olmayıp, varolan bir toplumsal düzende egemen olan üretim ilişkilerinin “doğasından” gelen farklılıkların yarattığı bir sınıf tahlilidir.
Marksist ekonomi-politik, kapitalist toplumlarda proletaryanın ve diğer sınıf ve tabakaların yerini, konumunu ortaya koyar ve bunların karşılıklı ilişkilerini irdeler. Ama asıl olarak proletaryanın sınıf ilişkilerini, neden ve nasıl sömürüldüğünü açıklar. Bu açıklamasıyla, proletaryanın kapitalist toplumdaki yerinin kapitalist “açgözlülük”, kişisel beceriksizlik ya da “alınyazısı” olmayıp, üretim ilişkilerinin doğasından, niteliğinden kaynaklandığını gösterir. Proletaryanın bu durumdan bireysel olarak çıkamayacağı, düzenin “insancıllaştırılması”yla ya da belirli reformların yapılmasıyla düzelmeyeceği, tersine kapitalizmin topyekün tasfiye edilmesi gerektiği ortaya konulur. Bu niteliğiyle marksist ekonomi-politik, proletaryanın kapitalizme karşı mücadelesinin ve kapitalist toplumu yıkışının bilimidir.
Marksist ekonomi-politiğin temelini Marks şöyle tanımlamıştır:
“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.”[20*]
Bu temelden yola çıkıldığında, bu “global dünya” üzerinde “gizemli”, “bilinemez” tek bir şey kalmaz. Bu açıdan marksist ekonomi-politik (siyasal iktisat) burjuva iktisadının baş düşmanıdır. Çünkü burjuva iktisadının üretim tarzına ilişkin “gizemleri”ni açıklar, onun “doğal ve evrensel yasalar” diye ilan ettiği herşeyin niteliğini sergiler, kapitalist sömürüyü gizleyen ve “doğallaştıran” herşeyi açığa çıkarır.
Bu yönüyle marksist ekonomi-politik burjuva politikacılarının ekonomi üzerinden yaptıkları her türlü polemiğin gerçek yüzünü ortaya serer, burjuva politikalarını teşhir eder.
Marksist ekonomi-politik bu niteliklere sahip olmakla birlikte, hiçbir biçimde burjuvazinin (kapitalist burjuvazi) sorunlarına çözümler üretmez; kapitalizmin krizleri karşısında kapitalistlerin ne yapması gerektiğini vaaz etmez. Kapitalizmi ve kapitalizmin ürettiği, üretmesi kaçınılmaz olan krizlerini tahlil ederken tek yaptığı şey, bu üretim tarzının, bu sistemin ne kadar anarşik bir yapıya sahip olduğunu, insanların bu sistem içinde hiçbir güvenceye sahip olmadığını, ne yapılırsa yapılsın kapitalizmin çelişkilerinin ortadan kaldırılamayacağını göstermektir. Onun ürettiği tek çözüm, bu üretim tarzının, yani kapitalizmin ortadan kaldırılmasının gerekli ve kaçınılmaz olduğudur.
Marksist ekonomi-politik burjuva ekonomi-politiğinin (iktisadının) dilini kullanmaz. Burjuva ekonomi-politiğinin ürettiği her türlü kavramı bir yana iter. Bu kavramların yerine kendi dilini, kendi terimlerini, kendi kavramlarını kullanır. Bu nedenle de, burjuva ekonomi-politiğin diliyle konuşan, kavramlarıyla düşünen beyinler için marksist ekonomi-politiğin dili ve kavramları bilinmeyen “yabancı bir dil” gibidir. Bu “yabancı dil” öğrenilmediği sürece, onu anlamak olanaksızdır.
Marksist ekonomi-politiğin “anlaşılmazlığı”, kaçınılmaz olarak burjuva ekonomi-politiğinin mantığının içselleştirilmesini getirir. Bu mantık, içinde yaşanılan ekonomik durumu tahlil etmekte ve kavramakta yetersiz kalır. Bu mantığın yapabildiği tek şey, varsayımlar (faraziler) üretmektir. Spekülatif bir ekonomide bu varsayımlar öylesine çokyönlü ve öylesine değişkendir ki, bunların gerçekle bağdaşması sadece tesadüflere bağlıdır. (Burjuva ekonomistleri bu tesadüfi durumu “risk alma”, “riske girme” olarak açıklarlar.)
Marksist ekonomi-politik tarihte ortaya çıkmış tüm üretim ilişkilerini, dolayısıyla kapitalist üretim ilişkilerini tahlil eder. Bu tahlili ile her toplumsal düzenin belli bir üretim ilişkisine denk düştüğünü ortaya koyar. Kapitalizmin de, tarihsel süreçte, özel mülkiyete dayalı tüm toplumsal ilişkilerin geldiği son aşama olduğunu saptar.
Marksist ekonomi-politiğin kapitalizm tahlili, onun işleyiş tarzını irdeleyerek, hangi sonuçları ürettiğini, kapitalizmin krizlerinin neden kaçınılmaz olduğunu ve nasıl üstesinden geldiğini ortaya koyar. Bunu yaparken de, kapitalizm koşullarında krizlerin hiçbir zaman sona ermeyeceğini, her “aşılan” krizin daha büyük bir krizin temelini oluşturduğunu gösterir.
“Kapitalist üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin [bunalımlar, krizler] üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir.”[21*]
Tüm krizlerin ilk ve temel nedeni olan aşırı-üretimin kapitalizmin “irsi hastalığı” olduğunu saptayan Marksist ekonomi-politik, bolluk içinde sefaletin ve yoksulluğun nasıl ortaya çıktığını gösterir. Fourier’in deyişiyle, “uygarlıkta, yoksulluk, bolluğun kendinden doğar”.[22*]
“Bolluğun”, yani metaların ve sermayenin aşırı-üretiminin ortaya çıkardığı krizlerde kapitalistlerin durumunu ortaya koyan marksist ekonomi-politik, aynı zamanda bu kriz koşullarında geniş halk kitlelerini (kapitalistler açısından “tüketicileri”) hangi sonuçların beklediğini açık biçimde saptar.
Bu saptamaya göre, ekonomik bunalımlarda, sermayenin değer yitirmesine paralel olarak işçilerin işlerini kaybetmeleri kaçınılmazdır. İşsizlerin sayısındaki artış, aynı zamanda sermayenin sermaye olarak işlevlerinin sona eren kısmının büyümesiyle birlikte görülür. Bir yandan daha fazla emek-gücünü harekete geçirebilecek sermaye bulunurken, diğer yanda sermayenin değer yitirmesiyle işlerini kaybeden milyonlarca emekçi bulunur. Bir yanda satılamayan, dolayısıyla para-sermayeye dönüşmeyen meta stokları bulunurken, diğer yanda geçim araçlarını yitiren milyonlarca emekçinin çok daha az meta tüketmesi yer alır. Öte yandan çalışan işçilerin reel gelirlerindeki düşüşler ile meta fiyatlarındaki düşüş birlikte görülür. Bu ortamda, çalışan işçiler ile işsizler arasında kıyasıya bir rekabet ortaya çıkar. Çalışan işçiler işlerini kaybetmemek için daha düşük ücreti kabul etmeye zorlanırken, işsizler bulabilecekleri her işte alabilecekleri en düşük ücretle çalışmaya hazırdırlar. Daha düne kadar şu ya da bu düzeyde bir yaşam sürdüren milyonlarca emekçi, ekonomik bunalımla birlikte eski yaşam düzeylerini sürdüremez hale gelirler, geleceğe dönük tüm istemleri, özlemleri ve planları çöker. Artık, karı-koca emekçi olarak daha fazla çalışmak, daha az tüketmek durumundadırlar. Böylece işçinin tüm sosyal yaşamı altüst olur. Yoksullaşma, gerek sermaye birikimi nedeniyle, gerekse sermayenin değersizleşmesiyle birlikte giderek artar.
Ekonomik bunalımın küçük-burjuvazi üzerindeki etkisi ise, tıpkı sermaye üzerindeki etkisi gibi, daha yıkıcı ve kalıcı olur. Küçük mülk ve sermaye sahibi olarak küçük-burjuvazi, her durumda sermayenin değer yitirmesinden birinci dereceden etkilenir ve sonal olarak mülksüzleşir. Bu sınıfın her bireyinin mülksüzleşmesi, piyasadan küçük ölçeklerde para-sermayenin çekilmesini sağlayarak, büyük sermayenin değer yitirme sürecini yavaşlatır. Dolayısıyla, ekonomik bunalım dönemlerinde küçük ve orta burjuvazinin artan oranda mülksüzleşmesi kaçınılmazdır.
“Kapitalist üretimin gerçek engeli sermeyenin kendisidir. İşte bu sermaye ve onun kendisini genişletmesidir ki, üretimin hem çıkış ve hem de sonuç noktası, hem itici gücü, hem amacı olarak görünür; üretim yalnız sermaye için üretimdir, ama bunun tersi doğru değildir; üretim araçları, sırf, üreticiler toplumunun yaşama sürecinde, devamlı bir gelişmenin araçları değillerdir, sermayenin değerinin, büyük üretici kitlelerin mülksüzleştirilmelerine ve yoksullaştırılmalarına dayanan kendisini koruma ve genişletme sürecinin içersinde devam ettiği sınırlar yalnız başına hareket edebilirler; bu sınırlar, sermaye tarafından kendi amaçları için kullanılan ve üretimin sınırsız büyümesine, üretimin kendisinin bir amaç haline gelmesine, emeğin toplumsal üretkenliğinin hiçbir koşula bağlı olmadan gelişmesine doğru yolalan üretim yöntemleri ile sürekli bir çatışma haline girerler. Araçlar –toplumun üretici güçlerinin hiçbir koşula bağlı olmadan gelişmesi–, sınırlı bir amaçla, mevcut sermayenin kendisini genişletmesi amacı ile devamlı çatışma içersine girerler. Kapitalist üretim tarzı, bu nedenle, maddi üretim güçlerinin gelişmesi ve uygun bir dünya piyasası yaratılmasının tarihsel bir aracı olup, aynı zamanda da, bu tarihsel görevi ile, buna uygun düşen kendi toplumsal üretim ilişkileri arasında sürekli bir çatışmadır.”[23*]
Bu çatışmanın sona erdirilmesi için de kapitalizmin ortadan kaldırılması zorunludur.
Marksist ekonomi tahlilleri, kapitalizmin genel tahlilinin yanında, belli dönemlerdeki durumunun, işleyişinin ve gelişme dinamiklerinin de tahlilidir. Bu tahlili yaparken, hiçbir biçimde “kahinliğe” kalkışmaz. Kapitalizmde ekonomik krizlerin kaçınılmazlığını ortaya koyarken, bu krizlerin hangi koşullarda ortaya çıkacağını saptar. Bunu yaparken, her zaman diyalektik yöntemi kullanır. Zıtların birliği ve mücadelesine ilişkin diyalektik saptamadan yola çıkarak, kapitalizm koşullarında her hareketin bir karşı harekete yol açtığını asla gözden uzak tutmaz.
Örneğin, kâr oranlarının düştüğü kriz koşullarında, işsizliğin kaçınılmaz olduğunu saptarken, işsizliğin, aynı zamanda ücretlerin düşmesine yol açarak kapitalistin işgücü maliyetlerinin düşmesine, dolayısıyla kâr oranlarının yükselmesine yol açtığını gösterir.
Marksist ekonomi-politik, ekonomik kriz dönemlerinde işsizliğin ve yoksulluğun arttığını, kapitalizmin tüm çelişkilerinin açığa çıktığını saptar. Ama bununla yetinir. Bu durumun, yani işsizliğin ve yoksulluğun artışının bir toplumsal mücadeleye ya da toplumsal devrime yol açıp açmayacağını saptamaya kalkışmaz. Bir toplumsal devrimde çok daha farklı etmenlerin gerekli olduğunu bilir. (Bkz. Lenin’in “milli kriz” tanımı.)
Bu nedenle, marksist-leninistler ekonomik kriz dönemlerinde kapitalizmin iç çelişkilerinin açığa çıktığını ve keskinleştiğini saptamakla birlikte, bu çelişkilerin bir devrime yol açıp açmayacağı konusunda “kahinlik” yapmaya ya da devrimler ile ekonomik krizler arasında dolaysız bir bağlantı kurmaya kalkışmazlar.
“Biz ekonomik koşulları, tarihsel gelişmeyi son kertede belirleyen olarak görüyoruz... Ancak bu bağlamda iki nokta gözden kaçırılmamalıdır:
a) Politik, hukuksal, felsefi, dinsel, yazınsal, sanatsal, vb. gelişme ekonomik gelişmeye dayanır. Ama bütün bunlar, birbirlerini olduğu gibi, ekonomik temeli de etkiler. Bu demek değildir ki ekonomik durum nedendir, yalnızca o etkendir, bundan başka herşey ancak edilgen sonuçtur. Tersine, her zaman son kertede ağırlığını koyan ekonomik zorunluluk temeli üzerinde bir etkileşim vardır… Onun içindir ki, şurada burada salt kolaylık olsun diye düşünülmek istendiği gibi, ekonomik durumun otomatik bir etkisi yoktur, tersine, insanlar tarihlerini kendileri yaparlar; yalnız, kendilerini koşullayan verili bir çevrede ve önceden varolan edimsel ilişkiler temelinde. Bunlar arasında, tek başına sizi anlamaya götürecek ipucunu oluşturan ekonomik ilişkiler öteki -politik ve ideolojik- ilişkilerden ne denli çok etkilenebilir olurlarsa olsunlar, gene de, son kertede belirleyici olan ilişkilerdir…
b) İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar; ama henüz, genel bir plana göre, ve hatta belirli, örgütlü, verili bir toplum çerçevesi içinde, bir kollektif istence uyarak değil. İnsanların beklentileri birbiriyle çatışır ve işte tam da bu nedenle bütün bu toplumlar, tümleyeni ve açığa vuranı raslantı olan zorunluluk tarafından yönetilir. Burada kendini raslantı aracılığıyla ortaya koyan zorunluluk, gene sonal olarak ekonomik zorunluluktur.”[24*] (abç)
Bugün pek çok burjuva iktisatçısı tarafından (ilk başta J. Schumpeter) baş tacı edilen Kondratiyev “uzun dalgalar teorisi”yle ekonomik krizler ile toplumsal devrimler arasında, daha tam ifadeyle, kapitalist ekonominin büyümesi ve daralması ile toplumsal ve siyasal olaylar arasında ilişki saptamaya çalışmıştır. Bunun sonucunda, Kondratiyev, dört aşamalı ekonomik çevriminin yanında 50 yıllık dönemleri kapsayan daha büyük çevrimlerin bulunduğunu ileri sürmüştür. Bu teorisini ayrıntılı biçimde 1925 yılında yayınladığı “The Major Economic Cycles” (“Büyük Ekonomik Çevrim”) kitabında ortaya koymuştur.
Kondratiyev, fiyatların genel seviyesinin tarihsel hareketinden şu genellemeye ulaşmıştır.
“İlk çevrimin yükseliş evresi 1789-1814 dönemini, yani 25 yılı kapsar; alçalış 1814’te başlayıp 1849’da biter, böylece 35 yıl sürer. Demek ki fiyat hareketinin tam çevrimi 60 yıl sürer.
İkinci çevrimin yükseliş evresi 1849’da başlayıp 1873’te biter, yani 24 yıl sürer. Birleşik Devletler’de fiyat hareketlerinin yön değiştirme noktası İngiltere ve Fransa’dakinden farklıdır. Birleşik Devletler’de fiyatların maksimum seviyesi 1866 yılına denk düşer; fakat bu durum iç savaşla açıklanabilir ve her iki kıtadaki çevrimlerin sergilediği birebir benzerliğe gölge düşürmez. İkinci çevrimin alçalışı 1873’te başlayıp 1896’da biter; o halde süresi 23 yıldır. Fiyat hareketi çevrimi 47 yıldan ibarettir.
Üçüncü çevrimin yükselişi 1896’-da başlayıp, 1920’de biter, yani 24 yıl sürer. Bütün verilere göre, alçalış 1920 yılında başlar.”[25*]
Kondratiyev’in “uzun dalgalar teorisi”ne göre, birinci çevrim alçalışı sonucunda 1848 devrimleri; ikinci çevrimin alçalışı sonucunda Paris Komünü ve üçüncü çevrimin alçalıyışıyla Ekim Devrimi ortaya çıkmıştır.
Bu hesapla, Çin Devrimi üçüncü çevrimin (üçüncü uzun dalganın) sonuna denk düşer. Çin Devrimi’nden sonra, “uzun dalgalar teorisi”ne göre, kapitalizm ortalama 25 yıllık “yükseliş evresi”ne girmektedir. Bu “yükseliş” dönemi 1970’e kadar süren bir “refah dönemi” olmaktadır. Dolayısıyla büyük toplumsal hareketler ve devrimler söz konusu değildir. 1970 yılında başlayan büyük çevrimin “alçalış evresi” büyük toplumsal hareketlerin ve devrimlerin dönemidir. Bu hesapla (ya da bu mantıkla), Vietnam Devrimi dördüncü büyük çevrimin “alçalış ev-resi”nin ürünüdür. Beşinci çevrim, yaklaşık olarak 1995’lere kadar “yükseliş evresi”ne girmektedir. Bu evrede kapitalizm bir kez daha “refah aşaması”nı yaşayacağından devrimler söz konusu olamaz. Beşinci evrenin “alçalış evresi”, bu teoriye göre, 1995’te başlayıp 2020’ye kadar sürecektir. Bu evre içinde yeni devrimler beklenmelidir!
Kondratiyev’in fiyatların genel seviyesinden, yani enflasyonun durumundan yola çıkarak ortaya attığı “uzun dalgalar teorisi” böylesine bir “kaçınılmaz tarih” ortaya koymaktadır. Bu “kaçınılmaz tarih”ten yola çıkanlar, kapitalizmin “uzun kriz” dönemlerinde halk kitlelerinin artan oranda yoksullaştığı, dolayısıyla devrimlerin yoksullaşmadan kaynaklandığı sonucuna ulaşmışlardır. Böylece ekonomik krizler ile devrimler arasında dolaysız bir bağlantı oluşturulmuştur.
Bu mantığa ulaşanlar için ekonomik tahlil, doğrudan ve dolaysız olarak devrimin koşullarının ne zaman ve nasıl oluşacağını saptamayı amaçlamıştır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, marksist ekonomi-politik, böylesine bir “kaçınılmazlığı” kabul etmez ve böylesi bir “kaçınılmazlığı” saptamaya kalkışmaz. Engels’in de ifade ettiği gibi, ekonomi “son kertede” belirleyicidir. Politik, hukuksal, felsefi, dinsel, yazınsal, sanatsal, vb. gelişme ekonomik gelişmeye dayanır, ama aynı zamanda ekonomik gelişme üzerinde etkide bulunur.
Ekonomik tahlillerden devrim bekleyenler, şüphesiz yanılmışlardır ve yanılmaya da devam edeceklerdir. Marksist ekonomik tahlil, kapitalist ekonominin belirli bir evrede nasıl işlediğini, gelişme dinamiklerinin neler olduğunu ve hangi ekonomik sonuçları yaratacağını saptamakla yetinir. Bu saptamadan yola çıkan Marksist-Leninistler, kapitalist sistemin çelişkilerini ortaya koyar ve bu sistemin yıkılması gerektiği bilincini oluşturmaya çalışırlar. Bunu yaparken de, ekonomik gelişmenin yarattığı ve yaratacağı yanılsamaları sergilerler. Yukarıda da ortaya koyduğumuz gibi, bu, aynı zamanda burjuva politikacılarının ve ideologlarının demagojilerinin ve koşullandırmalarının bertaraf edilmesi demektir. Bu niteliğiyle Marksist ekonomi-politik, burjuva ideolojisine karşı mücadelede yeni veriler ve araçlar ortaya koyar.
Şüphesiz marksist ekonomik tahliller geniş halk kitlelerinin, özellikle küçük mülk sahiplerinin aldatılmasını önleyen sonuçlar da ortaya koyar. Manipülasyon ve spekülasyonların gerçek yüzünü teşhir ederek, küçük mülk sahiplerini mülksüzleştirilmeleri konusunda uyarır. Ancak onun bu yönü, bir “türev” sonuçtan başka bir şey değildir.
Marksist ekonomik tahliller, toplumsal mücadelelerin ve devrimin ne zaman ve nasıl olacağını saptamaz. Ama toplumsal mücadelelerde, devrimci mücadelede siyasi gerçekleri teşhir edilebilmesi için gerekli bazı araçları sağlar. Bu da onun tek gerçek siyasal sonucudur.
Dipnotlar
[1*] TDK Sözlüğü.
[2*] Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı.
[3*] “Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden, ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden aşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak “sivil toplum” adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları, ve sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı.” (Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Giriş.)
[4*] Engels, Anti-Dühring, s. 227.
[5*] Engels, Anti-Dühring, s. 231
[6*] Pek çok Marksist-Leninist klasiğin çevirisinde karşılaşılan eksiklikler ve yanlışlıklar burada da mevcuttur. Engels’in özgün metninde “mittelbürger”, yani “orta tabaka”, Kenan Somer çevirisinde “orta burjuvazi” olarak çevrilmiştir. Bu yanlışlığa bağlı olarak “burgeois” sözcüğü de “büyük burjuva” olarak çevrilmiştir. Keza “manufacturing” ya da Almanca “fabrizier” de “üretimde bulunma” olarak çevrilmiştir. Bu ve benzeri çeviri hataları pek çok durumda önemli sorunlar ortaya çıkartabilmekte, yer yer polemiklere neden olmaktadır. İlk başta ifade ettiğimiz gibi, Almanca “politische Ökonomie”, İngilizce “political economy”, Fransızca “economie politique”, Türkçe’ye “ekonomi-politik” olarak çevrilmiştir. Tüm çevirilerde bu çeviri benimsediğinden, ilk anda kavramsal ve terimsel bir sorun ortaya çıkmamıştır. Ancak daha sonraki yıllarda, özellikle 1980 sonrasında değişik yayınevleri tarafından yapılan Marks-Engels çevirilerinde “ekonomi-politik” yerine “politik ekonomi”nin kullanılması, kaçınılmaz olarak terminoloji farklılıkları ortaya çıkarmıştır.
Terimler ve kavramlar tanımlanmış sözcükler olduğu için, farklı sözcüklerle ifade edilmiş olması tanımın kendisini değiştirmediği sürece sadece terminolojik birlik açısından önemlidir. Ayrıca Marks-Engels’in yapıtlarının Almancadan diğer dillere çevrilirken bazı güçlükler ve farklılıklar ortaya çıktığını da unutmamak gerekir. Örneğin Engels, Kapital’in birinci cildine düştüğü dipnotta şöyle yazmaktadır: “İngilizcenin, burada sözkonusu edilen emeğin iki farklı yönü için, iki farklı sözcüğe sahip olmak gibi bir üstünlüğü var. Kullanım-değeri yaratan ve nitel olarak dikkate alınan, Labour [“emek”] değil, Work [“iş”]’tir; oysa Değer yaratan ve nicel olarak dikkate alınan, Work [“iş”) değil, Labour [“emek”]’tir.” (Kapital, Cilt: I, s. 61-Dipnot.)
[7*] Engels, Anti-Dühring, s. 228-233.
[8*] Adam Smith’in 1801 yılında yayınlanan “Ulusların Zenginliği” (An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations) kitabında “toplam ürün” ya da “zenginlik” ulusal ölçekte ele alınır. Bu, aynı zamanda ekonomi-politiğin, bir ulusun bütün ekonomik ilişkilerini kapsayan bir bilimsel araştırma alanı olmasının başlangıcıdır.
[9*] David Ricardo, Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri, Belge Yayınları, İstanbul 1997 [1817], s. 23.
[10*] “İlk ve son kez burada belirtmek isterim ki, ben, klasik ekonomi politik deyince, yalnızca görünüşleri ele alan, bilimsel ekonominin uzun süre önce sağladığı malzemeyi durup dinlenmeden ağzında geveleyip duran ve burjuvazinin günlük kullanımı için en münasebetsiz olayların en aklauygun açıklamalarını arayan, bunun dışında da tuzukuru burjuvazinin onlar için dünyaların en iyisi olan kendi dünyaları ile ilgili bayağı düşüncelerini bilgiççe sistemleştirmeye ve bunları ebedî gerçeklermiş gibi ilan etmeye kalkışan vülger ekonomiye karşılık, W. Petty’den beri, burjuva toplumundaki gerçek üretim ilişkilerini araştıran bir ekonomi bilimini anlıyorum.” (K. Marks, Kapital, Cilt: I, s. 96 dipnot.)
[11*] Aristoteles “para kazanma”nın iki yolundan bahsederken, “Biri zorunlu ve kabul edilecek niteliktedir, ... öteki ticari olanı değiş-tokuşa dayanır ve buna haklı olarak kınamayla bakılabilir; çünkü doğadan değil, insanların birbirleriyle alışverişlerinden çıkmaktadır” derken tüccarın zenginliğinin “kınanacak” özelliğe sahip olduğunu söyler. (Aristoteles, Politika, Remzi Kitapevi, 5. Baskı, İstanbul, s.12;12-29)
“Savaş soygunculuktur, ticaret genellikle dolandırıcılıktır.” (Benjamin Franklin, Works, II. edit. Sparks, Positions to be examined concerning National Wealth, s. 376.)
[12*] J. J. Rousseau, Ekonomi Politik.
[13*] Marks, 1844 Elyazmaları, s. 103.
[14*] A. Smith, Ulusların Zenginliği, cilt II, s. 13, Alan Yay. İstanbul, 2002.
[15*] Burada bir noktanın açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Ekonomi sözcüğü, bir yandan bir bütün olarak ekonomik faaliyetleri kapsar ve bu faaliyetlerin bütününü ifade eder, diğer yandan bu faaliyetleri inceleyen bilim dalını tanımlamak için kullanılır. Ancak iktisat, ekonomi sözcüğünün karşılığı olmakla birlikte, daha çok “ekonomi bilimi” anlamında kullanılır. Ekonomi-politik (politik ekonomi) de “ekonomi bilimi” olarak, ekonomi ya da iktisat sözcükleriyle eşanlamlıdır.
[16*] Buradaki “pratik”, kapitalistin ekonomi-politikten beklentileri olarak vardır. Tüm zamanlarda görmüşlerdir ki ekonomi-politik onlar için pratik ya da işlevsel olamamıştır. Bu nedenle teorik bölüm de, kapitalizmin ve kapitalizmde ortaya çıkan çelişkilerin yalnızca mazur göstericisi ve gizemleştiricisi olmuştur.
[17*] Örneğin Adam Smith bir metanın fiyatının ücret, kâr ve rant’tan oluştuğunu söyler. Doğal olarak toplam yıllık üretimi de aynı şekilde üç kısıma ayırır ve bunların da toplumdaki karşılığı olarak kabul ettiği üç kesimin (işçiler, girişimciler ve toprak beyleri) “geliri” olarak sınıflandırır. Adam Smith’in bu sınıflandırmasının ayrıntılı tahlili Kapital’de bulunmaktadır.
[18*] Kapital’in birinci cildinde “Sermayenin Üretim Süreci”; ikinci cildinde “Sermayenin Dolaşım Süreci” ve üçüncü cildinde “Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci” tahlil edilir.
[19*] “Bir bilimin her yeni yönü, bu bilimin teknik terimlerinde bir devrim içerir. Hemen hemen her yirmi yılda bir, terminolojisinin tümü köklü olarak değişen ve bir dizi farklı adlar almamış tek bir organik bileşim bulmanızın zor olduğu kimya biliminde, bu, en iyi biçimde görülür. Ekonomi politik, genellikle, ticaret ve sanayi yaşamının terimlerini oldukları gibi almakla ve bunlarla iş görmekle yetinmiş, böyle yaparak, bu terimlerin ifade ettikleri dar çerçeve içersine kendisini hapsettiğini tamamen gözden kaçırmıştır. Böylece, hem kârın ve hem de rantın, emekçinin işverenine sağlamak zorunda kaldığı ürünün ödenmemiş bölümünün parçaları (son ve tek sahibi olmamakla birlikte ona ilk elkoyan kimsedir) olduğunun tamamen farkında bulunulmasına karşın, henüz İngiliz klasik ekonomi politiği bile, kâr ve rantların kabul edilmiş kavramlarının ötesine asla gidemedi, ürünün bu karşılığı ödenmemiş kısmını (Marks, buna, artı-ürün diyor) bir tüm olarak bütünlüğü içersinde hiç incelemedi ve bunun için de, bunun ne kaynağı, ne niteliği, ne de değerinin daha sonraki bölüşümünü düzenleyen yasalar üzerinde açık bir kavrayışa ulaşamadı. Aynı biçimde, tarımsal ya da el zanaatları dışında kalan bütün sanayi, hiç bir ayrım gözetilmeksizin manüfaktür terimi içersinde toplanmış, böylece iktisat tarihinin büyük ve temelden farklı iki dönemi, yani el işçiliği çerçevesi içinde işbölümüne dayanan asıl manüfaktür dönemi ile makineye dayanan büyük sanayi dönemi arasındaki ayrım gözden kaçırılmıştır. Ayrıca, modern kapitalist üretimi, insanlığın iktisat tarihinde yalnızca bir geçiş aşaması olarak gören bir teorinin, bu üretim biçimine değişmez ve sonsuz gözüyle bakan yazarların alışkın oldukları terimlerden farklı terimler kullanmak zorunda kalacağı apaçıktır.” (F. Engels, İngilizce Baskıya Önsöz, Kapital, Cilt: I, s. 39.)
[20*] Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Giriş.
[21*] Marks, Kapital, Cilt: III, s. 263.
[22*] Charles Fourier, Le Nouveau Monde Industriel et Sociétaire, s. 35, Paris 1870.
[23*] Marks, Kapital, Cilt: III, s. 220-222.
[24*] Engels’ten Breslau’daki W. Borgıus’a Mektup, 25 Ocak 1894.
[25*] Kondratiyev, Büyük Ekonomik Çevrim, s. 41. (Kurtuluş Cephesi, 130. Sayı, Kasım-Aralık 2012)