KOVUK
Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası içinde faal olan kimi isimler, o dönem oluşmuş siyaset kurgusu ve bağlamı içinde konuşuyorlar. Sonuçta aynı isimler, köylülerin örgütlenmesi gerektiği üzerinde duruyorlar. Milli mücadele bağlamında kendilerine böylesi bir görev düştüğünü düşünüyorlar ve ilişkileri bu bağlam dâhilinde anlamlandırıyorlar. Halkın gündemiyle ağaların-paşaların gündemi asla ayrışamıyor.
Ekim Devrimi kadar İttihatçıların ve Neo-ittihatçıların tayin ettikleri bu bağlam gereği THİF’liler, köylülerin örgütlenmesini bir açıdan burjuva devrimi üzerinden gerekli görüyorlar. Savaşlar karşısında yılan köylülerdeki ataletsizliği kırmak zaruri kabul ediliyor, bu amaçla Elaziz’e dek uzanan bir alanda örgütlenme çalışmaları yürütülüyor. Ama bu faaliyetin ardında, mevcut kurgunun ve bağlamın biçimlendirdiği bir fikriyat duruyor. Köylüleri örgütleme meselesi, verili denklem içerisinde anlamlandırılmaya çalışılıyor. Ekim, İttihatçıların ihtiyaçlarına mağlup oluyor.
Solun bu damarı hâlen daha güçlü. Bugüne dek hep bu damar besleniyor. O gün köylülerin savaş kaçkınlığı tasfiye edilmek isteniyor, İstiklâl Mahkemeleri’nin sol ayağı örgütleniyor. Bugünse yoksul halk, burjuvazinin siyasetine yedeklenmeye çalışılıyor. “12 Eylül’ün depolitize ettiği halk” üzerinden kurulan cümleler, hep bu yedekleme faaliyetine hizmet ediyor. Kimse, “neden politika, nasıl politika?” sorularını sormuyor.
1920 sonrası Sovyetler’le bir devrim değil, bir devlet olarak ilişki kuruluyor. Bunun bir de sermaye ayağı var: Türkiye-Sovyetler arasında kurulan ticari-ekonomik ilişkiler, politik-ideolojik ufku da tayin ediyor. Devlet ve sermaye, ilişkinin bu şekilde kurulmasından memnun. Aydınlanma, modernizm, ilericilik, yurtseverlik, laiklik, kalkınma ve demokrasi gibi başlıklarda, sol hep belirli bir kovuğa yerleştiriliyor ve asla oradan çıkamıyor. Kendisini var eden koşullara Allah gibi tapıyor. Kendisine açılan alanın dışına çıkmaya asla cüret etmiyor. O kovuğu ölesiye seviyor.
Bugün solda hüküm süren tartışma, Amerikan Devrimciliği ile Fransız Devrimciliği arasındaki tartışmayla alakalı esasında. Bu anlamda mücadelenin biçimlendirdiği bir sınıf ve halk, hep bu iki devrimin ölçüsüne vuruluyor, o ölçüye göre daraltılıyor. O kovuk tayin ediyor hareket planını.
Ama aynı halk ve sınıf, 1920’de olduğu gibi, içten içe, sokaklarda veya dağlarda, burjuvazi ve onun adına yapılması düşünülen bir “devrim” için ölmek istemiyor. Bugün yaşanan gerilimler, ayrışmalar, farklı örgütlerin kurulması, alınan nefes, ortaya konulan pratikler, bu istemsizlikle alakalı. Ortaya, her seferinde, sınıfı ve halkı görmeyen, görmemeyi erdem sanan özneler çıkmak zorunda.
Bu sol, emekçilerin, proleterlerin Fransız veya Amerikan Devrimi öncesi tarihini tarihten saymıyor. Ama sınıf ve halk, pratikte bu tarihle belirli bir anlam buluyor. Onların burjuvazi sayesinde, onun eliyle kıymetli birer insan olduğunu düşünen sol, politikayı, döne dolaşa, iktidarın ve sermayenin sunağında kurban ediyor.
Bu koşullarda Fikret Başkaya “örgütlerden kurtulun” emrini veriyor, “kitlelerin özhareketine bakın” diyor. “Kitle” ve “özhareket” dediği şeylere anlamı neyin kattığını ise hiç sorgulamıyor. Bu konuda örgüt gibi ayraçları da devredışı bırakıyor. Bunların burjuva devrimleri ile anlamlanan içeriklerini seviyor sadece, bununla yetiniyor. Bürokrasi eleştirisi de, varolan devlet bürokrasisinin ve yaşadığı dönüşümün bir emri aslında, böyle okumak gerekiyor.
Tek tweet’iyle Gezi Ayaklanması’nı başlatanlar da Gezi’nin amacının artık AKP’yi devirmek olmadığını söylüyorlar. Forumlarda oluşan güzel havaya aldanıyorlar ve tüm yığınaklarını buraya yapıyorlar. “Türkiye’yi zenginleşebilecekleri bir ülke olarak görmeyen” sosyal girişimciler, ülkeden kaçıyorlar. Bunlar mahvediyor Haziran’ı, Gezi’yi. Politikanın dizginlerini bu zenginleşme heveslisi orta sınıflara teslim edenlerse, hiç hesap vermiyorlar.
Bunlar, üçüncü havalimanında AKP’nin yoksul işçilerin üzerine polis sürmeye cüret edebildiğini, bunu göze aldığını yazıyorlar. Böylelikle yoksulları AKP’ye teslim ettiklerini kabul etmiş oluyorlar. Bu toy örgütler, devletin uzun yıllardır işçilerin üzerine polis sürdüğünü görmüyor. AKP’yle yatıp kalkanlar, kendilerine buradan ikbal kapılarının açılacağına dair sözler verilenler, gerçeğe iyice körleşiyorlar.
THİF örneğinde bahsedildiği üzere, esasen belki de siyasetle politika arasında ayrım yapmak gerekiyor. Siyaset, egemenlerin tayin ettiği bir ilişki ağı olarak vücut buluyor. Yoksul halkın hayata dair dönüştürme pratiğiyse, politikaya ihtiyaç duyuyor. Bu politikanın içeriği ve biçiminin devlet ve sermayenin ihtiyaçlarından ayrı bir düzlemde tayin edilmesi gerekiyor. İşçiler, emekçiler, tarihsel birikimle, toplumsal bağlarla ilişki içerisinde mevziler örüyorlar. Politika, bu mevzilerde varolabiliyor, devletten ve sermayeden gelecek himmete bakan, onlardan medet uman, devletin ve sermayeye minnet eden kişiler, halka sadece sığ bir siyaset önerebiliyorlar. O halkın o siyasete yüz vermemesine kızmamak gerekiyor. (Kerem Kamoğlu – İŞTİRAKİ)