Susanna Tamaro yaşadığımız dönemin, demokratik medeniyet imgelerine karşın görünmez ve amansız bir diktatörlük olduğunu söylüyor.[1] Bun...
Susanna Tamaro yaşadığımız dönemin, demokratik medeniyet imgelerine karşın görünmez ve amansız bir diktatörlük olduğunu söylüyor.[1] Buna mutluluk diktatörlüğü diyor. Burada zaman sadece maddiyatın, tüketimin, boşaltılan şimdiki ânın işlevini taşıyor. Ne geçmişe bakan ne de gelecekte olacak olanları umursayan bir şimdiki âna takılıp kalma hali.
Buna göre kesilen ve kopuk bir zamansallık içinde bir çeşit körlük içinde toplumlarımız. Dinlemeyi, görmeyi, derinden hissetmeyi ve özenli kalmayı bilmiyoruz. Belki de en çok, öteki olana karşı.
Mutluluğun normatif bir biçim aldığını söyleyen Sara Ahmed de, mutluluk olarak sunulan tercih ve yaşam biçimleri formlarının, tek başlarına sosyal olarak iyi olup olmadıklarını sorguluyor. Ahmed, mutluluğu bir yönetme ve disiplin tekniği olarak ele alıyor.[2]
***
1920’ler boyunca savaşın sosyal ve politik tahribatlarını yaşayan, ekonomik koşulların oldukça ağırlaştığı, işsizliğin patlama yaptığı, toplumsal hoşnutsuzluğun derinleştiği dönemlerde Naziler “Neşeyle Kuvvetlenme” şiarıyla bir nevi mutluluğun propagandasını yaptılar. Nazi rejiminin geniş kitleler arasında popülerliğini artıran en önemli kuruluşlardan biri KdF (Kraft durch Freude), yani “Neşeyle Kuvvetlenme” idi.
Nazi Partisi’nin doğrudan işçi faaliyetleriyle ilgilenen alt kuruluşlarından biri olan KdF, 1933 yılında kuruldu. 1939’a kadar milyonlarca insanın katıldığı çeşitli programlar düzenleyen bu organizasyon, özellikle Alman işçilere ve ailelerine hitap eden sosyal politikalar geliştirdi. Eğlence, boş zaman ve tüketim üzerine kurulu bir organizasyondu. Rejimin popülerliğini beseleyen örtük fakat önemli propaganda araçlarından biri oldu.
Gündelik hayatta yaşanan -bugün bir felaket olarak görülen- onca şeye rağmen, hayatın ve rejimin pozitifliğine dair sürekli bir propaganda faaliyetini yürüttü KdF. Düzenlediği başlıca aktiveler arasında yurtdışı ve yurtiçi seyahatler vardı. Bunlarla beraber sanat galerilerine ziyaret, film gösterimleri, dans kursları, resim sergileri gibi etkinliklere gitmek, çeşitli spor faaliyetlerine katılmak gibi “iş sonrası” aktiviteler de düzenleniyordu.
KdF’nin hedefinde ücretli çalışan kesimler, işçiler vardı. Rejim tarafından sağlıklı, eğitimli ve daha üretken bir Alman işgücü propagandası yapılıyordu.[3] Kurulan sistemin, toplumun her kesimi, özellikle de işçiler için avantajlı olduğu sergilenmek isteniyordu. Orta ve üst sınıfların sahip olduğu ayrıcalıklar ve boş zaman aktiviteleri ücretli çalışan sınıflar için de ulaşılabilir kılınıyor, böylece sınıfsal çelişkilerin önemli olmadığını vurgulanıyordu. Yaşam standardının yükseltilmeye çalışıldığı, bolluk ve refahı ima eden bir toplumsal düzen tasavvur ediliyordu.[4]
Rejim “pozitif” denebilecek yönetim teknikleri geliştirmeye çalışmıştı. Gündelik hayatın, iş yaşamının ve boş zamanın pozitif yönlerine haz, keyif ve mutluluk alanlarına yönelmişti. Böylece hayatından ve işinden -rejimden- keyif alan mutlu bir ulus imgesi öne çıkarıldı. Değerli Alman vatandaşlarına, Führer yönetiminin onlar için en iyisi olduğu propagandası sürekli biçimde tekrar edildi.[5]
Mutsuz olmak ise muhalif olmak, rejimden hoşnutsuz olmak demekti.
***
Yaşadığımız topraklarda, otoriter rejim altında mutluluk eski biçimlerinden farklı imalar taşıyor. Sınıfsal farkların olmadığı, çalışmanın güzelliğine övgüler dizildiği, hayatından memnun ulus topluluğu imalarından daha farklı bir mutluluk tasavvuru bu.
Artık mutluluk vaazı en başta artık şükür etmekle ilgili. Kadro isteyen bir taşeron işçisine söylenen şu sözlerdeki gibi: “Ne kadrosu yahu, çalışıyorsunuz işte.”
Üstelik artık sınıfsal çelişkilerin yadsındığı değil, tam tersine bunların “normal” ve hayatın yaradılışı gereği olduğu vaaz ediliyor.
“Değil yani, eşit değil bu insanlar. Ekonomik anlamda. Eşit olması da mümkün değil. Çünkü insan fıtratına aykırıdır... Yani sonuçta zenginliği veren Allah. O isteseydi bu insanların hepsini aynı ekonomik seviyede yaratmaz mıydı? Ondan sonra psikolojimiz bozuldu bizim.”[6]
Hayatta kalmanın tek yolunun piyasa ilişkileri içinde, ağır çalışma koşulları altında ayakta kalmak olduğu, kadim gelenekleri içeren sosyal hakların dahi kırpıldığı, el koyma, gasp ve mülk edinme biçimlerinin yıkıcı bir hızla her şeyi dönüştürdüğü, genel ve yerel neoliberalizm altında belli egemen duygu formları işliyor. Bunlar iktidarın pratiklerini yeniden işleten, bazen meşrulaştıran ve en iyi ihtimalle görmezden gelen haller olarak görülebilir.
Bugün iktidara taraf olmak biraz da “yetinmek”, “görmezden gelmek”, bazen de “mazur görmek” ile de ilgili. Her şeye rağmen “devam etme” ve yetinme biçimi olan bir tasdik etme haliyle...
“Ülkenin gidişatı şu anda tutuklamalar falan var ama bunlar geç kalınmış ama inşallah daha düzgün olacak. Başka sorun derken ekonomik, ufak tefek şeyler var ama yine de bu kadar badireden sonra iyi gidiyor yani, fena da değil. Bir Suriye gibi karışmadı, bir Irak gibi şu gibi bu gibi değil, çünkü Türkiye’nin sahibi var.”[7]
Mutluluk örtük bir “pozitif olma” haliyle de ilgili gibi. Ülkenin en önemli sorunlara dair yorumlarda bulunan yaşı geçkin bir amcanın dediklerindeki gibi:
“Benim için bir şey görmüyorum. Neden görmüyorum, mesele yapmıyorum olayı. Yani bu saatten sonrası yapılacak bir şeylerim yok benim... Alt tarafa bakıyoruz, üst tarafa bakarsak, sorunlar meseleler çok fazla ama alttakine bakınca kendi durumunu daha iyi anlayabiliyorsun o zaman, yani o kadar şey ettiğimiz için şükran duyuyoruz halimize.”[8]
Sorun olarak görülenleri -işsizlik gibi, herkesin aynı ve eşit sosyal/siyasal haklara sahip olmaması gibi- arzuların tatminsizliğiyle açıklayan bu amca için artık, bu yaştan sonra, hayatın pozitif taraflarına bakmak istemek, var olanları görmezden gelme, daha da önemlisi geride kalacakları, geleceği hesaptan çıkarma haline örnek oluyor.
***
Wilhem Schmid Mutsuz Olmak: Bir Yüreklendirme kitabında; salt pozitif düşünmenin sorunlar karşısındaki duyarlığın ve yerinde eleştirinin altını oyduğunu söylüyor. Olanları ve etkisini düşünme “hep önüne bak” şiarı, biz buna “işine bak” da diyebiliriz, geride kalanlardan bir şey öğrenmeye niyeti olmayanlara ait. Ve böylesi bir düşüncenin somut pratiği, bireysel ve toplumsal açıdan felakete yol açabilir. Bu noktada Schmid pozitif düşünme ve totalitarizm arasındaki ilişkiden söz ederek Nazi rejimine işaret ediyor.
Çok fazla insanın kendi “pozitif” düşüncesine gömülerek diğer kesimlerin hoşnutsuzluğunu görmemesinin tehlikeli olduğunu hissediyoruz bugün de. Muhalif kesimler var olan koşullar içinde ciddi bir güvensizlik duyuyorlar. Eli kolu bağlayan, bir askıda olma hali... İktidara taraf olan kesimler içinse ufak tefek hatalar dışında, büyük bir sorundan bahsetmeye gerek yok. Toplumun geniş kesimleri tarafından acil ve yakıcı olarak görülen gündem ve sorunların pek bir ehemmiyeti bulunmuyor onlar için.
Oysa gittikçe şiddetli çalan uyarı çanlarını inatla kale almamak, tarihin başka zamanlarında olduğu gibi, krizlere ve derin tahribatlara yol açma olasılığı taşıyor.
Mevcut olana karşı “acı” ve “öfke” duymanın, memnuniyet ya da kabulden ziyade, politik olarak dönüştürücü potansiyel taşıdığını söylüyor Sara Ahmed. Refah devletlerinde yaşayan “melonkolik göçmenler”in, egemen ve baskı kurucu mutlu-pozitif kadın imgesini sorgulamaktan vazgeçmeyen “killjoy feministler”in, normal olarak dayatılana itiraz eden “mutsuz queer”lerin, geleceğe dair değişim/devrim enerjisi taşıyan “umutlu huzursuzlar”ın potansiyelinden bahsediyor.
Var olana, sürüp gidene duyulan uyumsuzluk, yabancılaşma ile devrimci düşünce ve gelecekteki değişim olasılığı üzerine daha çok düşünmeli Ahmed’in izinden gidip. Aynı biçimde sorgulamaktan ve aksiyona geçmekten alıkoyan bazen pozitif de görünen normatif değerler üzerine daha çok düşünmeli.
***
Toplumların bir çeşit körlük içinde olduğunu söylemişti Susanna Tamaro ve ihtiyacımız olanın sakinlik, ahlâk, ihtimam gösterme ve dinleme olduğunu söylemişti. Öteki olanı, öbürünü görme ve dinleme ihtiyacı... (SEVİNÇ DOĞAN – 10.01.2018 – BİRİKİM)
* Evren Balta ve Zafer Ülger’e değerlendirmeleri için teşekkür ediyorum.
[1] http://www.gordon.edu/lettersfromeurope/tamaro
[2] Sara Ahmed, Mutluluk Vaadi, çev. Deniz Mayadağ, Sel Yayıncılık, 2016.
[3] https://www.feldgrau.com/WW2-German-National-Socialist-Organization-Strength-Through-Joy
[4] Herkesin araba sahibi olması, bu düzenin göstergelerinden biriydi örneğin. Nitekim ünlü Volkswagen araba markası, “Halkın arabası” şiarıyla her işçinin alabileceği biçimde tasarlanmıştı.
[5] Shelley Baranowski, Strength Through Joy: Consumerism and Mass Tourism in the Third Reich, Cambridge University Press, 2004.
[6] Kağıthane AKP eski ilçe başkanlarından biriyle yapılan röportaj. Makine mühendisi, 50 yaşında, Mayıs 2013.
[7] Kendi hesabına çalışan 47 yaşında bir AKP seçmeni ile yapılan görüşme. Aralık, 2016.
[8] 61 yaşında, emekli bir AKP seçmeni ile yapılan görüşme, Kasım 2016.
Hiç yorum yok