Şiddete maruz kalan kadınların o an ne giydiği, saatin kaç olduğu, nereden gelip nereye gittiği üzerine kılın kırk yarıldığına, suçlunun...
Şiddete maruz kalan kadınların o an ne giydiği, saatin kaç olduğu, nereden gelip nereye gittiği üzerine kılın kırk yarıldığına, suçlunun değil mağdurun sorgulanır hale geldiğine sayısız kez tanık olduk. İçinde yaşadığımız dönemin adalet sistemini en iyi temsil eden bir simge aransa, herhalde, suçlunun iyi haline delalet eden takım elbise ve kravat birinciliği alır. Ne var ki gözaltına alınırken, kameraların önünde polis tarafından taciz edilen Merve Demirel hakkında yetkili kurumlar tarafından yapılan açıklamalarla bu mizah seviyesinin de aşıldığı görülüyor. Artık saldırıya, tacize uğrayan kadınların davalarında sonucu belirleyici etkenler arasına soy kütüğü de rahatlıkla dahil edilebilir. Çünkü başörtülü Merve Demirel’in şikayetini püskürtmek için babasının bir FETÖ’cü ağabeyinin sendikacı olduğu ileri sürüldü.
Oysa “Kabataş’ta benim başörtülü bacımı taciz ettiler” veciz açıklaması yapılırken kullanılan “Benim başörtülü bacım” belirteci ile başı örtülü kadınlar iktidar mahremine kayıt edilmişler ve diğerlerinden ayrıştırmışlardı. Örtülü Kabataş gelini Gezi’de bir takım talepler için toplananların alternatifi, diğerleri de mahremiyete saygısız teşhircilerdi. Kadınlardan beklenen de hep o mağdur, kapalı kadına dönüşmeleriydi. Şiddet bu şekillendirme sürecini hiç yalnız bırakmadı. Fakat şiddet sadece yola gelmeyenleri terbiye etmenin aracı değildi aynı zamanda yarattığı ibretle ailedeki bacıların da yoldan çıkma ihtimalini azaltıyordu.
Kabataş, devletin, kadını kendi hayali ailesine dahil etmek için cümle kurduğu ilk yer değilse de işlerin yürütülme biçimi bakımından bir dönüm noktası sayılır. Bundan sonra bacı, evlat, baba, ana gibi kavramlar eşliğinde sınıfsız imtiyazsız herkesin birbirinin akrabası, kardeşi olduğu toplum iması sürekli yapıldı. Makbul, mağdur ve kapanmış kadın birinci dereceden hısım-akraba sayılıyordu. Ta ki iktidar içi muhafazakar kanatlar birbirine düşünceye kadar.
Başörtülü Merve Demirel’in gözaltına alınırken kameraların önünde maruz kaldığı taciz sonrası ortaya çıkan tepkiye devletin en üst düzeylerinden verilen yanıt, kadınların kapanmasıyla devlete akraba olarak iltihak olma durumunun yüzde yüz örtüşemeyeceğini gösterdi. Ama başörtüsü üzerinden siyasi yatırım yapılamayacağını da.
Merve Demirel olayı sonuçları sadece kadınları ilgilendirmeyen bir rehin alma siyasetinin aileyi nasıl kader haline getirmeye yettiğinin apaçık görülmesini de sağladı. Bugün bir şekilde suçla ilişkilendirilen, üzerine terör yaftası asılan kesimlere kesilen hukuksuz ceza kadınların, çocukların, diğer aile unsurlarının da büyük gözaltına alınmasıyla katlanıyor. Herhangi biri FETÖ’den yargılanıyorsa, Kürt siyasetiyle ilişkisi varsa ya da başka herhangi bir nedenle suçlanmışsa ailenin tümü cezasını çekmek zorunda. İş bulamıyor, bulmuşlarsa işten atılıyorlar, çocukları ikinci sınıf muamele görüyor, pasaportları ellerinden alınıyor, KPSS sınavında mülakatta eleniyor, ağızlarıyla kuş tutsalar liyakatleri bir işe yaramıyor. Onlar asla “benim” sıfatıyla ayrılan, içinde lütufların rantın paylaşıldığı, pazarlıkların yapıldığı bir iktidar mahremine dahil olamazlar.
Merve Demirel’e taciz uygulayan polis için “Evladımıza tacizci diyen alçaklar gereğini görecek” diyen Süleyman Soylu’nun tutumu bu süreçle tutarlıdır. Demirel’in FETÖ’cü babasını, sendikacı ağabeyini teşhir eden emniyet kurumunun bulduğu hafifletici gerekçe de öyle.
Bir kadını taciz eden bir tür evlat, her türlü ayrıcalığa sahip, öz ya da iktidar babaları sayesinde en iyi pozisyonlara gelebilen, ortak sofraya oturabilen, yapıp ettiklerinden sorumlu tutulmayan bir büyük aileden projeksiyondur aslında. Ailede nasıl kol kırılır mahrem içinde kalmaya devam ederse bu yapay, “proje” ailede de öyle olur. Aile suçu örter, açığa çıkması önlenemezse devlet onu korur.
Bu mahrem ilk kez 17/25 Aralık döneminde yara almıştı. Devlet Bahçeli’nin açık açık “ver Bilal’i al Hilal’i” dediği zamanlardı. O zamanlar “Başkalarının mahremine girdiler” diye konuşma yapanlar olmuştu hatta. Ve hatta “Eğer benim oğlumun yaptığı bir yanlış varsa, yaptığı bir yolsuzluk varsa buna hesabı soracak olan yargıdır” diye hukuku hatırlatan bir başbakan vardı.
Bunlar geride kaldı. Şimdi vakıfların, gemiciklerin, offshore şirketlerin ihya ettiği, pazarlıklar sonucu vekil ya da bakan yapılan aile evladının karşı tarafında, elinde bir pankartla eylem yaptığı için taciz edilen, babasının abisinin cezasını bunu hak etmek suretiyle çekmesi beklenen, yargının bile layık görülmediği bir başka evlat var.
Çünkü iktidar mahreminin bekası ve makbul evladın refahı için “uygunsuz” ailelere mensup kadınların bedel ödemesi gerekiyor. Eş dost akraba kayırma siyaseti aileyi herkes için bir kader haline getirmişse ikbal kadar suç da soydan soya geçmelidir.
Mahkemelerin kravat ve takım elbisede hafifletici sebep aramasından daha vahim bir noktadayız; ödülünüz de cezanız da babanız. (NURAY SANCAR - EVRENSEL)
Hiç yorum yok