Nusret, Palu ailesi, Şeyma Subaşı’nın nafakası, beyin göçü; unutmam lazım!...
ŞİMDİ UNUTMAYI HATIRLAMA ZAMANI
Nusret, Palu ailesi, Şeyma Subaşı’nın nafakası, beyin göçü; unutmam lazım!..
“Yaşamak hatırlamaktır” diyordu Ülkü Tamer. Öyle olmasa Proust 1,2 milyon sözcüğü neden kâğıda döksün? Geçmişi anlamlı hale getirmek, toplumsal belleği canlı tutmak için uğraşaduralım, bir yandan da sosyal medya sebebiyle belleğimiz tıpkı öykü karakteri Funes’a olduğu gibi, zihnimizi bir çöp yığınına mı dönüştürüyor?
Jean Blain, unutuşun hedeflenir bir şey olmadığını, bir durum olduğunu, tasarlanmadan gerçekleştiğini söylüyordu. Ona göre hatırlama bir görevdi ancak unutuş değil. Çünkü unutmak, bundan önceki hiçbir dönemde bu kadar zor ve masraflı olmadı. Bu durum yeni.
Çok sevdiğim animasyon Coco’da, hatırlanmazsak ölürüz diyordu. Bir yanımızda hep unutmanın ağırlığıyla canhıraş uğraşanların hikayeleri oldu. Hatıralarının peşinden gidenler, unutmamak için çırpınanlar, geçmişin kendine hatırlattıklarının izini sürenler: Rashoman, Hiroshima Mon Amour, Vertigo, Yaban Çilekleri, Üç Renk: Mavi, Ayna, Blade Runner, The Man Who Shot Liberty Valance, Yurttaş Kane, Vadim O kadar Yeşildi ki, Pillow Book, The Tree of Life, 2046, Solaris, Last Year at Marienbad, The Sweet Hereafter, Certified Copy, 8 ½, The Remains of the Day, Mullholland Drive, bugüne daha yakın örneklerle Şahsiyet, Black Mirror, Bugün Aslında Dündü, Akıl Defteri, Yukarı Bak, Kayıp Balık Nemo, Sil Baştan, 50 İlk Öpücük, Bourne Serisi, Uyuyana Kadar, Aşk Yemini, Anastasia, Gerçeğe Çağrı ve daha adını sayamadığım niceleri bizlere unutmayı, hatırlamayı anlattı durdu.
Hatırlamaya, film ya da fotoğraf aracı olmadan önce resim oluyordu. Örneğin Goya’nın 3 Mayıs 1808 tablosu büyük, haşmetli bir yağlı boya çalışmadır. Resim içindeki gölgeler, karanlıkla aydınlığın kullanılışı, askerlerin diagonal dizilişinin verdiği derinlik, perspektifin renklendirmeyle kullanılması bağlamında bize çok şey söyler. Ancak sadece bunu yapmaz. Resim, geçmişi sonsuza dek hatırlamamıza da yardımcı olur. Napolyon’un askerleri, içlerinde saray bahçıvanı, kâtip, polis ve işçi olan grubu tam da resmedildiği gibi sabaha karşı kurşuna dizmişlerdi. 3 Mayıs 1808’de, Fransız ordusu işgali altındaki Madrid’de.
Fotoğrafın ortaya çıkışının ardından daha soyut bir hal alan resim sanatının gerçekle bağını sıkı sıkı koruyan bir diğer örneği de Picasso’nun Guernica tablosuydu. Bana göre bir tablonun olabileceği ölçüde Brechtyen olan tablo Guernica, Nazi uçaklarının Franko’nun izniyle ismi Guernica olan bu küçük kasabayı bombalaması sonucunda Picasso tarafından yapılmıştı. Evet, resim adını kasabadan alıyordu. Tüm zamanların en etkileyici resimlerinden biri olan Guernica, kasabada 3 gün süren bombalamada yaşanan vahşeti tarihe kazıdı. Picasso’nun Paris’teki evinde duran tabloyu gören bir Gestapo subayı ressama sormuştu: “Bu resmi siz mi yaptınız?”. Picasso’nun yanıtı tokat gibiydi: “Hayır siz.”
Dijital hayatta hatırlamak mı zor, unutmak mı?
Geçmişi unutmamanın, onu farklı yöntemlerle bugünün bir parçası haline getirmenin önemi, hatırlama ve unutmanın sadece bireysel değil ama sosyal ve politik bir süreç olduğunu anlamaktan da geçiyor. Kuşkusuz, toplumsal belleğimizi inşa edebilmek aktarabilmek kim olduğumuzu anlayabilmekte bize ışık tutuyor.
Ancak unutma ve hatırlamanın başka bir boyutu beni yeni sorulara gark ediyor. Dijital hayat şimdiye kadar olanın aksine hatırlamayı değil ama unutmayı zorlaştırıyor olmasın? Elbette bu soruyu sorarken hatırlamanın tahrif edilebilen, değiştirilebilen yönünü biliyorum. Hatta sorumu biraz da bunun üzerinden yükseltiyorum. Geçmişi hatırlama biçimimiz aynı zamanda kendimizi bazı tehlikelere karşı koruma biçimimizdi. Örneğin Freud’un perde anılar kavramı bunu anlatıyordu. Zira, gerçeği olanca çıplaklığıyla değil ama kendimize acı vermeyecek şekilde değiştirerek hatırlama insanların bir becerisi.
Geçen gün aklıma, bir arkadaşımın çalıştığım konu ile ilgili yazdığı bir yazı geldi. Yazıyı eski olmasına rağmen bulabileceğimi düşündüm. 2000’lerin başında bir e-gazetede okuduğumu tahmin ediyordum. Yazı, doğru anahtar sözcüklerle pekâlâ bulunabilirdi. Birkaç denemenin ardından arkadaşımın yıllar önce yazdığı yazı, işte karşımdaydı. Zihnimde epey yer ettiğine göre esaslı bir yazıdır diye düşündüm. Başladım okumaya. Gelgelelim ne ben o zamanki bendim ne de o. Yazı yeniden okuduğumda, bende beklediğim etkiyi bırakmadı. Şairin, özlediğin “o şehir değil, gençliğindir” demesini anımsadım. Onun, gencecik bir yüksek lisans öğrencisiyken kaleme aldığı yazının üzerinden yıllar geçmiş, kavramlar değişmiş, hayat başkalaşmıştı. Arkadaşım şimdi bir profesördü ve o yazıyı bugün kaleme alsa eminim yaklaşımı çok farklı olurdu. Acaba bu yazıya hemen ve hızlıca ulaşabiliyor oluşumuza nasıl bakardı diye düşünmeden edemedim.
Bu durum bana içinde bulunduğumuz, hayatın başka hiçbir dönemin benzemeyen halini tekrar düşündürttü. Acaba sosyal medya hayatımıza girdiğinden beri hatırlamaya mecbur mu bırakılıyoruz? Dahası bazen kaçmak istediğimiz kendimizden bile kaçamıyor olabilir miyiz? Çer çöp bilgileri aklımızda tutuyor aynı zamanda kendi geçmişimizi de ayan beyan gözler önüne seriyoruz. Her an göz önündeyiz. Yanlışlıkla attığımız bir e-posta, başka biri tarafından koyulan fotoğraflarımız, yazdığımız yazılardan hayat boyu sorumlu olmaya devam etmeli miyiz? Ya da çok göz önünde olunca aslında hiç göz önünde olmuyor musun?
Dijital hayata geçişte unutamamanın bir başka yönünü bir yakınımın vefatıyla yaşamıştım. Sosyal medya onun ölmediğini bana göstermek için her şeyi yapıyor gibiydi. “Arkadaşlık gününüzü kutlayın” mesajını aldığımda onu kaybedeli 2 sene olmuştu. “Bugün arkadaşının doğum günü” diye haber geldiğinde ise sadece 3 ay. Çünkü sosyal medyaya göre o ölmemiş sadece bilgisayarından ya da telefonundan uzun bir zaman uzaklaşmıştı. “Unutmazsak deliririz” diyen Nietzsche’ye gel de hak verme.
Yapılan bir araştırmaya göre Facebook’un yaklaşık 50 milyonluk ölü kullanıcısına her yıl en az bir milyon daha eklendiği düşünülürse 2098’de yaşayan kullanıcı sayısı ölü kullanıcı sayısının gerisinde kalacağı düşünülüyor. Elbette tüm sosyal medya siteleri bununla ilgili çalışıyor. Örneğin Twitter’da 6 ay etkin olmayan hesap siliniyor. Instagram’da ölen birinin site yönetimine bildirilmesiyle hesap hatıralaştırılıyor. Böylece hesap kimseye görünmüyor ve yeni bildirim yaymıyor. Google’da öldükten sonra ne olacağına siz karar verebiliyorsunuz. Örneğin, kullanıcı olarak aktif olmadığımda hesabım silinsin diyebilirsiniz. Facebook’ta da uzun süren bir mücadelenin ardından ölümü bildirerek hesabı hatıra hesabı haline getirmek mümkün oldu. Aynı zamanda Google’ın yaptığı gibi aktif olmayan hesabınızın akıbetine siz karar verebilirsiniz.
Bu durumlar ölüm için geçerli ama unutmak istediğimiz tüm anılar bununla sınırlı değil maalesef. Örneğin aşk acısı yaşayanların hayatlarının da bir o kadar zor olabileceğini düşünüyorum bu şartlar altında. Birini görmemek, ondan haber almamak bazen kendi hesabını dondurmayı seçmeye kadar gidebilir. Unutuşun nehri Lethe’nin suyundan içerek kötü anılarımızı geride bırakamadığımız sürece bu durumla yaşamaya mecburuz gibi görünüyor.
Hafızam dopdolu, unutmam lazım!
Birkaç sene önce Amy Krouse Rosenthal isminde bir yazarın, ölmeden sadece birkaç hafta önce New York Times gazetesinde bir açık mektubu yayınlanmıştı. “Kocamla evlenmek isteyebilirsiniz” başlığıyla kaleme alınan yazı ölmek üzere olan Rosenthal’in eşine veda ve helallik mektubuydu. Yazar çok sevdiği bir adamla evlenmiş, harika bir yuva kurmuşlar, 2 çocuğu olmuş, iyi bir kariyerin ardından erken yaşta amansız bir hastalığa kapılmıştı. Evlendiği adamın kendisine ne kadar iyi bir eş olduğunu anlatıyor ve bir bakıma onu, ölümünün ardından vicdanen özgür bırakıyordu. Ancak hiç amaçlamadığı başka bir şey daha oldu. Mektup binlerce kez okundu ve paylaşıldı. Acılı eşi, yazarın ölümünün ardından, ona cevaben bir mektup yayınladı. Böylece hayat boyu “acılı eş” olarak hafızalara kazınmasının yolu açılmış oldu.
Bugün ise benim hafızam dopdolu. Hafızama çengelli iğneyle tutturulmuş koparsa canımı acıtacak birçok anının yanında zihnim bir hatırlama bombardımanına tutuluyor. Renkler, sesler, işaretler, uyarılar, resimler, fotoğraflar, geçmişten gelen seslerle. Zihnimin bir yerinde Arda Turan elinde silah tutarak bekliyor, Fazıl Say kendisinden 3. Şahısla bahsediyor, Vedat Milor asla Cafe Latte içmiyor ama yine de soğanlı menemen kazanıyor, Nusret sürekli tuz atıyor, Palu ailesi tutuklanıyor, patlıcan pahalanıyor, poşet paralı oluyor, 10yearschallenge, G-20’deki Prens Salman, Şeyma Subaşı’nın nafakası, beyin göçü… Unutmam lazım!..
Sanki bir tenis maçındayım. Ben sadece istediklerimi hatırlamak, kalanı için basitçe “delete” tuşuna basmak istiyor ve servis atıyorum ama rakibim “Aslı, seni ve burada paylaştığın anıları önemsiyoruz. Bu gönderini hatırlamak isteyeceğini düşündük” diyerek servisi karşılıyor. Ne garip, tüm gönderilerim, fotoğraflarım benden sonra da yaşamaya devam edecek. Oysa Proust, Çiçek Açmış Kızların Gölgesinde kitabında benim bu kaygılarımı şairane bir dille sözcüklere dökmüştü bile:
“Mümkün müydü, dünya nasıl benden daha uzun ömürlü olabilirdi?” (ASLI KOTAMAN - T24)
Nusret, Palu ailesi, Şeyma Subaşı’nın nafakası, beyin göçü; unutmam lazım!..
“Yaşamak hatırlamaktır” diyordu Ülkü Tamer. Öyle olmasa Proust 1,2 milyon sözcüğü neden kâğıda döksün? Geçmişi anlamlı hale getirmek, toplumsal belleği canlı tutmak için uğraşaduralım, bir yandan da sosyal medya sebebiyle belleğimiz tıpkı öykü karakteri Funes’a olduğu gibi, zihnimizi bir çöp yığınına mı dönüştürüyor?
Jean Blain, unutuşun hedeflenir bir şey olmadığını, bir durum olduğunu, tasarlanmadan gerçekleştiğini söylüyordu. Ona göre hatırlama bir görevdi ancak unutuş değil. Çünkü unutmak, bundan önceki hiçbir dönemde bu kadar zor ve masraflı olmadı. Bu durum yeni.
Çok sevdiğim animasyon Coco’da, hatırlanmazsak ölürüz diyordu. Bir yanımızda hep unutmanın ağırlığıyla canhıraş uğraşanların hikayeleri oldu. Hatıralarının peşinden gidenler, unutmamak için çırpınanlar, geçmişin kendine hatırlattıklarının izini sürenler: Rashoman, Hiroshima Mon Amour, Vertigo, Yaban Çilekleri, Üç Renk: Mavi, Ayna, Blade Runner, The Man Who Shot Liberty Valance, Yurttaş Kane, Vadim O kadar Yeşildi ki, Pillow Book, The Tree of Life, 2046, Solaris, Last Year at Marienbad, The Sweet Hereafter, Certified Copy, 8 ½, The Remains of the Day, Mullholland Drive, bugüne daha yakın örneklerle Şahsiyet, Black Mirror, Bugün Aslında Dündü, Akıl Defteri, Yukarı Bak, Kayıp Balık Nemo, Sil Baştan, 50 İlk Öpücük, Bourne Serisi, Uyuyana Kadar, Aşk Yemini, Anastasia, Gerçeğe Çağrı ve daha adını sayamadığım niceleri bizlere unutmayı, hatırlamayı anlattı durdu.
Hatırlamaya, film ya da fotoğraf aracı olmadan önce resim oluyordu. Örneğin Goya’nın 3 Mayıs 1808 tablosu büyük, haşmetli bir yağlı boya çalışmadır. Resim içindeki gölgeler, karanlıkla aydınlığın kullanılışı, askerlerin diagonal dizilişinin verdiği derinlik, perspektifin renklendirmeyle kullanılması bağlamında bize çok şey söyler. Ancak sadece bunu yapmaz. Resim, geçmişi sonsuza dek hatırlamamıza da yardımcı olur. Napolyon’un askerleri, içlerinde saray bahçıvanı, kâtip, polis ve işçi olan grubu tam da resmedildiği gibi sabaha karşı kurşuna dizmişlerdi. 3 Mayıs 1808’de, Fransız ordusu işgali altındaki Madrid’de.
Fotoğrafın ortaya çıkışının ardından daha soyut bir hal alan resim sanatının gerçekle bağını sıkı sıkı koruyan bir diğer örneği de Picasso’nun Guernica tablosuydu. Bana göre bir tablonun olabileceği ölçüde Brechtyen olan tablo Guernica, Nazi uçaklarının Franko’nun izniyle ismi Guernica olan bu küçük kasabayı bombalaması sonucunda Picasso tarafından yapılmıştı. Evet, resim adını kasabadan alıyordu. Tüm zamanların en etkileyici resimlerinden biri olan Guernica, kasabada 3 gün süren bombalamada yaşanan vahşeti tarihe kazıdı. Picasso’nun Paris’teki evinde duran tabloyu gören bir Gestapo subayı ressama sormuştu: “Bu resmi siz mi yaptınız?”. Picasso’nun yanıtı tokat gibiydi: “Hayır siz.”
Dijital hayatta hatırlamak mı zor, unutmak mı?
Geçmişi unutmamanın, onu farklı yöntemlerle bugünün bir parçası haline getirmenin önemi, hatırlama ve unutmanın sadece bireysel değil ama sosyal ve politik bir süreç olduğunu anlamaktan da geçiyor. Kuşkusuz, toplumsal belleğimizi inşa edebilmek aktarabilmek kim olduğumuzu anlayabilmekte bize ışık tutuyor.
Ancak unutma ve hatırlamanın başka bir boyutu beni yeni sorulara gark ediyor. Dijital hayat şimdiye kadar olanın aksine hatırlamayı değil ama unutmayı zorlaştırıyor olmasın? Elbette bu soruyu sorarken hatırlamanın tahrif edilebilen, değiştirilebilen yönünü biliyorum. Hatta sorumu biraz da bunun üzerinden yükseltiyorum. Geçmişi hatırlama biçimimiz aynı zamanda kendimizi bazı tehlikelere karşı koruma biçimimizdi. Örneğin Freud’un perde anılar kavramı bunu anlatıyordu. Zira, gerçeği olanca çıplaklığıyla değil ama kendimize acı vermeyecek şekilde değiştirerek hatırlama insanların bir becerisi.
Geçen gün aklıma, bir arkadaşımın çalıştığım konu ile ilgili yazdığı bir yazı geldi. Yazıyı eski olmasına rağmen bulabileceğimi düşündüm. 2000’lerin başında bir e-gazetede okuduğumu tahmin ediyordum. Yazı, doğru anahtar sözcüklerle pekâlâ bulunabilirdi. Birkaç denemenin ardından arkadaşımın yıllar önce yazdığı yazı, işte karşımdaydı. Zihnimde epey yer ettiğine göre esaslı bir yazıdır diye düşündüm. Başladım okumaya. Gelgelelim ne ben o zamanki bendim ne de o. Yazı yeniden okuduğumda, bende beklediğim etkiyi bırakmadı. Şairin, özlediğin “o şehir değil, gençliğindir” demesini anımsadım. Onun, gencecik bir yüksek lisans öğrencisiyken kaleme aldığı yazının üzerinden yıllar geçmiş, kavramlar değişmiş, hayat başkalaşmıştı. Arkadaşım şimdi bir profesördü ve o yazıyı bugün kaleme alsa eminim yaklaşımı çok farklı olurdu. Acaba bu yazıya hemen ve hızlıca ulaşabiliyor oluşumuza nasıl bakardı diye düşünmeden edemedim.
Bu durum bana içinde bulunduğumuz, hayatın başka hiçbir dönemin benzemeyen halini tekrar düşündürttü. Acaba sosyal medya hayatımıza girdiğinden beri hatırlamaya mecbur mu bırakılıyoruz? Dahası bazen kaçmak istediğimiz kendimizden bile kaçamıyor olabilir miyiz? Çer çöp bilgileri aklımızda tutuyor aynı zamanda kendi geçmişimizi de ayan beyan gözler önüne seriyoruz. Her an göz önündeyiz. Yanlışlıkla attığımız bir e-posta, başka biri tarafından koyulan fotoğraflarımız, yazdığımız yazılardan hayat boyu sorumlu olmaya devam etmeli miyiz? Ya da çok göz önünde olunca aslında hiç göz önünde olmuyor musun?
Dijital hayata geçişte unutamamanın bir başka yönünü bir yakınımın vefatıyla yaşamıştım. Sosyal medya onun ölmediğini bana göstermek için her şeyi yapıyor gibiydi. “Arkadaşlık gününüzü kutlayın” mesajını aldığımda onu kaybedeli 2 sene olmuştu. “Bugün arkadaşının doğum günü” diye haber geldiğinde ise sadece 3 ay. Çünkü sosyal medyaya göre o ölmemiş sadece bilgisayarından ya da telefonundan uzun bir zaman uzaklaşmıştı. “Unutmazsak deliririz” diyen Nietzsche’ye gel de hak verme.
Yapılan bir araştırmaya göre Facebook’un yaklaşık 50 milyonluk ölü kullanıcısına her yıl en az bir milyon daha eklendiği düşünülürse 2098’de yaşayan kullanıcı sayısı ölü kullanıcı sayısının gerisinde kalacağı düşünülüyor. Elbette tüm sosyal medya siteleri bununla ilgili çalışıyor. Örneğin Twitter’da 6 ay etkin olmayan hesap siliniyor. Instagram’da ölen birinin site yönetimine bildirilmesiyle hesap hatıralaştırılıyor. Böylece hesap kimseye görünmüyor ve yeni bildirim yaymıyor. Google’da öldükten sonra ne olacağına siz karar verebiliyorsunuz. Örneğin, kullanıcı olarak aktif olmadığımda hesabım silinsin diyebilirsiniz. Facebook’ta da uzun süren bir mücadelenin ardından ölümü bildirerek hesabı hatıra hesabı haline getirmek mümkün oldu. Aynı zamanda Google’ın yaptığı gibi aktif olmayan hesabınızın akıbetine siz karar verebilirsiniz.
Bu durumlar ölüm için geçerli ama unutmak istediğimiz tüm anılar bununla sınırlı değil maalesef. Örneğin aşk acısı yaşayanların hayatlarının da bir o kadar zor olabileceğini düşünüyorum bu şartlar altında. Birini görmemek, ondan haber almamak bazen kendi hesabını dondurmayı seçmeye kadar gidebilir. Unutuşun nehri Lethe’nin suyundan içerek kötü anılarımızı geride bırakamadığımız sürece bu durumla yaşamaya mecburuz gibi görünüyor.
Hafızam dopdolu, unutmam lazım!
Birkaç sene önce Amy Krouse Rosenthal isminde bir yazarın, ölmeden sadece birkaç hafta önce New York Times gazetesinde bir açık mektubu yayınlanmıştı. “Kocamla evlenmek isteyebilirsiniz” başlığıyla kaleme alınan yazı ölmek üzere olan Rosenthal’in eşine veda ve helallik mektubuydu. Yazar çok sevdiği bir adamla evlenmiş, harika bir yuva kurmuşlar, 2 çocuğu olmuş, iyi bir kariyerin ardından erken yaşta amansız bir hastalığa kapılmıştı. Evlendiği adamın kendisine ne kadar iyi bir eş olduğunu anlatıyor ve bir bakıma onu, ölümünün ardından vicdanen özgür bırakıyordu. Ancak hiç amaçlamadığı başka bir şey daha oldu. Mektup binlerce kez okundu ve paylaşıldı. Acılı eşi, yazarın ölümünün ardından, ona cevaben bir mektup yayınladı. Böylece hayat boyu “acılı eş” olarak hafızalara kazınmasının yolu açılmış oldu.
Bugün ise benim hafızam dopdolu. Hafızama çengelli iğneyle tutturulmuş koparsa canımı acıtacak birçok anının yanında zihnim bir hatırlama bombardımanına tutuluyor. Renkler, sesler, işaretler, uyarılar, resimler, fotoğraflar, geçmişten gelen seslerle. Zihnimin bir yerinde Arda Turan elinde silah tutarak bekliyor, Fazıl Say kendisinden 3. Şahısla bahsediyor, Vedat Milor asla Cafe Latte içmiyor ama yine de soğanlı menemen kazanıyor, Nusret sürekli tuz atıyor, Palu ailesi tutuklanıyor, patlıcan pahalanıyor, poşet paralı oluyor, 10yearschallenge, G-20’deki Prens Salman, Şeyma Subaşı’nın nafakası, beyin göçü… Unutmam lazım!..
Sanki bir tenis maçındayım. Ben sadece istediklerimi hatırlamak, kalanı için basitçe “delete” tuşuna basmak istiyor ve servis atıyorum ama rakibim “Aslı, seni ve burada paylaştığın anıları önemsiyoruz. Bu gönderini hatırlamak isteyeceğini düşündük” diyerek servisi karşılıyor. Ne garip, tüm gönderilerim, fotoğraflarım benden sonra da yaşamaya devam edecek. Oysa Proust, Çiçek Açmış Kızların Gölgesinde kitabında benim bu kaygılarımı şairane bir dille sözcüklere dökmüştü bile:
“Mümkün müydü, dünya nasıl benden daha uzun ömürlü olabilirdi?” (ASLI KOTAMAN - T24)